Yürekte sevginin bittiği yerde başlar Cehennem
Perde kurdum, ışık yaktım.
Açıldı Bursa’da bahtım.
Ulu Cami yapısında,
...
Yürekte sevginin bittiği yerde başlar Cehennem
Perde kurdum, ışık yaktım.
Açıldı Bursa’da bahtım.
Ulu Cami yapısında,
Rastladım bir tuhaf adama!
Adı Karagöz, kendi derbeder…
Biz konuşunca, etraf seyreder.
Padişah sordu:
“
Neden işler yürümez acep?”
Dediler: “Bu iki kişi sebep!”
Padişah köpürdü.
İkimizin de başını götürdü.
Bunu duyan Şeyh Küşteri,
Yaptı deriden birer sûret,
İşte Karagöz ile Hacivat, seyret!
Mümtaz Ener için yapılan jübile gecesinin son etkinliğini Naylon Nigâr, işte bu çok bilindik tekerlemeyle açmış olmalı! Çünkü geleneksel tiyatromuzun en temel özelliklerinden biri, izleyecekleri oyun hakkında seyircinin hazırlanmasıdır. Her ne kadar ortaoyunu sunumu gerçekleşecek olsa da, Karagöz perdesinin bu ünlü tekerlemesi seyircinin bayıldığı bir şeydir. Zaten ortaoyununun temel tipleri olan Pişekâr, Karagöz oyunundaki Hacivat’ın; Kavuklu ise Karagöz’ün karşılığıdır. Ortaoyunu denilen de; geleneksel gölge oyunumuz Karagöz’ün; etiyle, kanıyla gerçek oyuncularla gerçekleşmesinden çok da farklı bir şey değildir özünde.
Oyunu hazırlayan Ferdi Tayfur’dur. Tayfur, tanıtım ilânına, yaptığı bu işin bir “Modern Ortaoyunu” olduğunu yazmıştır. Ne demek modern ortaoyunu? Bunu anlamak için önce klasik ortaoyununun ne olduğuna bir göz atalım.
Konunun uzmanı kabul edilen Cevdet Kudret şöyle özetler ortaoyununu
: “Dört bir yanı fırdolayı seyircilerle çevrilmiş bir meydanda, belli bir konunun havasına uyularak, fakat herhangi yazılı bir metne bağlı kalınmadan, canlı oyuncularla oynanan doğmaca (irticalî, tulûâtlı) bir oyundur. Bu oyun, belli bir vakanın çevresinde örülmüş çalgı, şarkı, raks, taklit ve konuşmalardan birleşiktir.” (Ortaoyunu, Cevdet Kudret, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1973, sf. 1)
Korkmayın, uzun uzun ortaoyununu anlatacak değilim size: bizi ilgilendiren şey, “metne bağlı kalınmadan oynanan bir tür” denilen bölümdür daha çok! Evet, ortaoyununda doğaçlama esastır ancak; bu kuralsızlık anlamına gelmez. Seyircinin beklentisi de bu yöndedir. Yani söz oyunları, hazırcevaplık, yanlış anlamalar ve şive taklitlerinden yararlanarak güldürü arar ortaoyuncusu.
Oyuncu deyince, aklınıza büyük kadrolu bir yapı da gelmemeli. Çünkü ortaoyunu asıl olarak Kavuklu ve Pişekâr adlı iki temel oyuncu ve onları destekleyen; Tuzsuz, Matiz, Külhanbeyi, Efe, Zenne, Cüce, Kambur, Çelebi gibi, her biri -değişmez özellikleriyle- bir insan tipini temsil eden oyun kişilerinden kuruludur. Ortaoyununda farklı meslek, yöre ya da başka uluslardan olan tipler, kendi şiveleriyle konuşarak oyuna katılırlar. Kastamonulu Oduncu Himmet, Kayserili Bakkal Mayısoğlu, Rumelili Hüsmen Ağa, Kürt Hamal Haso, Arnavut Celep Bayram Ağa, Acem Tüccar Cebbar Ağa, Arap Hacı Fettah ya da Yahudi Kuyumcu Azarya Efendi, zaman zaman seyirciyi güldürmek için ‘meydana’ çıkarlar.
Ortaoyunu dört bölümde sunulur seyirciye: Giriş, Muhavere (Tekerleme), Fasıl (Asıl hikâye) ve Bitiş. Dekor olarak da; “yenidünya” denen bir paravana ile “dükkân” denen bir tezgâh veya birkaç iskemle yeter ortaoyunu için…
Şimdi gelelim Naylon Nigâr’a!
Tiyatro konusunda okuma yapan ya da geleneksel Türk tiyatrosu üzerine çalışanlar bilecektir hemen; birçoğu, Ramazan eğlencelerinde, bayramlarda, düğünlerde, kır eğlencelerinde meydan, büyük çayırlıklar gibi alanlarda oynanmış olan ortaoyunu metinleri, çalışkan birkaç araştırmacı sayesinde yazılı bir kaynak olarak kayıt altına alınmıştır zaman içinde. 1950 yılından sonra bilimsel bir formla incelenen tiyatro eserlerini değerlendirmeye alamayacağımıza göre; jübilenin yapıldığı 1950 yılından önce yapılan çalışmalara çevirmeliyiz gözümüzü.
1950’den önce, tiyatro araştırmalarını kayıtlamış iki isim çıkar karşımıza: Refik Ahmet Sevengil ve Selim Nüzhet Gerçek! Kuşkusuz birçok değerli tiyatro adamının, dönemi içinde dergi ya da gazetelerde yayımladığı yazıları da çok kıymetlidir (Vedat Nedim Tör, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Muhsin Ertuğrul gibi) ancak; derli toplu, kitap halinde kaynakça haline getirilmesi zaman alacaktır. Bunları niye mi anlatıyorum? Çünkü Naylon Nigâr’ın sahneye getirilmesinde, bu kaynakçalardan birinin etkisi olduğuna inanıyorum da ondan!
Selim Nüzhet Gerçek’in, 19 Ekim 1939 tarihli Yeni Sabah gazetesinde, “Eski Ramazan Geceleri” başlıklı köşesinde (6) kod numarasıyla bir yazısı yayımlanır. Bu (6) numarası, yazarın, geleneksel tiyatro tarihimiz adına kaleme alınmış daha önce beş parça yazısının daha olduğunu gösterir. Ancak tam da bu yazı gerekmektedir bize: “Ortaoyunlarının En Meşhuru Olan ‘Kanlı Nigâr’ Oyunu” başlıklı bu yazı!
“
Zurna Pişekâr havası çalarken Pişekâr gelir ve meydanı bir defa dolaştıktan ve iki eliyle temennah ettikten sonra “Kanlı Nigâr oyununun taklidini aldım. Çalsın çalgıcılar, huzura temaşa ettireyim” der ve meydanın bir kenarına çekilir. Zurna Kavuklu havası çalmaya başlar. Kavuklu, arkasında Cüce (ile)
sendeleyerek gelir. O da bir-iki defa sendeleyerek meydanı dolaştıktan sonra …”
Kanlı Nigâr adlı oyun halk arasında çok sevilen, artık klasik sayılan bir oyundur. İlk olarak, asıl adı Mehmet Muhittin Sevilen olan ama ‘Hayâlî Küçük Ali’ olarak tanınan Karagöz ustası tarafından gölge perdesinde oynatılmıştır. Ancak, yıllar sonra, 1968’de, Sadık Şendil (1913-1986) tarafından yazılan aynı isimli metin daha çok tanınmaktadır nedense.
(Meraklısına Not: 1886 yılında İstanbul’da doğar Hayâlî Küçük Ali. 7 Aralık 1974’de de Ankara’da ölür. Ünlü Karagözcülerden Hayâlî Saraç Hüseyin’in yanında Karagözcülüğe başlayan Hayâlî, ilk kez 14 yaşındayken Karagöz oynatmıştır: “Hımhımlı Mandıra”. Cumhuriyet sonrasında Atatürk'ün huzurunda gösteri yapmış ve onun tarafından da desteklenmiş bir sanatçıdır aynı zamanda. 60 yıla yakın Karagöz oynatarak bu oyunun üstatları arasına giren, 20 yıl Ankara Radyosunda Karagöz oynatan; Milli Kütüphane’de 277 adet tasviri ve 1 adet perdesi bulunan Hayâlî Küçük Ali’nin, Milli Kütüphane müzik bölümünde de 19 ses bandı bulunmaktadır.)
Oyunun konusu son derece basittir: Tutucu toplumda çok da iyi gözlerle bakılmayan Nigâr’ın evi yanmıştır. O da sermaye kızlarıyla birlikte yeni bir kiralık ev aramaktadır. Kavuklu ona bir ev bulur. Konağın sahibi Agâh Efendi, Nigâr’ın soylu bir aileden gelen namuslu dul bir hanımefendi olduğunu sanmaktadır. Oysa o;
“nice canlar yakmış, nice ocaklar söndürmüş; doğru basmaz çil horozun kızı cihanyandı Kanlı Nigâr”dır. Alacaklıları çok geçmeden Nigâr’ın izini bulacaktır. Bu arada Nigâr’ın da Agâh Efendi ile görülecek bir hesabı vardır. Yaşamı boyunca erkeklerden çok çekmiş olan Nigâr, tanıştığı adamlara çeşitli tuzaklar kurmakta ve onları zor durumlara düşürerek eğlenmektedir. Sahte sofulukla, hayatın acımasız yüzünün hesaplaşmasıdır Kanlı Nigâr.
“
Çelebi- Aman hanımlar affedersiniz, ben hata ettim.(Götürürler, içerden tokat, değnek sesleri)
Çelebi - (Ağlar gibi) Aman rica ederim, bari soymayınız (Soyarlar, bir don bir gömlek atarlar.)
Çelebi - Aman donuyorum (Titrer) Dı dı dı dı…
Karagöz - (Gelir) Bu da kim, sen kimsin?
Çelebi - (Titrer) Felaketzede üryanım, dı dı dı dı
Karagöz - Anlamadım ya neden böyle soyundun, pehlivan mısın?
Çelebi - İki aşiftenin gazabına uğradım.
Karagöz - Aşağı mahallede kazan mı kalayladın, kalaycı mısın?
Çelebi - Hayır baba, şu karşıki evde iki kadın var, onlar beni soydular, dövdüler, beni bu hale koydular.
Karagöz - Vay utanmazlar, onların adları ne?
Çelebi - Birinin adı Kanlı Nigâr.
Karagöz – Ya öteki?
Çelebi - Salkım İnci, aman babacığım benim elbiselerimi al sana çok çok para veririm.”
Kanlı Nigâr oyununun tam metnini merak eden varsa, Mehmet Muhittin Sevilen’in (Hayâlî Küçük Ali) yazdığı ve Milli Eğitim Basımevi tarafından 1969 yılında basılmış Karagöz adlı kitabını edinebilirler.
Karagöz ve çıplağı, Hacivat ve çıplağı, Çelebi ve çıplağı, Kanlı Nigâr, Salkım İnci, Mercan ve çıplağı, Beberuhi ve çıplağı, Tuzsuz Deli Bekir ve çıplağı ile Uzun Efe tasvirlerinden oluşan orijinal Kanlı Nigâr hayâl perdesi oyunu, o kadar sevilir ki; dönemin Cumhuriyet değerleri ve gericilik akımları arasında süren çekişmeyi eleştirmek için ‘iyi bir fırsat’ olarak görülür jübile gecesini hazırlayanlar için! Bir “satir” olarak da eşsiz malzeme sunmaktadır üstelik. Kanlı Nigâr bir anda olur sana “Naylon Nigâr.”
Önemli olan oyunu olduğu gibi oynatmak değildir çünkü. Önemli olan Karagöz oyunlarının en temel özelliği olan doğaçlama geleneğini kullanarak oyunun temel örgüsünü bozmadan uygun yerlerine güncel espriler ve motifler ekleyerek ilgi çeker bir hale getirmektir. Sahtekârlık ve yaşam mücadelesinin acımasız gerçeklerini Kanlı Nigâr’dan, -özür dilerim- Naylon Nigâr’dan daha iyi anlatacak bir oyun var mıdır?
Tevhid Bilge’den Aziz Basmacı’ya, Vahdi Ersin’den Hulûsi Kentmen’e, Muzaffer Hepgüler’den Necdet İnce’ye, Rauf Ulukut’tan -jübile ilânında sadece “Münir” yazılan genç yetenek, o zaman 25 yaşında olan- Münir Özkul’a… Naylon Nigâr adlı ‘modern’ ortaoyununda hangisi Pişekâr hangisi Kavuklu oldu acaba? Ne yazık ki bu konuda tek bir iz bile yok tarihimizde. Ben de tutup, olamayacağından emin olduğum oyuncuları eleyerek, Pişekâr’la Kavuklu’ya ulaşmayı denedim.
Naylon Nigâr oyuncularından ilk elediğim Münir (Özkul) oldu. Çünkü bu kadar ustanın arasında, 25 yaşına yeni girmiş bir ‘tıfıla’ verirler mi bu rolleri? Sonra hemen ardından, Necdet İnce’yi eledim; çünkü oyunculuk yaptığı yıllarda bile lakâbı “Zenne Necdet”miş. Oynadığı her filmde zenne rolüne çıktığı ve rolü çok başarıyla oynadığı için verilmiş bu lakâp kendisine. Raşit Rıza ve Ses Tiyatrolarında oyuncu olarak hizmet veren Necdet İnce, bunlardan başka İstanbul Film’in uzun yıllar aksesuar sorumlusu olarak da çalışmış. Bu oyunda da olsa olsa bu yeteneğinin kullanıldığı bir rolde değerlendirilmiş olmalı diye düşündüm! 1908’de doğan İnce’yi, 1978’in ilk günü kaybettik.
Vahdi Ersin’in de Pişekâr ya da Kavuklu olacağını sanmıyorum. Neden? Çünkü oyunculuğu çok yenidir Ersin’in. O, İkinci Dünya Savaşı’nın feci günlerinde Nahiye Müdürlüğü’nde kâtiptir. Halkevi sahnesinde amatör oyunculuk denemeleri vardır ama asıl olarak, yaptığı “inanılmaz” Arap taklidiyle sinemacıların dikkatini çeker Ersin. Emin olamadım ama -sanırım- ilk filmi de, Ferdi Tayfur’un yönettiği, Kerim’in Çilesi adlı filmdir. Daha önce çekilen hiçbir filmde adını göremedim; o film de 1947 yapımı olduğuna göre, Vahdi Ersin de olamaz Pişekâr ya da Kavuklu.
Muzaffer Hepgüler’in de bu lokomotif rollerden birinde değerlendirilmiş olma olasılığı düşük bana kalırsa. Çünkü 1918 doğumludur, yani henüz çok genç ve deneyimsizdir. O da Ses Tiyatrosu’ndan gelmekte ve profesyonel sahneye ilk çıkışı bu toplulukta, 1943 yılındadır. O da olamaz bana kalırsa!
Rauf Ulukut için de aynı şeyleri düşünmek mümkün! Her ne kadar 1915 doğumlu olması ya da 1944 yılından beri sinema filmlerinde oyunculuk etmesiyle diğerlerine göre daha avantajlı görünse de; 22 Kasım 1977 tarihinde, sahnede fenalaştıktan sonra kaldırıldığı hastanede 10 gün içinde öldüğü dışında hakkında neredeyse tek bir satır bulunmayan Ulukut’un da Pişekâr ya da Kavuklu olabileceğini zannetmiyorum.
Eleme sonucu dört oyuncu kalır geriye: 1919 doğumlu, Şişli Halkevi tiyatro sahnesinde yetişmiş Tevhid Bilge, 1912 doğumlu güldürü sanatçısı Aziz Basmacı, Hulûsi Kentmen ve S. Hazım Körmükçü!
“S.Hazım Körmükçü”nün adının neden listede yazıldığını anlamak mümkün değil; çünkü -eğer bir isim benzerliği yoksa- Darülbedayi’nin büyük oyuncusu Hazım Körmükçü ise bu isim; o, jübile gecesinin yapıldığı 1950 tarihinden 9 sene önce, 1941 yılında hayata gözlerini yummuştur. Ayrıca adının önünde görünen “S” harfinin de ne anlama geldiğini anlayamadım ben. Hazım Körmükçü’nün bir önadı olduğunu yazan hiçbir kaynağa da rastlamadım bugüne kadar. İsim benzerliği ise, o kişiyle ilgili de bir kaynak yok ortalıkta. Programın bu bölümü biraz kafa karıştırıcı!
Tevhid Bilge, o günlerde henüz 30’lu yaşlarının ilk günlerindedir. Kariyerinde, 1942 yılında, Safiye Ayla’nın ‘Kraliçe Mimoza’ olarak yükseldiği “Alabanda Revüsü”ndeki rolünden başka bir şey de yoktur. O yılın sonlarında sinema filmleri çekmeye başlayacak oyuncu; öldüğü, 1987 yılının 27 Ağustos gününe kadar setlerde bir ömür geçirecektir.
Geriye kaldı iki kişi!
Bana kalırsa; kocaman ağzı, patlak gözleri, ağzına sığmayan kocaman dişleri ve inanılmaz gülüşüyle Aziz Basmacı, ‘Kavuklu’ olarak sahne almıştır. Çünkü çok deneyimlidir, halk tarafından çok sevilen bir oyuncudur ve orijinal bir sesi vardır. Kıvrak bir oyunculuk ve gür bir sesle seyirciyi yerle bir etmeye en uygun olan ‘Kavuklu’ odur.
1 Ocak 1912 Selanik doğumlu Aziz Basmacı, 1933 yılında Ses Tiyatrosu’yla sahne hayatına atılır. Çeşitli tiyatrolarda ve kendi adına kurduğu toplulukta, güldürü ve esprileriyle ün yapan sanatçı onlarca filmde rol alır. Dönemi içinde hasılat rekorları kıran filmlerin birçoğunda onun adı vardır: Fabrikanın Gülü, Ayrı Dünyalar, Çifte Kavrulmuş, Darıldın mı Cicim Bana, Son Gece... 50’li yıllarda ‘halk komiği’ olarak yıldızlaşan, Film-San Vakfı’nın kurucusu ve onur üyesi de olan Aziz Basmacı, 14 Mart 1978 günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini kapatır.
Modern ortaoyununda görev alan ve neredeyse hepsi Ses Tiyatrosu’nda yetişmiş oyuncuların fotoğraflarına baktığımda; Pişekâr rolünün en çok, Aziz Basmacı’yla aynı yaşta olan, 1912 doğumlu Hulûsi Kentmen’e yakışacağını düşündüm nedense. Birincisi, Aziz Basmacı ile birlikte, topluluğun en deneyimli oyuncusu olması, ikincisi iri yarı, babacan görünümüdür. Kentmen de, Rahmi Dilligil tarafından kurulan Ses Tiyatrosu’nda yetişmiş bir oyuncudur. Her ne kadar 1961 yılına kadar Deniz Kuvvetleri’nde astsubay olarak görevli bir asker olsa da; üstlerinin hoşgörüsü sayesinde sahne çalışmalarına da katılmaktadır Hulûsi Kentmen.
Halkevleri’nde tiyatroya başlayan Kentmen, ilk olarak Burhan Tepsi Bey’in tiyatro topluluğunda profesyonel oyunculuğa adım atar. 1942'de çekilen ‘Sürtük’ filmiyle de sinema oyunculuğuna başlar. Pos bıyıkları, tatlı-sert babacanlığıyla hepimizin ‘iyi yürekli’ Hulûsi Kentmen’i, 20 Aralık 1993 günü aramızdan ayrılır.
Jübile gecesinde henüz çok genç bir oyuncu olan Münir Özkul’dan söz etmeden bu bölüm bitmemeli! Sanat hayatına henüz lise öğrencisiyken, 1940 yılında Bakırköy Halkevi’nde başlayan Özkul; 1948'de Ses Tiyatrosu’nda sahnelenen “Aşk Köprüsü” oyunuyla profesyonel olmuş; daha sonra Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki Küçük Sahne’ye geçmiştir. Ama asıl bilmenizi istediğim şey bu değil; Özkul 1968’de Altan Karındaş Tiyatro Topluluğu’nda oynanan Sadık Şendil’in Kanlı Nigâr oyunundaki rolüyle İlhan İskender Armağanı’nı kazanır. Bu başarısı üzerine İsmail Dümbüllü, Kel Hasan’dan devraldığı 50 yıllık simgesel kavuğu Özkul’a verir. (Özkul da bu kavuğu 1989’da Ferhan Şensoy’a devredecektir.) Yani jübile gecesinin genç oyuncusu, Tulûat tiyatrosunun sembolü olan kavuğu, 21 sene taşıyan bir oyuncuya dönüşmüştür zaman içinde. Ahhh, onun ağzından Haldun Taner’in “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” oyunundaki tiradı dinleyip de unutan olmuş mudur acaba?
“…
zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayâl olur kalırız. Görorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde!”
15 Ağustos 1925 günü doğan Münir Özkul’u, 5 Ocak 2018 günü kaybettik.
Mümtaz Ener’e yapılan jübile gecesinden bir tek soru kaldı aklımda: Saray Sineması gişesinden satılacağı duyurulan gecenin biletleri kaç paraya satıldı acaba?
Bir gazete ilânının peşinden yaptığımız bu uzun yolculukta bana eşlik ettiniz, çok yaşayın! Aklım erdiğince, elimden geldiğince size küçücük bir haberin içinden, her biri Türk tiyatrosu ve sinemasına hizmet etmiş onlarca sanat adamının kimi gülünç, kimi hüzünlü hikâyesini çıkarıp, anlatmaya çabaladım. Biliyorum; ne kadar uğraşırsam uğraşayım,
“Eee, anlattın da n’oldu?” diyenler de vardır içinizde. Ne mi oldu dostlarım? Susarak ortağı oldukları, korkarak insanlıktan çıktıktıkları bedelleri nasıl ödeyeceğini düşünmekten kurtardım onları! En azından uzunca bir süre… Şaşırdılar, üzüldüler, gülümsediler bazen yazdıklarımı okurken… Bunlar insancıl değerlerdir. Umutlu şeylerdir. Az şey midir, birine insan olduğunu hatırlatmak? İmece hikâyeleriyle onları baş başa bırakmak az şey midir?
Bakın bir şey daha söyleyeyim mi size; dünyadan şikâyetçiyiz ya hepimiz, neden biliyor musunuz? Çünkü dünya, kötülük yapanlar yüzünden değil, yapılana seyirci kalıp, hiçbir şey yapmayanlar yüzünden cehenneme dönüyor da ondan! Bilmiyorsanız bilin istedim! Cehennem de, insanın yüreğinde sevginin bittiği yerde başlıyor. Bu hikâyeleri bir kabın içine döküp karıştırın bakın, ne çıkacak ortaya: Aç bir köpeğe bir parça yemek vermek değildir yardımseverlik. Sen de en az o köpek kadar açlıktan kıvranırken, yemeğini onunla paylaşmaktır iyilik! Bu çıkacak yazıdan. İmecenin güzelliği çıkacak. Aşkla yapmak en güzelidir her ne yapıyorsak, bu çıkacak! Ben söyledim, siz duydunuz!
Bitti