Sadece hekimliği ve öğretim üyeliği ile değil politik düzgün duruşu ile de bilinen Prof. Dr. Erol Mavi ile keyifli bir söyleşi yaptık. Mavi hocanın engin tecrübesini sayfalarımıza taşıdık...
Sadece hekimliği ve öğretim üyeliği ile değil politik düzgün duruşu ile de bilinen Prof. Dr. Erol Mavi ile keyifli bir söyleşi yaptık. Mavi hocanın engin tecrübesini sayfalarımıza taşıdık
Prof. Dr. Erol Mavi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Profesörü. Fahri asistanlığının ikinci yılının sonlarında Berlin Hür Üniversitesi Çocuk Kliniği’nde Hans Helge’nin yönettiği Endokrin ve Metabolizma bölümünde çalıştı. 1966 yılının sonunda Türkiye’ye döndüğünde Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Çocuk Endokrin Kliniği’ni ve Endokrinoloji ve Metabolizma Laboratuarı’nı kurdu. Önce o yıllara dönelim..
“Ana bilim dalı başkanımız Prof Dr. Sabiha Özgür beni boş bir odaya götürerek “Burası Endokrinoloji ve Metabolizma Laboratuarı olacak “ dedi. Laboratuar olacak odada çeşme bile yoktu. Su giriş çıkışı olmayan laboratuar.. Önce basitçe 17-ketosteroid ve 17-hidroksisiteroid tayinleri ile işe başladım. Bir süre sonra “ince tabaka kromatografisi” için gerekli malzemeleri getirttim. Daha sonra da laboratuara “gaz kromatografi” aletini aldık. Klinikte görevlerim oldukça ağırdı. Bir yandan laboratuarda steroid tayin yöntemlerini geliştirmeye çalışıyordum. Yanıma sadece bir laborant vermişlerdi. Haftanın belirli günlerinde “endokrin polikliniği” yapıyordum. Ayrıca klinikteki hastaların yarısından da başasistan olarak sorumlu idim. Hastaların diğer yarısından Dr. Türkan Süren sorumlu idi. Çünkü klinikte beş öğretim üyesi olmasına karşılık uzman olarak sadece ikimiz vardık. Bu görevlerimin yanında ayrıca kliniğe alınan veya getirtilen bütün malzemelerin kambiyo ve gümrük işlerini yürütmek de benim görevimdi”
Prof.Dr.Erol Mavi’nin üniversite yılları birçok anıyla yüklü. Ancak acaba niye doktorluğu meslek olarak seçmiş?
““Ağabeyim tıbbiyedeydi ben de onunla aynı okulda okumak istedim. Ailemiz de doktor olmama olumlu bakıyordu. Babam özellikle “serbest meslek sahibi” olmamızı istiyordu. Bütün yaşantısında küçük memur olmanın verdiği ekonomik sıkıntının bu ısrarda rolü olduğunu tahmin ediyorum. O zaman sınav yoktu. Üniversitelere dereceyle girilirdi. Liseyi bitirirken iki derece alırdık. İlk derece-Sınıf geçme notu: Sınıf geçmek için, sene içinde her dersten aldığınız notların ortalamasının 10 üzerinden 5’in üzerinde olması gerekiyordu. İkinci Derece-Olgunluk sınavı. Liseyi bitirdiği halde, olgunluk sınavında bir dersten geçer not alamayıp üniversiteye gidemeyen birçok arkadaşım olmuştur. O zaman olgunluk sınavı bir yerde de üniversiteye giriş sınavı gibiydi. Benim derecelerim iyi-iyi idi. Üniversiteye girişte herhangi bir sıkıntım olmadı”
“Tıp Fakültesi de bir tek İstanbul’da varmış”
“Evet. İstanbul’da maddi açıdan çok sıkıntılı günler geçirdim. Bütün tıp eğitimim süresince tarihi Fatih Medresesi’nde Yüksel Tahsil Talebe Derneği Yurdu’nda kaldım. Yurtta her fakülteden öğrenciler vardı. Bize herhangi bir ücret ödenmiyordu. Kendi kendimizi idare ediyorduk. 1955-56 yıllarında yurt derneğinin başkanlığını yaptım. Zaten benden sonra yurt vakıflara geçti ve dernek kapatıldı. Eğitimim sırasında bir süre Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığı’ndan burs aldım. Okul bitti. Askerlik sonrası da mecburi hizmetimi yapmak üzere Mardin Sıtma Savaş Bölgesi Merkez Şubesi Hekimliği’ne tayin edildim. İki yıl orada çalıştım”
Tam da korona ile savaş günlerimizde. Hem de sıtma aşısı korona virüsüne iyi geliyor yorumları yapılırken. Hocamız ne diyor bu konuda?
“Evden gelişmeleri takip ediyorum. Almanya'nın Tübingen kentinde sıtma tedavisinde kullanılan Chloroquin ilacını korona virüse karşı test ediyorlar. Deney tüpünde yapılan deneylerde ilacın SARS'a karşı etkili olduğu ortaya çıkmıştı. İlacın SARS ile akrabalığı nedeniyle korona virüse karşı da etki göstermesi bekleniyor. Mardin’de biz üç doktor bir odada birlikte oturuyorduk. Ayrıca iki laborantın çalıştığı bir laboratuarımız vardı. Görevimizin üç amacı vardı: 1. Sivrisinek mücadelesi (DDT uygulaması), 2.Toplumun yüzde 10’ndan kalın damla ve yayma preparat alarak parazit taraması yapmak, 3. Hastalık saptananları tedavi etmek. Doktor olarak hastaların tedavisini düzenliyor ve gerekli diğer önlemleri alıyorduk. Bu arada komik olaylar da oluyordu. Bazı yerlerde halkın büyük bir kısmı bir damla kan vermeye büyük direnç gösteriyordu. Sebebini sorduğumda hayretler içinde kaldım. Biz bu kanları Amerikalılara satıp para kazanıyormuşuz”
“Siyasetle de hep içiçe oldunuz”
“Politik hayatım bir “edebiyat” olayı ile başladı diyebilirim. 1949-1950 ders yılının sonlarına doğru 14. Mayıs 1950’de seçim yapılmış ve Demokrat Parti iktidara gelmişti. Hatırlanacağı gibi Demokrat Parti kurulduktan, özellikle 1946 seçimlerinden sonra “demokrasi” ve ” hürriyet” gibi kavramlar ülkemizde yoğun olarak tartışılmaya başlanmıştı. Bu hürriyet ortamında uzun bir süredir hapiste olan şair Nazım Hikmet’in annesi oğlunun affedilmesi için bir imza kampanyası başlatmıştı. 1950 seçimlerinden kısa bir süre önce bu kampanyaya destek amacı ile Çiçek Palas Lokali’nde bir toplantı düzenlendiğini duydum. Bizim sınıftan edebiyata meraklı İzmirli iki kız arkadaşla toplantıya gittik. Bu olay fakültenin birinci sınıfında iken olmuştu. Bu “Çiçek Palas Olayı” hayatım boyunca beni takip etmiştir. Örneğin bu olaydan yaklaşık 30 sene sonra 1980 darbesinden bir süre önce Ege Ün. Tıp Fakültesi dekanlığı için adaylığımı koymuştum. Bir öğretim üyesinin benim hakkımda tutulmuş bir belgeyi dolaştırıp, öğretim üyelerine okuttuğunu öğrendim. Bu belgede benim “1950 yılında Nazım Hikmet’in hapisten çıkması için imza verdiğim…… anı toplantılarına katıldığım vs…..” yazılıyormuş. Birkaç öğretim üyesi gelip samimi olarak bana “….abi bu durumda sana oy veremeyeceğiz, kusura bakma “ dediler. 12 Eylül 1980 darbesinin de yaşantımda önemli bir yeri vardır. O gün gece yarısından biraz sonra telefon çaldı. Rahmetli Prof. Dr. Senay Öztop “abi televizyonu aç, ihtilal oldu, yarın ne yapacağız” diye sordu. O sırada klinik direktörü izinli idi ve yerine ben vekalet ediyordum. Arkadaşlara göreve gelmelerini söyleyeceğim ama telefon kesik. Apartmandaki birkaç komşuya baktım, hepsinin telefonu çalışıyordu. Aziz Nesin’in “Aziz Nesin Poliste” diye bir kitabı vardır. Burada evinde yapılan aramaları ve tutuklandığındaki sorgulamaları anlatır. Bu kitabında Aziz Nesin, ev baskınlarının sabaha karşı yapıldığını ve polislerin, başkalarına (tanıdıklara, avukatlara v.s ) haber vermeyi önlemek için ilk önce telefonları kestiklerini yazar. Telefonun kesildiğini anlayınca ilk önce bu aklıma geldi. Sıkıyönetim döneminde her gün birkaç öğretim üyesi 1402 sayılı yasa ile görevlerinden alındılar. Buna “salam teorisi” diyorlarmış. Hiçbir zaman büyük sayıda öğretim üyesini aynı anda görevden almadılar. Çünkü 27 Mayıs 1960 ihtilalinde 147 öğretim üyesi aynı anda görevden alınmış ve büyük reaksiyon çekmişti. Bu nedenle görevden alınmalar ikişer-üçer kişilik gruplar şeklinde uygulandı. Odalarımıza tekrar yedi sene sonra dönebildik”.
1998’de yaş haddinden emekli olan 4 Nisan 2000’de Ege Üniversitesi Senatosu tarafından “Üstün Hizmet Madalyası” ile onurlandırılan Prof.Dr.Erol Mavi’den çarpıcı bir yorum..
“Bir Çin atasözü der ki : “Kinle yaşayan özgür olamaz”. Uzun süre bu atasözünü nasıl yorumlamam gerektiğini düşündüm. Ayrıca Nietzsche bir özdeyişinde : “İnsanoğlu her şeyi unutarak yaşayabilir, fakat her şeyi hatırlayarak yaşayamaz” demiştir. Unutmak insan soyunun en büyük şifasıdır. Kin tutarak ve her an geçmişi hatırlayarak insan mutlu olamaz”