“Ölümünün 71. Yılında Orhan Veli’ye saygı (13 Nisan 1914 - 14 Kasım 1950)”
Orhan Veli Kanık’ın zamansız ve aniden ölümü hepimizde hüzün yaratır. 36 ya...
“
Ölümünün 71. Yılında Orhan Veli’ye saygı (13 Nisan 1914 - 14 Kasım 1950)”
Orhan Veli Kanık’ın zamansız ve aniden ölümü hepimizde hüzün yaratır. 36 yaşında da ölünür mü hiç? Ya da başka bir bakış açısıyla, 36 yıla sığdırılan bu devrimci sanat kimliği, biraz daha yaşasaydı daha neler yapardı sorusu... Bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz.
‘Ölüm, her zaman Orhan Veli’nin yakınında dolaşmıştır’ der kimi incelemeciler. Çok da haksız değiller aslında. Şairin hayatına şöyle bir göz attığımızda görürüz ki; beş yaşında yanma tehlikesi geçirmiştir Orhan Veli. Üstüne kaynar su dökülmüş, uzun süre tedavi gördükten sonra iyileşmiş, ucuz sayılacak yanıklarla atlatmıştır bu badireyi. Sonra dokuz yaşında geçirdiği kızamık hastalığı yüzünden gidip gidip geri gelmiştir öteye. Bu yetmezmiş gibi, gençliğinin en çiçekli çağında,on yedi yaşında, bir de kızıl hastalığı uğramış şairin hayatına.
1939 yılında, bu kez, sevgili yoldaşı Melih Cevdet Anday’ın kullandığı bir otomobille Çubuk Barajına uçar, yirmi gün komada kalır ama gene Azraili yenmeyi başarır Orhan Veli. Git başımdan ölüm, git! Çok değil, bir kaç yıl sonra, II. Dünya Savaşının en civcivli zamanlarında gittiği askerlik görevi, savaşın baskısı sonucu uzatılır ve Orhan Veli normal süreden daha uzun bir zaman askerlik yapar. Askere gittiğinde PTT’de Telgraf ve Uluslararası Yazışmalar Dairesinde memurdur şair. Askerlik görevini yapmak için PTT’deki görevinden ayrılır ve 1942 yılında, Çanakkale-Gelibolu’nun Kavak Köyü’nde askerliğini yapar. Bu günlerde bindiği attan düşer şair ve boynunu incitir. Sanki görünmez bir el onu korumaktadır. Bu boynunu kırma riskini de birkaç günlük dinlenmeyle atlatır Orhan Veli. Askerliğini bitirdiği 1944 yılında ‘Teğmen’ rütbesiyle terhis olur askerlik görevinden. Bu sürede sadece altı şiiri yayınlanır. (Meraklısına Not; Orhan Veli, 7 Mayıs 1941’de askere gider. 1 Kasım 1942’de 1245 yaka numarasıyla girdiği yedek subay okulunu 30 Nisan 1942’de asteğmen olarak bitirir. Birkaç gün sonra kıtasına gider. 31 Ekim 1942’de teğmenliğe yükselir. 31 Mart 1944’e kadar Gelibolu’nun Kavak köyünde II. Kolordu, 66. Korugan Alayı, 3. Tabur, 10. Bölük Takım Komutanlığında Piyade Yedek Subay ve Teğmen olarak askerliğini yapar, teğmen rütbesiyle terhis olur. / ‘Belgelerle Orhan Veli, sayfa 7’)
1945 sonrası, şairi izleyen ölüm kılık değiştirir. Bu ne demek şimdi? Hemen anlatalım. Askerlik dönüşü, bir işe girer Orhan Veli. Milli Eğitim Bakanlığının Tercüme Bürosunda çalışmaya başlar. Fransızcadan yaptığı çeviriler bakanlığın klasikler serisinden yayınlanır. Ancak 1946 yılında yapılan seçim, ülkedeki dengeleri bir kez daha yerine oturmaksızın değiştirir. Savaşın yarattığı faşizm rüzgârından etkilenen basın ve siyaset, yükselen turancılık ve komünizm histerisi, pusuda bekleyen Amerikancı özentiyi arttırır ve seçimlere bu ‘kızıl korkunun’ gölgesinde giren seçmenler, CHP baskısına karşı, daha özgürlükçü görünen, liberal bir çizgiyi savunan muhalefeti destekleyerek katılır. CHP sarsılmıştır. Bu sarsıntıda, iktidarını kaybetmek istemeyen CHP, ödün vermeye başlar. İlk kurban, seçimlerden sonra kirli bir oyunla görevinden el çektirilen, eğitim dünyasının yüz akı Köy Enstitülerinin kurucu babası Hasan Âli Yücel olur. Bu siyasi kepazelik, şairi dolaylı değil doğrudan ilgilendiren, ‘kurgulanan bir kaza’dır bana kalırsa. Hasan Âli Yücel, seçimlerden önce Milli Eğitim Bakanıdır ve yaptığı çalışmalarla, yüzyıllardır ülke insanını cahil bırakan zihniyete karşı savaş açmış bir eğitimcidir. (Meraklısına Not; Yücel aynı zamanda bir felsefe öğretmenidir.) Bu savaşın bir kolu, Orhan Veli’nin de çalıştığı Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosudur. Bu birimin başındaki kişidir Yücel. Bu birim, dünya edebiyatı klasiklerini dilimize kazandırmakla kalmaz; bin senelerin cehaletine karşı eğitimde bir devrim yaparak, ‘muasır medeniyetler seviyesine gelmenin’ tek yolu olarak hizmet vermektedir. Ancak seçimden sonra, Yücel’in yerine getirilen Reşat Şemsettin Sirer’in bu aydınlanmacı sistemi kapıların ardına itmesi sonucu, birimde çalışan birçok şair ve çevirmen istifa etmeye başlar. Bunlardan ilki Orhan Veli’dir. Şair, yıllar sonra bu ayrılışının nedeninin; “Reşat Şemsettin Sirer'in bakan olmasından sonra oluşan baskıcı havadan rahatsız olmasına” bağlı olduğunu yazar. Oysaki Orhan Veli, gerek Nâzım’ın saçma sapan nedenlerle hapiste çürütülmesine karşı başlattığı açlık grevine destek vererek ve gerekirse eğitim mucizesi olan Köy Enstitülerini savunarak toplumsal duyarlılığını göstermektedir. Böyle kafatasçı ve esaretine tutkun bir anlayışın denetiminde çalışamayacağından emin bir aydının tavrını geliştirir; istifa eder, işbirliği yapmaz. (Meraklısına Not; Bu istifa rüzgârında, birçok sanatçı bu zihniyetle işbirliği yapmayı reddederek istifa ederler. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rifat ve Melih Cevdet bu sanatçılardan en tanınmış olanlardır.)
“
Arifiye! / Şoför durdu, Enistütü Mektebi, dedi / Süleyman Edip bey müdürün adı / Bir yol da burada duralım / Ellerinde nasır, yüzlerinde nur / Yarına ümitle yürüyenlere / Bir selâm uçuralım” (Orhan Veli’nin ‘Yol Türküleri’ şiirinden)
Orhan Veli’nin peşine takılan ölümle son oyununu; 10 Kasım 1950 günü, Ankara’da, belediyenin kablo döşemek için kazdığı ve şairin içine düştüğü ucuz ölüm oyununu herkes biliyor. Ya da bildiğini sanıyor. Sanılır ki; -şu an biliyoruz, Orhan Veli beyin kanamasından öldü ya-; o çukura düştüğünde başını çarpar ve başından yaralanır şair. Hatta birçok kişi bunun böyle olduğunu yazar internetin kontrolsüz bilgi infaz sahasında. Her ne kadar çukura düşen birinin başını çarpmaması mümkün görünmese de; kız kardeşi Füruzan Yolyapan Hanım bu konuda başka bir şey söylemektedir;
“Şehir Tiyatroları 'Saygılı Yosma' oyununun çevirisini istemiş, çeviri Ankara'da birinin evinde kalmış. Ankara'ya onu almaya gitti. Orada çukura düşmüş. Döndüğünde pantolonunu çekti, bize gösterdi. Dizinden aşağı doğru kanama olmuş, kabuk bağlamış. 'Az daha gazetede Orhan Veli gazete çukurunda ölmüş diye okuyacaktınız' dedi. Kısa bir süre sonra da öldü. Ama kafasında herhangi bir şey yok o zaman.”
Bilinen o ki, Orhan Veli bu kazayı çok önemsemez. Kazadan sonra İstanbul’a döner ve 14 Kasım 1950, Salı günü, birçok kaynak, ‘bir arkadaşının evinde yemek yerken fenalaşıp hastaneye kaldırılır’dese de, Orhan Veli üzerine derin araştırmalar yapmış olan Haluk Oral, bu ‘arkadaşın’ kim olduğunu söyler ilgililere. Bu kişi, şairin iki yıl kadar devam ettiği üniversitede de öğretmenliğini yaptığı, işe girerken ona kol kanat gerdiği, sevgili yoldaşı Sabahattin Eyüboğlu’dur.
“14 Kasım gecesi Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde, yenilip içilirken rahatsızlanır ve Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırılır.” (Bir İmzanın Peşinden: Orhan Veli / Hürriyet Gösteri /Aralık 2002) Ancak bir başka kaynakta da başka bir bilgiden söz eder araştırmacı;
“Hangi kitaba bakarsan bak, bir arkadaşının evinde öğlen yemeği yerken fenalaştı diye yazar ölümüyle ilgili olarak. Adnan Veli’nin ağabeyini biraz da korumak için kurduğu bir cümledir bu. Fuat Ömer Keskinoğlu’nun sevgilisinin, Muzaffer Gençay’ın evinde fenalaşıyor. Ve zaman da doğru değil. Sabah gitmiyor o eve, geceyi orada geçiriyor. Ve sabah uyanamıyor. Fuat Ömer’in sevgilisi Muzaffer Hanım’ın kardeşi Orhan Veli’nin uyanmadığını görünce bağırmaya başlıyor, paniğe kapılıyor. Orhan Veli’nin dostları Mualla Eyüboğlu ve Erol Güney’in eşi Dora’ya ulaşıyorlar. Onlar götürüyor hastaneye...” (Hürriyet - Kelebek Eki / İhsan Yılmaz’ın Haluk Oral’la yaptığı söyleşi / 29 Kasım 2015)
Bu bilgi karmaşasında kesin olan bir tek şey varsa, o da, Orhan Veli’nin 14 Kasım 1950, Salı günü bir yemek sırasında fenalaşıp, Cerrahpaşa Hastanesine acil olarak kaldırıldığıdır. Şairin beyninde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlık, acildeki doktor tarafından doğru teşhis edilemez ve Orhan Veli’ye alkol zehirlenmelerinde kullanılan bir tedavi uygulanır; sıcak duş tedavisi... Aynı günün akşamı saat 20.00 civarında komaya girer şair ve gece 23.20'de komadan çıkamayarak Cerrahpaşa Hastanesinde hayata veda eder.
Orhan Veli’nin Ankara Erkek Lisesinde okurken edebiyat hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar, eski öğrencisini, hastanede ziyaret eder. O hüzünlü günü şöyle anlatır Tanpınar;
“Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan'ı Cerrahpaşa Hastanesinde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerin yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zekâ, kendisi olmaktan çıkmıştı. ”
Orhan Veli, 14 Kasım 1950 günü, 36 yaşındayken ölür ama iki gün sonra, 16 Kasım’da yapılan otopsi incelemesinde, ölüm nedeni olarak işaret edilen ilk teşhisin, yani alkol zehirlenmesinin sonucu olarak değil de, beyin kanamasından hayata veda ettiği anlaşılır. Bir başka dramatik sonuç daha çıkar yapılan otopsiden; şairin ciğerlerinde siroz, akciğerinde verem olduğu... Bunu hiç bir zaman bilemeden ölür Orhan Veli. Öldüğünde, 1.82 boyunda ve 67 kilo olduğunu yazarlar otopsi raporuna.
Ölümünden sonra şairin nereye gömüleceği konusunda kimsenin bir fikri yoktur. Orhan Veli’nin şimdi yattığı Aşiyan Mezarlığına gömülmesinin hikâyesi de hayli ilginçtir. Yıllar sonra ortaya çıkan bir mektupta bu konu şöyle açıklık kazanır. Orhan Veli öldüğünde, Sabahattin Eyüboğlu, Yaprak dergisinin para kaynağını sağlayan Mahmut Dikerdem’e yazdığı bir mektupta şunu söyler;
“Yarın O’nu nereye, nasıl gömeceğimizi bilmiyoruz. Ailesi bize bıraktı. Rumelihisarına karar verdik.”
“
Urumelihisarına oturmuşum / Oturmuş da bir türkü tutturmuşum”... Orhan Veli’nin bu dizelerini bir çeşit vasiyet kabul eden dostları, onu bu düşünceyle Aşiyan Mezarlığına defnederler.
Şu an Birgün Gazetesinde köşe yazarı olan gazeteci- yazar Nazım Alpman’ın hazırladığı, “Hayatım Beykoz” kitabında yer alan bazı ayrıntılar da hayli dikkat çekicidir. Kitapta, bir Beykozlu olan Orhan Veli’nin kız kardeşi Füruzan Yolyapan Hanımın anlattıkları konunun ilgililerince dikkatle okunmalıdır. Çünkü, ailesinin, şairin ölümünü nasıl öğrendiğine dair tek kaynakçadır bu.
“
Ermeni Ortaokulu vardı Kumkapı’da… Ben orada Türkçe hocalığı yaptım, bir iki sene Türkçe dersi verdim, üniversite öğrencisiyken. Sabahattin Eyüboğlu’da Soğan Ağa Mahallesinde otururdu. Benim okuldan çıktıktan sonra, o yokuştan yukarıya çıkarken yakın olarak bir yerde otururdu. Bir gün okula gittim, derse gireceğim, müdür çağırdı beni. Dedi ki; “Sabahattin Eyüboğlu geldi, önemli bir şey varmış, seni acele görmek istiyor”… “Olur” dedim, “gider bulurum, derse gireyim de ondan sonra gider evine uğrarım” dedim. “Yok, istersen derse girmeden git, belki sana önemli bir şey söyleyebilir” dedi. Ben gittim Sabahattin Bey’e… Girdim içeri, bir durgun halde Sabahattin Bey. “Hayrola, abim hasta mı?” diye sordum. Sesini çıkartmadı. Bunun üzerine ben telaşlandım “doğru söyle yoksa öldü mü?” dedim. Sabahattin Bey durgun bir ses tonuyla “şimdi başka vazifelerimiz var” diyerek sorumu başka biçimde yanıtladı. Yani işte onun cenazesi filan… Bu şekilde öğrendim ben abimin ölümünü! Hastaneye götürülmüş, otopsi yapılacakmış, ölümü şüpheli görülmüş. Bizim bu işleri halletmemiz gerekiyormuş. Benim eve gidip, babamın ve annemin gazetecilerden ve radyodan öğrenmeden önce haber vermemi istedi... Ne zor bir görev!…
Ben tam eve geldim, Şişli’de oturuyorduk, o sene taşınmıştık işte Şişli’ye. Ben merdivenden çıkarken, iki kişi aşağıya iniyordu. İki gazeteciymiş… Kapıyı çaldım girdim, annem “şimdi buraya gazeteciler geldi, abuk sabuk şeyler söylediler, Orhan öldü dediler, başın sağ olsuna gelmişler, böyle bir şey olabilir mi” dedi. “Dur bakalım annecim gel oturalım” dedim, o esnada birkaç ahbabımız içeri girdi, sonra kalabalık sökün etti. Sonunda anneme söyledik. Öylesine bir şok etki yaptı ki, o aklı başında kadın oğlunun ölüm haberine alınca “Aa tamam ne diye düşünüyorsunuz” diyerek ayağa kalktı, sonra şöyle devam etti: “Ne diye böyle süklüm püklüm oturuyorsunuz, kalkın biraz oynayalım!” demez mi? Annem başladı böyle kalkıp oynamaya. “Biraz neşelenin” dedi… İşaret ettiler bana, anneni çıkar sokağa hemen diye. İşte ne giydirdiysek giydirdik, Kasımdı zaten; 14 Kasım soğuk bir gün… Annemi çıkarttık dışarıya, koluna girdik dolaştırdık…
-Aklı gitti geldi yani?
-İşte böyle bir şey geçirdi annem. Zor tabii… Bir de çok genç.
-Sonra babam radyo evinde çalışıyordu, duymuş oradan geldi. Sonra bir ölü evinde ne olduysa oldu, ama tabi çok zor.”
Şairin ölüm nedeni, gazetelerde “alkol yüzünden zehirlendi” olarak duyurulur. 16 Kasım günü morgda yapılan otopsiden önce Sanat Dostları Cemiyeti tarafından Orhan Veli'nin yüzünün mulajı alınır. (Meraklısına Not; Bu mulaj şimdi kız kardeşi Füruzan Yolyapan’dadır.)
36 yaşında ölen şairin cenazesi; 17 Kasım 1950 Cuma günü, Cuma namazından sonra kılınan cenaze namazının ardından, Beyazıt Camiinden kaldırılır. Cenaze alayı, Divanyolundan yürüyerek, Gazeteciler Cemiyetinin önüne getirirler Orhan Veli’nin tabutunu. Gazeteciler Cemiyetinin bayrağı yarıya indirilmiştir, tüm kitapçılar da anlaşmış gibi kepenk kapatmışlardır o sırada. Şaire son saygılarını böyle gösterirler. Cenaze, akademisyenler, yazar ve sanatçılardan oluşan kalabalık tarafından Sirkeci'ye kadar taşınıp, oradan bir otomobille Aşiyan Mezarlığına götürülerek defnedilir. Cenaze Sirkeci'ye kadar eller üzerinde taşınırken, bütün arabalar durup yol verir, kimi sorar; “Kimin cenazesi bu?”... Son derece ağırbaşlı bir yanıt verir tabutun arkasında üzgün yürüyenlerden biri; “Orhan Veli, bir şair”... Rumelihisarına doğru yol alan cenazenin en önünde ‘Yaprak’ dergisinin çelengi ve arkada diğer çelenkler vardır. Rahatsızlandığı sırada üstünde bulunan ceketin cebinden bir diş fırçasının sarılı kâğıda yazılmış ‘Aşk Resmi Geçidi’ isimli şiiri ve cebinden 28 kuruş çıkar.
Ardımızdan gelen kuşaklara daha temiz bilgiler bırakmak için, o hüzünlü Kasım günü, Orhan Veli’nin tabutunun ardında yürüyen birkaç ismi yazmak istiyoruz: Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu, Mina Urgan, Burhan Toprak, Âsaf Hâlet Çelebi, Fikret Adil, Nizamettin Nazif, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sait Faik, Sabahattin Kudret Aksal, Behçet Kemal Çağlar, Feridun Fazıl Tülbentçi, Hüsamettin Bozok, Orhan M. Arıburnu, Rıfat Ilgaz, Râkım Çalapala, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Bedri ve Eren Eyüboğlu çifti, Cemal Tollu, Agop Arad, Nuri İyem, Necmi Ziya Ahıskalı, Ercüment Behzat Lav ve sayısı beş yüzü aşan diğer sanatsever dost…
Orhan Veli’nin ölümünden sonra, Kaynak ve Varlık dergileri tarafından “Orhan Veli'nin Mezarı” adıyla bir kampanya başlatılır. Suat Taşer, Osman Attilâ gibi birçok ismin kampanyaya destek vermesinin ardından Abidin Dino, Orhan Veli için bir mezar projesi hazırlar ve mimar Nevzat Kemal Özmeriç’de bu mezarı inşa eder. Mezar taşındaki sade yazıyı, Emin Barın yazar;
“Orhan Veli / 1914 - 1950”
Türk sanatının bugün her biri efsane olan isimleri Orhan Veli’nin henüz hayatının baharında ölümü üzerine derinden üzüntü duyarken; Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisinde ancak kendisine benzeyebilecek kalitede bir yazı yayımlar. Orhan Veli’yi, ölümünden 71 yıl sonra bile unutmadığımızı bildiren yazımızı bu -en basitinden- insanlık ayıbı olan alıntıyla bitirelim:
“
Yazık oldu Süleyman Efendiye” mısraının veya satırının meşhuru şair Orhan Veli, şarap, rakı vesaire tarafından öldürülmüştür. Kendisinin küçücük bir nasır yüzünden öldürdüğü Süleyman Efendinin akıbetine eş ve o nispette hazin bir basit… Onun büyük şairliği de işte bu çapta hazin bir basitti. Fakat “basit”lerin görünmemesi için mısralarında veya satırlarında bütün beşerî nizam ölçüleri hiçe indirilmişti. Hiç!.. Ne müthiş kelime!.. Hiçbir hiç bu kadar semirtilmemiştir. Solculuk ve maddecilikten başka dünyanın ve insanoğlunun hiçbir “aksiyon”unu üzerinde salıncak kurulabilecek sağlam bir dal haysiyetinde görmeyen bu şair, esasta ruhî ve içtimaî çileden yüzde yüz mahrumdu. Solculuğu da nihayet bir salıncak safası… O kadar muazzam bir “basit”e vurgundu ki, sonunda o “basit” tarafından vuruldu. Sanat piyasamızdaki ruhî ve içtimaî serseriliğin muhteşem bir kurbanı olan Orhan Efendi’yi, “Süleyman Efendi”nin ayak nasırı onun kalbine geçerek öldürdü. Yazık oldu doğrusu!”
Ölü şairin ardından kullanılan bu çirkin dil sizde nasıl bir etki yarattı bilemem ama bu yazıyı sayfalarına taşıyan Yeditepe dergisinin bu yazıya yanıtı bakın nasıl olmuş:
“
Biz sadece “lânetullahı aleyh” diyor ve hakiki müslümanların şu sözünü hatırlatıyoruz: “Üzküru mevtaküm bil hayr!” Necip Fazıl emin olsun ki, mevcutlarına zamimaten bundan sonra işleyeceği bütün günahlar da dahil, biz kendisi için, ölmez sağ kalırsak: “Rahmetli iyi adamdı” demekten çekinmeyeceğiz.” (Yeditepe, 1 Aralık 1950, Sayı: 13, s. 4)
Şairin ölüm yıldönümü olan 14 Kasım’da, 1996 yılından beri Orhan Veli yürüyüşü düzenlenmektedir. Yürümeyi çok sevdiği bilinen Kanık’ın anısına, sevenleri o gün, Taksim’den sanatçının mezarının bulunduğu Aşiyan’a kadar hep birlikte yürümektedirler.
“
Her gece bir gündüzün içine akar / Her mahzun pencere bir çığlık fırlatır/ Kapanırken karanlığın göğsüne / An olur upuzak ülkeler özlenir / An olur zamanın anaforu şehvetle içilir / Ama bugün seni düşünüyorum, ey hayatın katlettiği şair! / Ey neşesi kuzey manzaralarım arasında esen Orhan Veli” (Ölümünden sonra Alman şair Lasse Söderberg’in yazdığı ‘Orhan Veli’yi Düşünüyorum’ adlı şiirinden alıntı)