Türkiye’nin iklim krizine hazırlık açığını kapatabilmek için, kangrene dönüşen bu sorunu geriye döndürürken toplumsal refah programlarını da geliştirmeyi amaçlayan bir yeşil adil dönüşüm çalışmaları yapılmalıdır
İklim değişikliğinin neden olduğu sorunlar su götürmez bir gerçek. Ne yazık ki Türkiye de bu sorunlara şahit olmaya başladı. Üç yıl önce yaşanan ani sel baskınları, kontrolden çıkan orman yangınları, toplu flamingo ölümleri, hidroelektrik potansiyelindeki kayda değer düşüş ve büyükşehirlerdeki su kıtlığı gibi sorunlara hızlı çözümler üretilememesi, Türkiye’nin iklim değişikliğinin getirdiği yeni gerçeklikle baş etmesi için gerekli politika araçlarına sahip olmadığını gösteriyor. Bu yüzden iklim konusunu Türkiye gündemine getirme, Türkiye’nin karşılaşacağı sorunlara karşı güçlenmesini sağlayacak politika önerilerini sunma ve devam edecek tartışmalara zemin hazırlama sorumluluğu hissedilmiştir. Çalışmanın geri kalanında da iklim değişikliğini “iklim krizi” olarak adlandırarak bu sorunun aciliyetine dikkat ummaktayız.
BU AÇIK NASIL KAPANIR?
Türkiye’nin iklim krizine hazırlık açığını kapatabilmek için, iklim krizini geriye döndürürken toplumsal refah programlarını da geliştirmeyi amaçlayan bir Yeşil Adil Dönüşüm geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye için bir Yeşil Adil Dönüşüm planının siyasi partilerin platformlarında kendine yer bulması, iklim politikaları konusunda akranlarına göre geride kalmış ülkemizde de karbonsuzlaşmanın hızlanması, iklim dayanıklılığının inşası ve ekonomik kırılganlıklara cevap verebilmek için bir anahtar olabilir.
Türkiye’deki adalet krizi, ekonomik ve diğer sosyopolitik krizlerden ayrı düşünülenemez. Yeşil yatırımlarla yaratılacak adil yaşam koşulları, ancak adil yasalar ve hukuksal düzenlemelerle güvence altına alınıp korunabilir. Türkiye’nin yeşil adalet krizi, diğer konulardaki hukuksuzluklardan ve Türkiye’deki genel toplumsal eşitsizliklerden bağımsız değildir ve bu sorunların şiddetini artıran etmenlerden demokrasi sorunlarından biridir.
Türkiye’de ekoloji tartışmalarının hukuki çerçevesine genel olarak baktığımızda ilk olarak anayasanın 5’inci maddesindeki devletin amaç ve görevleri arasında ülkede refah, huzur ve mutluluğu sağlarken “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” gibi hükümlere referans verilir ve 17. maddede tanımlanan yaşam hakkı ve 56. madde ile öngörülen çevre hakkını sağlıklı ve dengeli şekilde geliştirmek, çevrenin sağlığını koruma ve kirletmeme sorumluluğunu hem devlete hem de vatandaşa ödev olarak yükler.
Bütüne baktığımızda genel bir çerçevenin oluştuğunu söyleyebiliyor olsak bile anayasa hukuku yaklaşımı çerçevesinde Latin Amerika (Bolivya, Ekvador) örneklerinde görüldüğü gibi doğanın bütün unsurlarını eşit şekilde değerlendiren ve hakların doğanın bütün unsurları bakımından eşit şekilde tesisi için yargı yolunun ve kamusal sorumluluğun devreye girebilmesi adına toplumun bütün katmanlarına başvuru hakkı veren ve sorumluluk yükleyen yeni bir anayasa değişikliği önem taşımaktadır.
Türkiye’de çevre hukuku alanında gelişmekte olan Yargıtay içtihadı ile belirli ölçüde taksirli ve kasten kirletme suçuna ilişkin hukuki birikim oluşmuştur. Ancak burada çevre üzerinde önemli derecede tahribata neden olabilecek faaliyetlere ilişkin zaman aşımına dair bir değişiklik yapmak faydalı olabilecektir. Özellikle bütün dünyada kabul gören “kirleten öder” prensibine de referansla iddia edilebilir ki çevre üzerinde çeşitli ekonomik faaliyetler sonucunda oluşabilecek tahribatlar hali hazırda 6098 sayılı Borçlar Kanunu ve 2872 sayılı Çevre Kanunu hükümlerine göre değerlendirilebilmektedir.
Borçlar Kanunu’ndaki ilgili hükümler gereğince açılan tazminat davalarında ilgili fiil tahribatın gerçekleştiği tarihten başlayarak 10 yıllık bir zaman aşımına sahiptir. Çevre Kanunu’na göre ise kirletenin hukuki sorumluluğunda zamanaşımı, tahribatın taraflarca tespit edildiği tarihten başlayarak 5 yıldır. Ancak belirtmek gerekir ki tahribata neden olan faaliyet devam ettiği süre boyunca5 yıllık süre işlemeye başlamaz. Ancak yine de Türkiye’de rastladığımız örneklere baktığımızda çevreye zarar veren faaliyetlerin tespitine dair olumsuz ve belirsiz süreçlerde, konuya taraf olan sivil toplum örgütleri, idari organlar veya bölgede yaşayan vatandaşların çeşitli sebeplerle fiil ve faile dair tespitte yaşadıkları zorluklardan dolayı her şartta zaman aşımının çevre hukuku özelinde uygulanmaması faydalı olacaktır.
BİLİMSEL ÇÖZÜMLER
Sonuçta bilimsel olarak ölçümlerin tahribata ilişkin tespitte yetersiz kalmasının kuvvetle muhtemel olduğu bir alanda bir de taraflar arasındaki bilgi ve hukuki donanım asimetrisini düşündüğümüzde 2872 Sayılı Çevre Kanunu ile de tanımlanmış olan kirletenin kusursuz sorumluluğu prensibinin geçerliliğini sağlamak amacını etkin kılabilmek için zamanaşımına dair yeni bir çalışma yapılması gereklidir.
Buna ek olarak tehlike arz eden işletmelerin sorumluluğu hakkında Borçlar Kanunu ile belirlenen düzenlemelerin de ekoloji ve iklimin bir hak öznesi olarak tanımlanması çerçevesinde yeniden yorumlanması uygun olacaktır.
Bütün bu tartışmaların ışığında Türkiye’de anayasa hukuku çatısı altında doğa ile yeni bir sözleşme yapmamız aslında bütün bu hukuki süreçlerin doğrusal bir yönde ilerlemesine öncülük edecektir. Doğanın bütün bileşenlerinin eşit bir şekilde hukuki haklar temelinde ele alındığı bir çerçevede Aarhus Sözleşmesi gibi bir uluslararası sözleşme ile ihtiyaç duyulan hukuki enstrümanlara da ulaşılabilir.
Yasalarda temiz çevre ve dengeli iklim hakkı, insan hakkı olarak değerlendirilmelidir. Hukuki çerçevede doğanın bütün unsurları eşit şekilde muamele görecek hak öznesi olarak tanımlanmalı ve devlet politikaları bu çerçevede şekillendirilmelidir.
Türkiye’de çevre yasalarının kapsamı oldukça dardır ve hâlihazırdaki yasalar ya uygulanmamaktadır ya kirleticilere kesilen cezalar caydırıcı olmamaktadır ya da yasaların yaptırım gücü istisnai düzenlemelerle zayıflatılmaktadır. Zayıflatılma girişimlerine verilecek örneklerden biri, 2019 yılında uygulanmaya çalışılan, kömür santrallerine baca filtrelerinin takılmasının ertelenmesi düzenlemesidir. Bir diğer örnek ise, 2017 yılında torba yasayla geçirilmeye çalışılan ve Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarının hazırlanması için sadece 3 aylık süre tanıyan, rapor zamanında tamamlanmadığı takdirde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın otomatik olarak olumlu karar verdiğini varsayacak düzenlemedir.
İki girişimde de, kamuoyunun yoğun tepkisi üzerine geri adım atılmıştır. Fakat 2017 yılındaki torba yasa girişimi, jeolojik maden tetkik faaliyetleri için ÇED zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Var olan yasaların uygulanmamasına ilişkin örnekler de 2021 yazında Marmara Denizi’nde ve Ege Denizi’nde yaşanan ve birçok açıdan bölgeye ağır zararlar veren müsilaj krizi sayesinde kamunun dikkatini çekmiştir. Krizle ilgili kaydedilen görüntüler ve yurttaşların beyanları, denizlerin kıyısındaki birçok tesisin kirlilik sınırlarını dikkate almadan denizlere atık bıraktığını ve bölgedeki denetim eksikliklerini ortaya koymuştur.
Ancak kriz sonrası bölgeye gönderilen 300 denetimcinin birkaç haftalık bir süre içinde 6,5 milyon TL’yi aşkın ceza kesmesi de bölgedeki ihlallerin uzun bir süredir denetimsiz bir şekilde devam etmiş olabileceği kuşkusunu uyandırmıştır.
NEDİR BU HAKLAR?
Türkiye’de çevre yasalarında ve yasaların uygulanmasında eksikliklerin olduğu açıktır. Bu eksikliklerin kapatılması, temiz ve sağlıklı bir çevrede, dengeli bir iklimde yaşama hakkının da bir insan hakkı olarak değerlendirilmesi ve kirlilikten zarar gören yurttaşların insan haklarının ihlaline karşı veya doğa adına dava açabilmeleriyle mümkün olabilir.
Bu eksikliklerin kapatılması, Anayasa’nın 56. maddesinin kapsamının genişletilmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu kapsam, altı konu başlığı altında genişletilebilir:
(1) Temiz toprak hakkı,
(2) Temiz hava hakkı,
(3) Temiz su hakkı,
(4) Temiz içme suyuna ücretsiz erişim hakkı,
(5) Temel gıdaya ücretsiz erişim hakkı ve (6) dengeli bir iklimde yaşama hakkı.
Temiz toprak hakkı, hem toprağı işleyerek ürün yetiştiren çiftçilerin geçim kaynaklarını korumak, hem toprakta yetiştirilen ürünleri tüketen insanların sağlığını korumak hem de toprağın desteklediği diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından önemlidir.
Temiz toprak hakkının korunması için toprak kirliliklerinin yaşandığı bölgeler düzenli olarak takip edilmeli ve bu takip bilgileri kamuyla paylaşılmalıdır.
Temiz hava hakkını güvence altına almak, soluduğumuz havadan sağlığa zararlı maddelerin arındırılmasını amaçlar. Temiz hava hakkının tanınması, kirleticilere yarattıkları toplumsal maliyete eş değer ve hafifletilmemiş cezaların kesilmesini sağlayacak düzenlemelerin de önü açılabilir.
Temiz su hakkı, su kütlelerinin hem insanların çeşitli şekillerde kullanımına hem de doğal hayatın koşullarını iyileştirmeye ve bütünlüğünü korumaya uygun standartlarda olmasını içerir. Temiz su hakkı denizlerin, göllerin, nehirlerin ve yer altı sularının tamamını kapsamalıdır. Tüm su kaynakları insanların doğrudan tüketimine hizmet etmese de su kaynaklarının sağlığı ülkemiz için birçok yönden önem taşımaktadır.
SU KAYNAKLARIMIZ
Özellikle tarım ve turizm gibi sektörlerin devamlılığı ülkemizdeki su kaynaklarının sağlığına oldukça sıkı bir şekilde bağlıdır. Su kaynaklarındaki ve denizlerdeki, insanları doğrudan etkilemeyen kirlilikler de besin zinciri aracılığıyla da insanlara ulaşarak yine halk sağlığını tehdit edebilir.
Bu hakların hepsinin temelinde, kirlilik düzeyini belirlemekte kullanılan çevresel faktörlerin ve eşik değerlerinin bilimle beraber evrilmesi özellikle önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra, belirlenen sınırların dinamik olması ve zaman içinde düşürülmesi, kirletici sektörlerin teknolojik gelişmeleri takip etmesini ve benimsemesini teşvik etmek için önemli bir mekanizmadır.
Temiz içme suyuna ücretsiz erişim hakkı, tüm yurttaşların temel gereksinimlerini giderebileceği kadar ve içme standardında arıtılmış suya erişimini güvence altına alır. Söz konusu hakkın yasallaştırılıp korunması için şebekeye bağlantısı olmayan hanelerin şebekeye bağlanması, ek şebeke sistemlerinin ve yerel arıtma sistemlerinin kurulması, şebeke su artıma sistemlerine içme suyu standartları getirilmesi, su faturasını ödeyemeyen yurttaşlar için maddi destek programları ve su kesintisi yaşayan hanelere suyun ücretsiz olarak düşük tazyikle iletiminin devam etmesi gibi politikalar uygulanmalıdır.
Bunların yanı sıra kuraklık gibi doğal afet durumlarında veya insan kaynaklı çevre felaketlerinde kuyuları ve temel su kaynakları kuruyan veya kirlenen bölgelere tankerlerle su transferi güvencesi gibi acil durum politikaları, içme suyu hakkının iklim felaketleri altında da korunmasını sağlayabilir ve iklim dayanıklılığını destekleyebilir. Temel gıdaya ücretsiz erişim hakkı, sağlıklı gıdayı temel bir gereksinim ve hak olarak tanır ve her yurttaşın temel gıda ürünlerine erişimini garantiler. Türkiye’de sosyal yardım programları aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine gıda yardımları yapılmaktadır, ancak bu temel bir hak olarak henüz tanınmamıştır.
Bu hakkın insan hakları çerçevesinde değerlendirilmesi, Türkiye’nin gıda arz güvenliği, gıda sağlığı ve bütçeye uygun gıda fiyatlarını sağlamak için politikalar geliştirmesini de teşvik edecektir. Gıdaya erişimin “yardım” ve “bağış” çerçeveleri dışında görülmesi, bu hakkın insan onuruna yakışacak bir şekilde korunması ve uygulanmasına da yardımcı olacaktır.
Dengeli bir iklimde yaşama hakkı, son zamanlarda birçok ülkede davalar aracılığıyla bir insan hakkı olarak tartışılmaya başlanmıştır. Bu hak, dengesiz bir iklimin insanların diğer haklarını tehdit ettiğini ve sosyal adaletsizlikleri arttıracağını göz önünde bulundurmakta ve devletlere iklim dengesini koruma sorumluluğunu yüklemektedir. Türkiye’de henüz böyle bir tartışma olmasa da gençlerin kendi devletlerine açtıkları davalar diğer ülkelerde dikkat çekmiştir. Örneğin ABD’deki Juliana v. Birleşik Devletler davası, ABD hükümetinin iklim kriziyle mücadele etmeyerek davacıların anayasal ve kamusal haklarını ihlal ettiğini ve gelecek kuşaklara karşı ayrımcılık uyguladığını iddia etmektedir.
Ayrıcaı, 2019 yılında 16 çocuk iklim aktivisti, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 5 ülkenin, iklimi korumayarak Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini öne sürmüştür. Bu tür davalar, hukuksal tartışmaların dengeli bir iklimin hak olarak görülmesi yönünde evrildiğini göstermektedir. Türkiye’de dengeli bir iklimde yaşama hakkını güvence altına almalı ve yurttaşlarının iklim eylemsizliği durumunda devleti sorumlu tutabilmesinin önünü açmalıdır. Türkiye’de yapılacak bu tür yasal değişiklikler, aynı zamanda dünyanın geri kalanında da gözlemlenen ve gelişmekte olan, ekolojinin korunması konusunda kirleticilerin ve devletin yasal sorumluluk zeminini de hazırlamış olacaktır.
Kaynak: Gökçe Şencan, Dr. Fırat Akova, Anıl Kemal Aktaş