Hayal gücümüz bizi, çevremizden ve içinde yaşadığımız düzenden çekip çıkaracak kadar güçlü olabilir mi? Sıradan, git-gel hayatlarımızın anlamsızlığında kendine inandıran, kendimize ait, sınırsız bir algı dünyasının peşinden gidecek cesaretimiz var mı? I Saw the TV Glow tam olarak bu soruları sorduran bir film. Kimi insanların uzay-zaman algısı diğer insanlara göre daha farklıdır. Örneğin şizofren hastalarının, fiziksel dünyada görünmeyen şeyleri gördüklerini sandıklarını biliyoruz. Beautiful Mind (2001) ve Words on Bathroom Walls (2020) filmleri bu tarz insanları anlamamıza yardımcı olur. Ressamları da düşünelim. Fransız filozof Merleau Ponty’nin resim ve algı üzerine yazdıklarını okuduktan sonra, bazı zamanlarda da olsa yaşamı, bir ressam gözüyle deneyimlemememiz mümkün mü? 2024’ün en iyi filmlerinden olan I Saw the TV Glow, fantezi dünyasına dalmış, bu dünya ile günlük yaşam arasında sıkışmış iki karakteri anlatan apayrı bir deneme.

FANTEZİ-GERÇEKLİK-ÖZGÜRLÜK

Üstüne düşünsek de düşünmesek de görüntülerden etkileniriz. Filmdeki Maddy karakteri, The Pink Opaque denilen bir tv gösterisine takıntılı biri olarak yorumlanabilir fakat tam tersi. Maddy, kendisine çizilen kimliği reddetme, yaşadığı düzenden ve toplumsal normlardan kaçma isteği olan, kendi dünyasını yaratmak isteyen bir karakter. “Nasıl bildiğimi bilmiyorum ama burada kalmaya devam edersem öleceğimi hissediyorum” diyordu Maddy. Hayal dünyası gerçeklikten daha çekici geliyordu kendisine. Fantezi, Maddy için günlük yaşamdan kaçıp sığınılan bir yer değil aksine kendini bulduğu bir alan. Hayat, Maddy için şimdiki gibi olmamalıydı. “İçimizde sessizce yardım çağıran çığlığı” fark etmemizi istiyordu. Düzenden çıkmanın korkutucu ama bu korkunun, çıkışın bir parçası olduğunu hatırlatıyordu izleyiciye. Kaçmak istiyordu.

KENDİMİZ OLABİLMEK

Filmdeki Owen ise, “Maddy’nin delice düşündüğünü” söylüyordu ve kendisinin “toplumun üretken bir bireyi, yetişkin bir insan” olmak istediğini belirtiyordu. İçinde sakladığı hayal dünyasının farkında olduğu için “delirdiğini” düşünmeye başladığında Maddy, bunu diğerlerinin kendisini “ikna etme çabası” olduğunu söylemişti. Yine de Owen, kendinde her zaman bir gariplik olduğunu ve bu garipliğin, kendi kimliğini ve varlığını aramasını reddetmesinden kaynaklandığının da farkındaydı çünkü Maddy’nin haklı olabileceğini, kendisinin gerçekte başka biri olabileceğini, daha güçlü, daha güzel, toplumla aynı olmayan, otantik bir birey olabileceğini sorgulamasından anlayabiliriz. Maddy’nin, aynılık düşüncesini insan beynine kazıdıklarını ve böylece bizleri daimi bir tuzağın içinde tuttuklarını söylediğini hatırlayalım. Owen, Maddy’nin haklı olduğunu yaşlandığında, belki de son günlerinde anladığını, o sessiz yardım çığlığının ses bulduğu andan anlıyor gibiyiz. “Ölüyorum, ölüyorum” diye haykıran Owen’ın içinde Maddy’nin Dünyası’nı taşıdığını fakat kendi özgürlüğünden vazgeçtiğinin bir göstergesi olarak kavrayabiliriz. Maddy’nin sözleriyle, ne kadar beklersek “o kadar bunalacağız. Onları düşünmezsek bize zarar veremezler”. Onları düşünmezsek kendimiz olabiliriz.