Canım da bir çay içmek istiyor ki, sorma! Yollardayım; çok sevdiğim Anadolu’nun yollarında. Sizi bilmem ama ben yollarda, özellikle de heybetli, dev ağaçlar altına kurulmuş köy kahvelerinde çay içmezs...
Canım da bir çay içmek istiyor ki, sorma! Yollardayım; çok sevdiğim Anadolu’nun yollarında. Sizi bilmem ama ben yollarda, özellikle de heybetli, dev ağaçlar altına kurulmuş köy kahvelerinde çay içmezsem; ora insanlarıyla sanki yüz yıldır kardeşmişim gibi iki laf etmezsem, o yolculuk tamam sayılmaz bende.
İki tarafını da yemyeşil ağaçların çevrelediği, yalnız ve yoksul köy yollarından geçiyorum. Köy adlarının yazılı olduğu tabelaları ezberlemek ister gibi tekrar ede ede ilerliyorum. 2017 Temmuz’unda, Burdur’un Yeşilova ilçesine doğru giden yoldayım bu kez. Aklımda Fakir Baykurt. Epeydir de direksiyondayım, azıcık belim ağrımış, çay içmeliyim. Önüme gelecek ilk köy kahvesinde duruyorum.
“Merhaba, bir çay alabilir miyim?” Kahvedekilerin kalbi gözlerinde sanki. Sımsıcak bir selamla karşılık veriyorlar bana. Hepsi birden ama... Çay da ne güzel geldi. Meraklı bakışlar içinde o çok sevdiğim muhabbet, çayda eriyen şeker gibi kendi kendine başlıyor.
“Fakir Baykurt’un memleketine uğramadan geçmeyeyim dedim de...”
“
Ahhh” çekiyor doksanına yakın bir amca.
“Bizim Fakir kadar fakirlik çeken biri daha yoktur şu dünyada dayım.” Kalbimde bir ısınma oluyor sanki...
“Siz Fakir Baykurt’u tanıdınız mı?” Söze, ayrılırken bana dağ kekiği ve taze nohut dalları veren kahveci karışıyor:
“Bak, şu ah çeken amca var ya, sana en iyi o anlatır Fakir’i. Çünkü onun dayısının oğludur.”... Aklım karışıyor bir anda; Fakir Baykurt’la ilgili bildiğim ne varsa, gelip başıma toplanıyor. Heyecanla masasına yaklaşıyorum amcanın, yanında biri daha var. O da oldukça yaşlı
.“Siz de akrabası mısınız Fakir Baykurt’un?””Yok” diyor,
“Komşusuyum ama onu tanıdım ben de. Adım İbrahim.”... Sonrası bayram gibi bir iki saat bana.
Fakir Baykurt’un dayısının oğlunun adı Mehmet Yılmaz. Fakir Baykurt’tan üç yaş küçükmüş. 1932 doğumlu. Akçaköy’de doğmuş ve köyünden neredeyse hiç ayrılmamış. Neredeyse her sözünün sonuna “dayım” sözünü ekliyor. Önce neden Fakir Baykurt’la ilgilendiğimi sordu. Onun peşinden buralara kadar gelmemi garipsemiş gibi baktı bana.
“Neden garipsediniz ki Mehmet Amca, bu ülke kaç tane Fakir Baykurt kadar güçlü yazar çıkardı ki?” deyince, sanki hoşlandı dediklerimden. İkinci çayları söylediğinden belli... Sonra kafama çivi gibi çakılan bir laf etti Mehmet Amca; “
Ahhh Fakir! Ne güzel bir adamdı. Kalemini hiç kıvırmadı dayım. Assalar derdi, assalar kalemimi kıvırmam!” Gözlerinde oluşan bir iki damla yaş parladı akşam güneşinde... Sonra, “Yılanların Öcü” filminin tam da oturduğumuz köy meydanında bulunan bir evde çekildiğini anlatmaya başladı. Ama ekledi;
“O ev yıkıldı gitti Elifçe halamın evi gibi. Şu gördüğün sonradan yapılma bir evdir.” Şöyle göz ucuyla eve baktım. Hiçbir özelliği olmayan sıradan bir beton yapı...
“Fakir Baykurt’un doğduğu ev duruyor mu?” dedim.
“Durmuyor ama yerini gösteririm istersen” deyince, kalbimdeki ısınma arttı. Yüzümde hissettim güneşi. Ben kazayla bir altın madenine denk geldiğimi düşünürken,
“Çayını iç de seni götüreyim dayım” dedi. Hayatımda herhangi bir çayı bu kadar hızlı içtiğimi hatırlamıyorum.
Oturduğumuz kahvenin meydana bakan yanından, İğdir’e giden yola saptık. 20 adım attık atmadık,
“İşte burasıydı” dedi. Ben ne aradığımı, ne düşündüğümü bilmeden o sarı otlarla kaplanmış daracık, üçgenimsi alana baktım kaldım. Bitişiğinde ve ardında iki toprak damlı ev ayaktaydı ama Fakir Baykurt’un doğduğu ev yoktu yerinde. Akıp gitmiş, toprağa karışmıştı sanki. Bir şey sormak için döndüğümde, Mehmet Amca’nın o otlarla kaplı boş araziye nasıl derin baktığını gördüm; sorumu yuttum ve gözündeki yaşı silerek toprağa gözünü dikmiş yaşlı adamı meraklı sorularımla rahatsız etmekten vazgeçtim. Bilmem ne kadar sessiz kaldıktan sonra,
“Fakir’in ağabeyi Gazi, bu daracık yerin bir köşesinde çarık tamir ederdi dayım, Elifçe halam altı çocuğuna da bakmak için her şeyi yapardı. Çok fakirlik çektiler dayım çoookkk” dedi kendisinin bile zor duyduğu bir sesle.
“
Başım sıfıra tutulmuş. Sırtımda sarı ceketim. Anam, Gönen’e geleceğim diye çal bezinden diktirdi. Ayağımda ağabeyimin diktiği çarıklar.” (Köy Enstitülü Delikanlı / Fakir Baykurt / Özyaşam-2 / Papirüs Yayınları / Nisan 1999 / s. 11)
Sordum;
“Sen neden gitmedin enstitüye Mehmet Amca?”...
“Bizim köyden çok giden vardı, olmadı işte” deyip savdı beni.
1943 yılının Mayıs ayında, Akçaköylü Tahir Baykurt 14 yaşındadır...Gönen Köy Enstitüsü dört yıldır öğrenci almaktadır. Tahir Baykurt, enstitünün beşinci yıl öğrencilerinden... Akçaköy’den dört kişi gider o yıl enstitüye: Hamide halanın ikizleri, Musluların Kel Hasan ve Tahir Baykurt...
“
İşte Gönen göründü. Isparta’nın Gönen köyü. Köy enstitüsü orada. Beş yıl okuyup öğretmen olacağım. İçimde iri gövdeli aslanlar dolaşıyor. He-heeey! Yelesi savrulan aslanlar! Öğretmen olacağım. İçinde yittiğimiz korkunç yoksulluktan kurtulacağız önce. İlk aylığımı anama veririm; kardeşlerime üstbaş alır, borçları öder. Kızkardeşim Zekiye gelin olacak; ona çeyiz düzer. Gazi ağabeyim evlenir.” (Köy Enstitülü Delikanlı / Fakir Baykurt / Özyaşam-2 / Papirüs Yayınları / Nisan 1999 / s. 9)
“
Bir de kütüphane var köyümüzde” deyiverdi aniden Mehmet Amca.
“Orası bir zaman Fakir’in eviydi. Sonra Kültür Bakanlığı’na armağan etti de, kütüphane yaptılar orayı.” Bir büyük şaşkınlık daha dalga dalga yüzümden geçiyor. Heyecanla,
“Köyünüzde kaç kişi yaşıyor ki? Nasıl, kitap okuyan var mı köyünüzde?”diye soruyorum.
“Yok, kitap okuyan pek yoktur. Köyümüz eskiden kalabalıktı, şimdi olsa olsa 280 kişi zor çıkar.” diye yanıtlıyor beni...
“Ama o kütüphane oradadır. Görmek ister misin?”... İstemem mi? Uzaksa arabayla götüreyim diyesim var ama Mehmet Amca yola düştü bile... Metal bastonunu arkasında sürüye sürüye beni köyün içine götürüyor. Yol kenarında kadınlar oturmuş. Selamlaşıyorum. Sorulan soru hep aynı:
“Fakir’e mi geldin?”
Kütüphaneye varıyoruz ama ne yazık ki, mesai bitmiş ve görevli kütüphaneyi kilitleyip evine yurduna gitmiş çoktan. Acaba, rica etsek, benim için açar mı ki? Köyün dışında Sağlık Evi’nin lojmanlarında kalırmış görevli. Gidelim mi, şansımızı deneyelim mi? Hadi gidelim. Doluştuk arabaya; Mehmet Amca, İbrahim Amca, bir de ben... Vardık lojmana. Tek ses yok. Bağır çağır, ses yok. Evin önünü arkasını tavaf ettik, hiç ses yok. N’edek, biz de dışarıdan bakarız Elif Nine Çocuk ve Halk Kitaplığı’na... Fakir Baykurt, sonradan yaptırmış bu evi. Bir süre de oturmuş. Sonra mahkemeler, politik süreç, TÖS , Almanya günleri derken ev kalmış bir başına. Sonra da Fakir Baykurt, Kültür Bakanlığı’na evi bağışlamış kütüphane yapılmak kaydıyla... Mehmet Amca, kütüphanenin içinde, hâlâ Fakir Baykurt’tan bazı anıların durduğundan söz etti yol boyunca. Kitap raflarından ve bahçesindeki ağaçları onun diktiğinden...
“
Bir ev yaparım kendime. Odalarında dolaplar,raflar. Raflar kitap dolu. İri gövdeli aslanların başını okşuyorum. Ant içer gibi bir daha, bir daha söylüyorum: “Öğretmen olup aylığa bağlanınca köklerimden kopmayacağım!” (Köy Enstitülü Delikanlı / Fakir Baykurt / Özyaşam-2 / Papirüs Yayınları / Nisan 1999 / s. 9)
Gönen Köy Enstitüsü’nde Akçaköylü çocuklar epey fazladır. Örneğin saptayabildiğim kadarıyla, Fakir Baykurt ve üç arkadaşı 1943 yılında enstitüye gittiklerinde onları köylerinden tanış oldukları çocuklar karşılar. Güzelliğinden ötürü ‘Sultan’ diye bilinen, Fakir Baykurt’un komşusu Şemsi Abla, Şemsi’nin kardeşi Ramazan, Ahmet, Baki, İsmail ve Bekir... Bölgedense başka tanıdıkları da vardır Fakir Baykurt’un; Yeşilovalı Mustafa Ali Sadak, İnar köyünden Hüseyin Akbaş gibi...
Dönemin Gönen Köy Enstitüsü eğitimbaşı Ayhan Karasu’dur. Disiplinli ve sert görünümlü Karasu öğretmen. Enstitüye girmek sınavla... Eğitimbaşı, Akçaköy’den gelenleri karşılar. Onlara, yeni boz giysilerden verip, yemek yemeleri için büyük sınıfların kümebaşı çocuklarına teslim eder.Sonra da sınava hazır olmalarını söyler. Sınav lafından endişelenen çocuklardan Kel Hasan’a takılır şaka yollu.
“Söyle bakayım, tavuğun yumurtası mı büyük, horozun mu?” Kel Hasan epey bir düşündükten sonra, Akçaköy’ce yanıtlar:
“Horazın!” Fakir Baykurt bu yanıta gülünce, Ayhan Karasu’nun dikkatini çeker bu davranış.
- Adın ne senin?
-Tahir. Seferberlik’te Yemen’e gidip dönemeyen amcamın adı...
-Burada okumak zor?
- Zor olsun, okuyacağım.
-Burada dersler sıkı! İş de var?
-Çabalayacağım.
-Burada insanın eli şişer, başı şişer.
-Sığır gütmekten zor mu öğrencilik?
-Ama beş yıl?
-Beş yıl olsun, okuyacağım.
-Beş yıl sonra öğretmen olacaksın ama 20 yıl zorunlu hizmet var! Bunu duydun mu?
-Çalışmak bana vızgelir!
-Aylık sadece 20 lira?
-Dedim ya, sigara içmem, rakı içmem! Yeter.
-Ananı, kardeşlerini unutma!
-Unutmayacağım.
-Köyünü kökenini unutma! Söz ver.
-Söz veriyorum.
-Söz veriyorsun ama şimdiden ağlıyorsun!
-Ağlıyor muyum? Bilmem? Belki de sevinçten.
Sonra sınav günü gelip çatar:
“Osmanlı İmparatorluğu neden yıkıldı? Reform nedir? Reformun Avrupa’ya etkileri neler oldu? Sakarya Savaşı’nın önemini anlatınız. Aşar nedir, ne zaman kaldırıldı? Sıtma hakkında ne biliyorsunuz? Devletin yurttaşlara karşı görevlerini sayınız. Niçin öğretmen olmak istediğinizi beş cümle ile açıklayınız.”
Herkese ikişer kâğıt verilir. Arkalı önlü yazabilecekleri söylenir. Sıtmanın daha çok pirinç ekilen yerlerde, hem de bataklıklarda üreyen sivrisinekler yüzünden olduğu ancak bataklıklar kurutulursa bundan kurtulmanın mümkün olacağı; kinin denilen ilacın Çinliler tarafından bulunduğunu ve bizdeki gibi muskayla bu işin çözülemeyeceği yazar Fakir Baykurt ve ekler;
“Niçin mi öğretmen olmak istiyorum? Köylerimizi gerilikten, yoksulluktan kurtarmak için...”
Sınav sonuçları açıklanır; Fakir Baykurt artık enstitülüdür. 1/B sınıfının 643 numaralı öğrencisi... Akçaköy’ü, anasını, kardeşlerini özler ilk günler. Özlemleri dayanılmaz olduğunda, ders gördüğü binaların arkasında, kuytuda kendiyle konuşur;
“Oldu mu ama şimdi? Olmadı!Ağlama bir daha! Ağlamam!Sık dişini! Sıkarım!” Aklında Elif anasının ilenci;
“Kaçar gelirsen etini doğrar doğrar köyün köpeklerine, pisliklerine atarım! Ona göre...”
“
Değişik, bambaşka bir öğretmen olacağım. İçimdeki aslanlar bana güç verecek. Gideceğim köydeki geriliği, yoksulluğu yere sereceğim. Kahveye oturup oyuna dalmayacağım! Köy çocuklarını kız erkek ayırmadan okutacağım. Halkı aydınlatacağım. Çiçekli çimenli bir köy yaratacağım. Evler pencereli badanalı...” (Köy Enstitülü Delikanlı / Fakir Baykurt / Özyaşam-2 / Papirüs Yayınları / Nisan 1999 / s. 9)
Fakir Baykurt enstitüden mezun olur ve ilk görev yeri olan Kavacık köyüne atanır. Anasının elini öpmek için köyüne döndüğünde, sevinçten deliye dönmüş anası, görülmemiş yoksulluğunun içinde
“Bir kurban keselim hemen!” der.
“Boşver, yakma hayvanın canını”diye yanıt alınca da,
“Oldun bittin göğsü acımalısın”diye gözlerinden öper oğlunu. Elini tutup, uzun süre bırakmaz. Bu sürede yoksulluğun yeniden yazıldığı geçmiş hayatı geçiverir gözlerinin önünden genç öğretmenin.
Fakir Baykurt’un babası Kara Veli de, anası Elifçe de okuma yazma bilmezdi. Babası 1938 yılında kağnıdan düşüp öldüğünde, Fakir Baykurt henüz 9 yaşındadır. Çekilen yoksulluk sefalet boyutundadır. Fakir’i, Nazilli’ye bağlı Burhaniye köyünde yaşayan ve dağdan kaçak odun keserek geçinmeye çalışan dayısı yanına alır. 3 yıl okula gidemez Fakir Baykurt. 1941 yılında dayısını askere almaları yüzünden, kaçak olarak bindiği trenle köyüne döner. Bu ara köyün öğretmeni, çocuğu okuldan kaçtığı için annesi Elif’i mahkemeye vermiştir. Araya birilerini koyarak bu işi zar zor da olsa çözerler. Ancak dördüncü sınıfa alacağı yerde, Fakir Baykurt’u üçüncü sınıfa alır öğretmen. Bir yandan ilkokulu bitirmeye çabalarken, bir yandan da köyün sığırlarını otlatıp, sığır başına bir teneke toprakla karışmış buğday alarak evine katkı koymaya çalışır Fakir Baykurt. Sonra enstitüde gül kokulu bir öğretmen oluşunun göz yaşartan hikâyesi... Anasının elini öpüp, yola çıkar eşekle. İlk öğretmenliğine doğru. Kavacık’a doğru.
“
Eşeğe bindim, atandığım köyü görmeye gidiyorum. Anam elime değnek verdi. Hafif alaylı, “Hadi güle güle Fakir Bey” dedi. Köyden çıktım, sürdüm öyle. Kırlarımız ıssız. İleride başı bulutlu koca Dumlu yükseliyor.Kavacık doğuya düşer. Bizim köye iki saat... Akçaköy’den çıkarken gördüm. Dumlu’nun başını bulut sarmış. Yağmur bulutu olduğu kesin... Eşeğin kulakları düştü birden. “Dâh” diyorum gitmiyor. Akçaköy’e dönmek istiyor. Koyu bulutlar bir anda yuvarlanıp üstüme geldi. Şimdi testiden dökülür gibi yağıyor. Bir anda göle girip çıkmışa döndüm... Bu yağmurlar, bu kırbaçlar bana vızgelir. Bekliyorum, tükenip bitesiye yağsın... “(Kavacık Köyünün Öğretmeni/ Fakir Baykurt / Özyaşam-3 / Papirüs Yayınları / 1999 / s. 9)
Gönen’den tanıştığı ve şimdi Kavacık’da eğitmenlik yapan Mustafa Karakurt’un evine gider önce. Karakurt Kavacık’ı anlatır ona;
“Burası yedi mahalle. Tıpkı İstanbul gibi yedi tepe üstündedir. Ev sayısı yetmiş. Çoğalır durmadan. Geçen sene seksen üç öğrenci vardı. Bu yıl yüz olur.” Bir önceki yıl Osman adında bir öğretmen vermişler köye ama pek gelememiş Osman Öğretmen... Hastaymış ama güzel saz çalıp, şarap içermiş, akıllarda böyle kalmış. Okul, Uçarmut diye bilinen harman yerinin hemen dibine kurulmuş. Bir yanı işlenmiş, bir yanı yarım bırakılmış. İşliksiz, kapısız. Suyu yok, uygulama bahçesi yok, tuvaleti yok. Bahçe duvarı? O da yok. Az ötede köyün camisi var. Yani merkez orası ama okul, Uçarmut’da yapayalnız yükseliyor. Yolda başıboş ahlat ağaçlarını fark ediyor Fakir Baykurt; heyecanla soruyor;
“Bunları aşılayamaz mıyız? Meyvesini toplarız?” Yanıt beş yıl öğretmenlik yapacağı köyü tanıması için yeterlidir:
“Burada elma armut yiyen bulunmaz. Sığırın önüne dökeriz onları.”
Sonrası mı? Sonrası kudretli, hayatı boyunca namuslu kalmış bir öğretmenin hikâyesidir... Köyün ve köylülüğün cefasından enstitü sayesinde sıyrılıp; bu kez bürokrasi ve devletle dalaşan, kalemini yavaş yavaş sivriltip, dayısının oğlunun deyimiyle, ‘kalemini hiç kıvırmayan’ bir yazarın hikâyesi... Hani bildiğiniz Fakir Baykurt’un hikâyesi... Dayıoğlu Mehmet Yılmaz, şimdi arabayla 15 dakika bile sürmeyen Kavacık köyüyle ilgili sorular sorduğumda ilginç bir şey söyledi bana, onu yazmadan geçersek, bu yazı eksik kalır
:“Fakir her zaman derdi ki, benim asıl üniversitem Kavacık’tır. Ne biliyorsam, o köylü çocuklardan öğrendim.”
Canım da bir çay içmek istiyor ki, sorma! Kendime bir çay yapıp, 11 Ekim 1999 günü kaybettiğimiz Fakir Baykurt’u düşüneceğim. Onun mücadelesini ve onun doğduğu, dolaştığı, acı çektiği, ilk öğretmenlik yaptığı köyleri görmenin beni nasıl heyecanlandırdığını, insanlaştırdığını... Namuslu olmanın, günümüzde artık erdem sayılmasının utancını düşüneceğim... Ve bunu bir köy kahvesinde bulmanın huzurunu...