TİP’in İkinci Kongresi, 20-24 Kasım 1966 günlerinde, Malatya’da yapılır. Yön gurubunun liderlerinden Doğan Avcıoğlu ve eski tüfek Doktor Hikmet Kıvılcımlı kongreye katılırken, Mihri Belli, Ankara’dan...
TİP’in İkinci Kongresi, 20-24 Kasım 1966 günlerinde, Malatya’da yapılır. Yön gurubunun liderlerinden Doğan Avcıoğlu ve eski tüfek Doktor Hikmet Kıvılcımlı kongreye katılırken, Mihri Belli, Ankara’dan izlemektedir görüşmeleri. Kongrenin Divan Başkanı Çetin Altan’dır. Delegeler, insanın saçlarını diken diken eden elektrikli bir ortamda konuşmalarını yaparlar. Sıra Mihri Belli sempatizanı, TİP Malatya delegesi Vahap Erdoğdu’ya gelir. TİP genel merkezini eleştiren konuşmasını tamamlayamaz Vahap Erdoğdu. Sıkı Aybar’cı Yaşar Kemal, konuşmacının üstüne yürüyüp onu tartaklamaya yeltenir. Ortalık bir anda karışır. Yaşar Kemal o kalın sesiyle, Vahap Erdoğdu’yu bozgunculuk yapmak ve provokatörlükle suçlamaktadır bağıra bağıra. Her ne kadar orada olmasa bile Mihri Belli için “Kovboy Mihri” diye sloganlar atılır Aybarcılar tarafından. Büyük tartışmaların yaşandığı kongre, “iyi niyet, iyi niyet” lafları arasında, genel merkezin baskısı altında, Aybarcıların üstünlüğüyle sona ermiş, muhalefetin Milli Demokratik Devrim savı reddedilmiş olsa da; partinin önemli isimlerinden Behice Boran’ın kongrede kullandığı söz, Türk sol tarihine çakılı kalmıştır: “Cehenneme giden yol da iyi niyetlerle doludur.”
Sonra “av” başlar. MDD’ciler ve diğer muhalifler ya istifaya zorlanır ya da ihraç edilir partiden. İşte bu noktada, Aybar’cı Hasan Hüseyin partide kalırken, MDD’ci ressam Balaban partiden ihraç edilir. Oysaki bundan sadece üç yıl önce, 1963 yılında, Hasan Hüseyin, Yön dergisinde Balaban için neler neler yazmıştır: “(Balaban) karamsar konulara eğilmiştir. Ama bu konuların işlenişi karamsar değildir. Umut vardır. O “umut”un resmini yapmıştır. Onda her şey büyük bir kavga içindedir. Figürleri “ağırbaşlı, hacimli, tesviyeden çıkmış gibi”dir, “ağıraksak”tır. Çünkü bizim halkımızın yaşayışı budur.” Aynı yıl yayımlanan Hasan Hüseyin’in ilk kitabı Kavel’deki -kapak dâhil- iç desenleri kim çizdi dersiniz? İbrahim Balaban tabi ki! Balaban bunu yaparken, Hasan Hüseyin boş mu duracak? O da iki yıl kadar başına geçtiği (1968-1970) Forum dergisinde sevgili dostu Balaban’ın yazı ve desenlerini yayımlar. Dostluğun güzelliğine bak!
Ne tuhaf şu edebiyat tarihi; yaklaştıkça küçüldüğümü hissediyorum o dünyanın karşısında. TİP’in Malatya Kongresi’nde neredeyse birbirlerine yumruk atacak hale gelen sanat ve kültür adamları, konu sanat olunca nasıl da güzel imecelere imza atmışlar. MDD’ci Balaban diyorum, Aybar’cı Yaşar Kemal'in “Köroğlu” romanını da resimlemiştir zamanında. Hatta Yaşar Kemal, 8 Kasım 1953 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Balaban’dan, onun her bir tablosunu bir türküye benzettiğinden söz eden harika bir yazı da yazmıştır. Gel de şaşma bu işe!
Bu noktada biraz soluklanıp, Balaban’ın Bursa TİP üyesi olduğu günlerde yaşadığı bir anıdan da söz etmek isterim.
“TİP Bursa İl Kongresi yapılırken üyeleri, tutucuların saldırısına uğramışlar. Bu saldırı sonucunda dört beş üye hastanelik olmuş. Ben üyesi olduğum halde, toplantıda bulunamamıştım. Bursa’daki patırtıyı, İstanbul’da, gazetelerden okudum. Olayın olduğu gün, bizim eve de saldırmışlar (…) Önce savcıyı aradım, bulamadım. Valiye ve Emniyet Müdürüne telefon ettim… Beni adliyede gören gazeteciler, benim Bursa’ya geldiğimi, Bursa’daki saldırganlara duyurmak için: “Balaban savcıya dostum dedi” diye bir başlık atıp yayın yaptılar (…) Yasaların yürütücüsü olan savcılar, öğretmenlerin evini taşlayanları, vatandaşların kafalarını yaranları, sanık olarak adliyeye getirmesinler mi? Ve savcıyız diye ilinde oturan bir ressama selam vermesinler mi? Özgür değil miyiz? Kendi emniyetimizi kendimiz mi kuracağız bundan böyle? (…) Bu gece ben sabaha kadar nöbet tuttum (…) Özgürlüğü heceleyip dururken bir arkadaş geldi. Onun evine de sarkıntılık ediyorlarmış. “Bu diyardan çek git” diyorlarmış. Bizim gibi üç beş kişi daha varmış evinde nöbet tutup bekleyen. Kocası gurbette olan bir kadın arkadaş da, evi basılınca bayılmış korkudan. Bu ülkenin emniyet kuvvetleri nerede? Bir gammazın ağzına bakıp, iki de bir beni tutup götüren jandarmalar, polisler nerede? Bunca polis ve jandarma kuvvetleri neyi korur? Cevabı gayet basit: Onlar fabrikaları, çiftlikleri, bankaları ve mağazaları korur. Ve onlar, oraların sahiplerini ve sahiplerinin sahiplerini korurlar.
Bir kısım serseri evimin önüne gelmiş, yine sövüp sayıyorlar şimdi. Kapım vurulmaya başlayınca savunmam saldırıya döndü. Dedemden kalma antika olarak duran eğri kılıncı çekince kınından fırladım dışarıya. Dışarıda cenk başlarken daha, bitiverdi yazık: Evimin çerçevesinde ben yokken iki gündür sövme talimi yapan bir kısım besleme sapık, bu günkü talimlerini kılıncı görüverince yarıda bıraktılar. Bizler evlerimizde huzur ve emniyet içinde oturabilmek için pencerelerimize demir parmaklıklar mı ördürelim? Ve duvarların diplerine sipere yatıp savunmada mı bekleyelim? (…) Hayır, kendi evimizi kendimize dam yapmayalım; çıkalım dışarıya! İşte ben çıktım; yüreğimi siper edip kendime. Şimdi iyice öğrendim: Özgürlük benden gelir, bana gider.” (Balaban, “İzdüşümü”, Öncü Kitabevi Yayınları, Mart 1969, 1. Baskı, sf. 73-74)
Balaban’ın çilesi bununla da bitmeyecek, TİP’in hüsrana uğradığı 1969 seçimlerinden sadece 5 ay önce, Adana’da açtığı resim sergisi; kendilerine ‘Komando’ diyen bazı gençler tarafından basılıp, resimlerinden bazıları çalınıp, bazılarıysa tahrip edilecektir.
“Kendilerine komando süsü veren 20’ye yakın genç dün geç vakit Belediye Şehir Tiyatrosu fuayesinde tanınmış ressamlardan İbrahim Balaban’ın sergisini basmış, Türkleri küçük düşürücü olduklarını ileri sürdükleri tablolardan bir kısmını kırmışlar, bazılarını da yanlarına alarak götürmüşlerdir (…) On günden beri binlerce kişinin gezdiği resim sergisinde her an hâdise çıkabilir nedeniyle tedbirli bulunan polis, kapanış günü ortalıkta görülmemiştir. Balaban eserlerini toplamaya başladığı bir sırada içeri giren gençler duvarlardaki tabloları alıp yere çarparak parçalamış, bazılarını da alıp götürmüşlerdir. Gençler bu arada ressam İbrahim Balaban’ı da tartaklamışlardır. Olay sırasında Balaban’ın “Ben de sizin kadar Türk’üm fakat hakikâtları canlandırıp dillendirmeme kimse mani olamaz. Beni öldürün fakat eserlerime dokunmayın” demiş ise de, sözlerini dinleyen olmamıştır.” (27 Mayıs 1969, Haber Ajansı’nın çektiği teleks haberi)
(Meraklısına Not: Bu sanat düşmanlığı, 29 Mayıs 1969 tarihli Pravda’da ve 2 Haziran 1969 tarihli London Times’da “Aşırı sağcıların demokrasiye yönelmiş tehdidi” manşetiyle dünyaca ünlü gazetelerde haber olur.)
Her ne kadar Hasan Hüseyin ve Balaban’ın siyasete bulanan fırçaları artık aynı rengi çizmese de, dostlukları çok sağlam temeller üzerine oturduğundan birbirlerinden kopmazlar.
“tüfeğini atışa hazırlayan bir er gibi dikkatli ve uyanıktı / mahkeme kararını dinler gibi kaşları çatık / yolunu iyi bilen bir yolcu gibi / güvenli adımlarla yürüyordu resimde / tok tok basıyordu kara toprağa / denizin yanındaydı yanıbaşında / çıplak dağlarını boyuyordu anadolu'nun (…) balaban bizim ressam / somun somun dağlarında anadolu'mun / şalvarlar kasketler yazmalar boyuyordu”
Aşağı yukarı aynı günlerde, Hasan Hüseyin de mahkemeye düşer. 1966 Aralık ayında yayımladığı “Kızılırmak” şiir kitabı nedeniyle Türk Ceza Kanunu’nun 142. Maddesi uyarınca tutuklanır. Kırk gün Merkez Kapalı Cezaevinde tutuklu kaldıktan sonra beraat eder. 25 Kasım 1968 tarihinde, üç yıl ağır hapis ve sürgün cezası alır. 10 Eylül 1969 günü Yargıtay 1. Ceza Mahkemesi tarafından mahkûmiyet cezası kaldırılır. Hikâye bu denli kısa ama biraz ayrıntıya girersek, tuhaf şeylerle karşılaşırız.
“29 Ocak 1967. Pazar. Hasan Hüseyin, TİP’in düzenlediği gece için monolog, diyalog, güldürülü bir şeyler hazırlamaya çalıştı. Yazdı, çizdi, beğenmedi. Şöyle eğlenceli bir şeyler olsun istiyordu (…)
30 Ocak 1967. Pazartesi. Saat 14. Dergide çalışma günü. Hasan Hüseyin, “Savcılığa kadar gidip geleyim” dedi muhabirlere ve çıktı. Kar atıştırıyordu (…) Suratsız bir gün. Basın Savcı Yardımcısı çekti masanın gözünü, çıkarttı bir dosya. Kızılırmak, sayfa sayfa, dize dize çizilmişti kırmızı kalemle. “Bilirkişi suç buldu kitapta” dedi Savcı. “Olamaz” dedi Hasan Hüseyin. Tutanak yazıldı, imzalandı. “Bi dakka” dedi Savcı, danışmaya gitti. Döndü: “Bi dakka bekleyin dışarda”. İyi ya… Beklemeye durdu Hasan Hüseyin. “N’oluyor?” dediler salondakiler. “Bilmem” dedi, Sulh Ceza Yargıcının kararı: “Tutukluyorum.” Soğuk. Buz. Karanlık. “Fakat…” Hapisanenin kırmızı arabası, Hasan Hüseyin’i alıp götürdü. Ankara Merkez Cezaevine soktu.
9 Mart 1967. Hasan Hüseyin, Merkez Cezaevinin 9. koğuşundan alındı, bileklerinde demir kelepçe. Adliye koridorlarını dolduran kalabalığın arasından güçlükle geçirilerek Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi salonuna getirildi. Savunma avukatları: Halit Çelenk, Niyazi Ağırnaslı, Minnetullah Haydaroğlu. Savunma uzun ve coşturucuydu.
“Bu bilirkişi raporu, eti için bülbül öldüren bir avcı insafsızlığıyla hazırlanmıştır. Kabul etmiyorum, reddediyorum!”
Mahkeme, Hasan Hüseyin’in ‘tutuklu olmayarak’ yargılanmasına, yapıtın, yeni bir bilirkişi kuruluna incelettirilmesine karar verdi (…) Bir hafta sonra, Avukat Niyazi Ağırnaslı’ya bir motosiklet çarptı, ölümün kıyısına bıraktı değerli hukukçuyu.
İkinci bilirkişi kurulunun üç profesörü, oybirliğiyle, Kızılırmak’ta, 142. Maddeye göre suç bulunmadığını bildirdi. Savcı, üçüncü bir bilirkişi istedi. Üçüncü bilirkişi kurulunun üç profesöründen ikisi, Kızılırmak’ta, 142. Maddede tanımlanan suçun bulunmadığını bildirdi. Savcı, yine de Hasan Hüseyin’in mahkûmiyetini istedi. Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi, Hasan Hüseyin Korkmazgil’i üç yıl ağır hapis, ayrıca sürgün ve ‘medeni haklardan memnuiyet’ cezasına mahkûm etti: 25 Kasım 1968.
10 Eylül 1969. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, mahkûmiyet kararını esastan bozdu. Hasan Hüseyin’i vekili Halit Çelenk savunmuştu (…) Ozan, o günlerde, TİP milletvekili adayı olarak, Çorum köylerini dolaşıyordu.”
“ölmek bir şey değil dostlar / her gün ölmek güç / açlık / o başka ölüm / açlık korkusu beter / ne atom ne hidrojen ne yangın / dağları dümdüz etmeye dostlar / aç çocukların çığlığı yeter”
Balaban da Hasan Hüseyin’in hapse atılması üzerine bir yazı yazar.
“Geçenlerde şair kardeşim Hasan Hüseyin Korkmazgil’i (…) “Kızılırmak” şiir kitabından ötürü dama attılar. Yargılanma sonunda salacaklar şüphesiz. Vurgunculara göre biz hepimiz suçluyuz. Düşünen kafa, söyleyen dil, yazan ve yakıştıran el, hepsi suçlu… Biz şiir, roman ve öykü yazanlar; bir resim, heykel ve ev yapanlar; biz çift sürüp harman savuranlar; fabrikalarda ve tüm maden ocaklarında uslu uslu çalışıp dururken, dağdaki kırk haramiler düze inmiş haberimiz ola!
Duyduk duymadık demeyin! (…) Bugünlerde yeni bir ceza kanunu tasarısı hazırlamışlar. Adı da “Temel Hak ve Hürriyetleri Koruma” imiş. Kimin özgürlüğünü kimden koruyacak bu kanun? Belli… Bizim değil ya; kanunu yapanların!
Kanun bir çıksın da gör; önce beni atarlar dama: “Bu öküzlerin boynuzlarını niye orak’a benzettin?” diye sorarlar. Nasıl cevap veririm onlara: “Kem küm…” Onlar beni dinler mi sanki: “Sus, anlaşıldı! Al sana yedi yıl ceza!”… “Amanın etme eyleme!” “Amanı zamanı yok! Bu dağı, neden Stalin’in bıyığına benzettin?” “Kem küm…” “Yeter, sus! Gereği düşünüldü. Al sana yedi yıl daha!”
Beni bu denli tartaklayıp durularken sizi boş mu bırakırlar sanki? Nerede halk öncüsü varsa; ressamlardan, şairlerden, romancılardan yazarlardan ve tüm aydınlardan kıpırdayanını dama tıkacaklar.
Görmek ve düşünmek suç mu olacak bundan böyle? Gülmek ve ağlamakta mı? Gelin yazar kardaşlarım, ressamlar, öğretmenler, öğrenciler gelin! Gelin köylülerim, işçilerim gelin de, gülmekle ağlamayı tutsaklıktan kurtaralım!” (İbrahim Balaban, “İzdüşümü”, Öncü Kitabevi Yayınları, Mart 1969, Birinci Baskı, sayfa 72)
“anasının göçtüğü gün güzelim dünyamızdan / yani vurulup düştüğü gün bedrettin cömert'imizin / anasının portresine başladı / balaban bizim ressam / bir avuç toprak aldı seçköy'den / koydu ortasına tuvalin / bir avuç çeşme suyu / çınarlı / ve başlayıp bitirdi / portresini anacığının / baktım / tıpkı anamdı / analarımız”
Biz gene TİP’e, TİP’in içindeki kaynaşmalara dönelim.
Parlamenter sosyalizme inanan Aybar’cılarla MDD’ciler birbirine diş sıkarken, TİP’in içinde önemli bir güç kaynağı olan sol üniversite gençliği de huzursuzdur. 1961 Anayasasının üniversitelere sağladığı özerklikle birlikte, her türlü düşüncenin incelenip tartışıldığı, öğrencilerin siyasetle bire bir ilgilendiği bir ortam oluşmuştur. 27 Mayıs’a uzanan yolda önemli etkileri olan TMTF, MTTB, TMGT gibi öğrenci örgütlenmelerin yanında sosyalist öğrencilerin girişimleriyle kurulan üniversite fikir kulüpleri 1965 yılında merkezi bir çatı altında birleşerek Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) adını alır. Hepsi TİP üyesi ya da sempatizanı olan sosyalist gençler tarafından kurulan FKF, Türk siyasi tarihinde unutulmaz eylemler yapacaktır.
Toplumsal muhalefetin diğer bir halkasını oluşturan işçi sınıfı için örgütlülük yolundaki en önemli aşaması ise, 13 Şubat 1967 tarihinde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşu olur. TİP’e üye sendikacılar tarafından kurulan DİSK, aynı zamanda, ABD tarafından Türk-İş’e kabul ettirilen “Partiler üstü ve siyaset dışı sendikacılık” anlayışına da bir tepkidir.
Türk solunun kazanındaki su fokur fokur kaynamaktadır.
TİP’in ana tavrı kabul edilen “Güleryüzlü Sosyalizm” savı, 1968 Prag Baharı olarak tarihe geçen, Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgalinde yerle bir olur. Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali karşısında alınması gereken “doğru tavır” sorunu da Türkiye solunda yeni bir bölünme yaratır. Eski sol, güleryüzlü sosyalizm savını ortaya atan Çek lider Dubçek’in emperyalizme alet olduğunu söyleyerek Sovyetlerden yana tavır alırken; TİP, Çekoslovakya’nın işgalini kınayan bir bildiri yayımlar. TİP’in sindirici, parlamentarist açmazı, dünyanın aleve verildiği bu günlerde kanı kaynayan gençlik hareketinin zamanla MDD çizgisine yönelmesine neden olur. MDD ve FKF arasında yaşanan bu yakınlaşma, TİP’in uzun vadede tabanında büyük bir erimeye yol açacaktır.
Hasan Hüseyin’in bu kez Çorum’dan milletvekili adayı olduğu Ekim 1969’da yapılan genel seçimlerde TİP’in oy oranı yüzde 2,7’ye geriler. 239.000 oy alarak yalnız iki milletvekilini meclise sokabilir TİP. Bu sol çevrelerde tam bir hayâl kırıklığıdır. FKF, 1969 yılında Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) adını alır. Federasyon, üniversite sınırlarını aşarak siyasal bir güç haline gelir. Dev-Genç liderleri, TİP’i pasifist ve reformist bir parti ilan ederek, partiye açıkça cephe alır.
Türk solu böylesine tartışmalara gömülmüşken, 1970 yılında, Türk sosyalist hareketini derinden sarsan bir olay yaşanır. Süleyman Demirel’in başında olduğu Adalet Partisi iktidarının, sendika yasasında yapmayı tasarladığı değişikliği protesto etmek amacıyla başlayan ama çok daha radikal ve geniş kapsamlı bir gösteriye dönüşen 15 -16 Haziran olaylarında binlerce işçi sokaklara dökülür. DİSK’e bağlı sendikaların öncülüğünde başlayan direnişe, Türk-İş’ e bağlı bazı sendikalar da destek verince, iki gün boyunca İstanbul’da hayat felç olur. Hükümet sıkıyönetim ilan eder. Disk yönetiminin "Direnişe son verin" çağrısına uyan işçiler fabrikalarına geri dönerler ama işçilerle asker ve polisler arasında çıkan çatışmalarda bir polis ve üç işçi hayatını kaybetmiştir.
15-16 Haziran olayları, Türk solu içinde yaşanan tartışmaları bitiren kanlı bir olay olarak tarihe yazılır. Bu büyük ve bağımsız işçi hareketi, işçi sınıfının toplumsal varlığı ve bilinci konusunda yapılan tartışmaları noktalar. Başından beri stratejisini işçiler üzerine kuran TİP, bu olaylar sırasında iyice güçsüzleştiği ve bölündüğü için etkisiz kalır. MDD çizgisini benimseyenler ise her fırsatta dile getirdikleri “Ordu-Gençlik El Ele” sloganının bu olaylar sırasında işe yaramadığını görür.
12 Mart 1971’de, TSK, Cumhurbaşkanı ve Meclise verdikleri bir muhtıra ile sivil hükümeti, ülkeyi “anarşi, kardeş kavgası, ülkeyi sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sürüklemek ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş” olmakla suçlayarak, eğer hükümet acilen gereken tedbirleri almazsa silahlı kuvvetlerin “kanunların kendisine vermiş olduğu, Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareye doğrudan doğruya üzerine alacağını” belirtir. Bunun üzerine Süleyman Demirel’in Başbakanlığındaki AP hükümeti istifa eder. Yeni hükümet ordu güdümünde, eski CHP’li Nihat Erim başbakanlığında kurulur. 12 Mart yönetimi, ilk olarak 1961 Anayasasını değiştirerek solun yükselmesinin hukuksal zeminini ortadan kaldırma yönelimine girer ve sol bir daha kendisini toplayamayacak kadar büyük bir yara alır. 20 Temmuz 1971 tarihinde TİP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılır ve parti yöneticileri 12,5 ila 15 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılır.