1948 yılında Düşüncenin Oluşumu konulu bir radyo programına katılan Fransız filozof Merleau Ponty konuşmasında şöyle der:
“Algının dünyası, yani bize duyularımızla ve gündelik yaşamdaki tutumumuzla açılan dünya, ilk bakışta en iyi bildiğimiz dünya gibi geliyor, ona erişmek için araçlara hesaplara gerek yok çünkü. Bu dünyaya girmek için gözlerimizi açıp kendimizi yaşamaya bırakmak yeterli gibi. İşin aslı öyle değil ama.”
İçinde yaşadığımız algı dünyasının tekrar tekrar araştırılmasını, bu araştırmanın zaman, çaba ve kültür gerektiğini hatırlatan Ponty aynı zamanda algımızdan kaynaklı inanç dünyamızı daimi olarak “unutmaya” meyilli olduğumuzun da altını çizer gibi gözükür. Günlük yaşamdaki tavrımız, ön yargılarımız ve inançlarımız, davranışlarımızın kaynağını oluşturan ögeler değil mi? Düşüncenin oluşumu konulu bir radyo programına algı meselesini sürekli olarak karşımıza çıkaran Ponty, düşüncenin temelini de algılamaya indirgemek ister. Peki algılama biçimimiz nasıl araştırılabilir? Heretic (2024) filmindeki Reed’in hatırlattığı üzere ‘tuhaf sorular’ sorarak başlayabilir miyiz araştırmaya? Kendimizi bile huzursuz edecek sorular sormak, aydınlanmamıza yardımcı olmaz mı?
‘KİM HAKLI?’
Hasan Aydın, Kim Haklı? isimli konuşmasında inanan insanla, inanmayan insanın hayatında köklü değişiklikler olduğunu söyler. Kendisi her ne kadar Tanrı hakkında konuşsa da bu söylem, günlük yaşantımızda herhangi bir tutuma da indirgenebilir. Heretic filmindeki Reed de bir inanç bulmanın önemli olduğunu fakat bunun kişisel bir yolculuk olduğunu hatırlatır. Bir doktrine inanmanın günlük yaşamımızdaki tutum, algı ve davranış biçimimizi yönlendirdiğini yazmamıza gerek yok gibi. Kişisel olan bu yolculukta, bulunan içsel doğruları bir diğerine dayatmanın, bir diğerine kurallar koymanın, filmde de üzerinde durulduğu gibi, ‘kontrol mekanizması’ olduğu açık gibi gözüküyor. Bir şeyin doğru olduğuna yalnızca bize hissettirdiği duygulardan değil, daha objektif bulgulardan hareketle ulaşmamız herkesin faydasına olmaz mı? Kendi inanç ve yaşam dünyamızı bir diğerine neden dayatalım? Bir diğerine yapacağımız en yararlı hareket onu düşünmeye itmek değil mi?
Filmde de Socrates tavrıyla “Ne kadar çok bilirsen o kadar az bilirsin” demiyor muydu Reed? Rahibeler daha filmin başında kendilerine söylenen şeyleri doğru kabul edip hayatlarına devam ettiklerine, kulaktan dolma bilgilere işaret etmediler mi? İnandığımız şeylerin yetersizliğini ne zaman kabul ederiz? İnanç ve inançsızlık arasında bir seçim yapmak zorunda olsak en büyük sorun, inandığımız şeyin nesnel olup olmadığını gözler önüne sermek olmaz mı? Bu sorun da kişileri aramaya itmez mi? Başkalarının doğrularını kabul etmemek ve o yönde yaşamama kararı almanın doğal bir tavır olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz. Belki de bu sayede algı dünyamızı genişletip, kendi yolculuğumuza çıkabiliriz. Belki kendi doğrularımızı sorgulayarak, çeşitlilik ve hoşgörünün artmasına yardımcı olabiliriz.
Kaynak:
Ponty, Merleau: Algılanan Dünya (2014, Metis Yayınları)