“Bir Veli pak-ı nihale lütfedip Rabb-ı Celil; verdi bir mahdum-u mergub kim misal-i afitab; Nur-u Ahmed pertevinden halk olan Orhan’ın Hak; ömrün efzun eylesin, hem kendin ali cenap.”
Yirminci yüzyıl...
“Bir Veli pak-ı nihale lütfedip Rabb-ı Celil; verdi bir mahdum-u mergub kim misal-i afitab; Nur-u Ahmed pertevinden halk olan Orhan’ın Hak; ömrün efzun eylesin, hem kendin ali cenap.”
Yirminci yüzyılın başlarında ülkemizde, bir bebek doğduğunda; dönemin geleneği gereği Kur’an’ın içine bir çeşit şans duası yazmak ya da Orhan Veli’nin kız kardeşi Füruzan Yolyapan Hanım’ın dediği gibi söylersek, ‘bir tarih kıtası söylemek’ Osmanlı’dan süregelen bir gelenekti. Nüfus kaydındaki gerçek adı Ahmet Orhan olan Orhan Veli Kanık; İzmirli tüccar Fehmi Bey'in oğlu Mehmet Veli’yle, Beykozlu Hacı Ahmet Bey'in kızı Fatma Nigâr Hanım’ın ilk çocuğu olarak 13 Nisan 1914'te Beykoz'a bağlı Yalıköyü'nde bulunan İshak Ağa Yokuşu'ndaki, Çayır Sokak, 9 numaralı konakta dünyaya geldiğinde, onun için işte böyle yazılmıştı Kur’an’ın içine:
“Ulu Allah (bu) temiz gence bir veli (sahip çıkan) lütfedip, güneş misali sevilen bir hanım/efendi verdi. Hz.Muhammed’in ışığından yaratılan Orhan’ın Allah ömrünü uzun etsin ve onu şereflilerden kılsın.”
Birçokları eminim ki Orhan Veli üzerine; gerek tanıklıklar yoluyla ve gerekse belgelere ulaşarak birçok aydınlatıcı çalışma üretmiştir. Ben bu kısacık ve iddiasız yazımla, yapılmış ama gölgede kalmış çalışmaların daha çok insana ulaştırılması için bir köprü olabilirsem, daha ne isterim ki? Bu yazıda Orhan Veli’nin ailesindeki tek sanat adamı olmadığından, müzisyen babasından, mizah yazarı erkek kardeşinden ve sanata bulaşmamış, bankacı küçük kızkardeş Füruzan Yolyapan’dan söz etmek istiyorum sizlere. Orhan Veli’nin ailesiyle tanışalım.
Arkadaşlarının dalga geçmek için, daha çok “Ofran” diye seslendikleri şaire lâkap takmak için arkadaşları sanki yarışırmış. Örneğin Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun 1.12.1951'de Yeditepe'deki ‘Hatıralar’ isimli yazısında bununla ilgili bir ayrıntı dikkatimizi çeker: "(Nurullah) Ataç, Orhan'a hiçbir zaman tutmayan bir sürü (takma) isimler arar dururdu. Bunlardan bir tanesi üzerinde çok ısrar etti; ama yine olmadı: Şakuli Solucan!” Bu lâkap, şairin fiziksel görünümüyle ilgili takılmış bir lâkap olmalı? Çünkü Orhan Veli’nin erkek kardeşi Adnan Veli, ölümünden sonra ağabeyini tanımlarken bakın nasıl bir ibare kullanır:
"Vücudu oldukça kemikli, kollarıyla bacakları epey uzundu. Göğsünü öne doğru eğerek hafifçe yaylanarak yürürdü. Elleri gayet ince, beyazdı. Parmakları adam akıllı uzun, tırnakları pembe, uzun ve yuvarlaktı. Geniş bir alnı, sivri bir çenesi vardı. Dudakları eni konu etliydi. Burnu tümsekliydi. Yüzü gençlikte çıkardığı ergenlik sivilceleri sebebiyle pürtüklüydü."
Döneminin ünlü gazetelerinden biri sayılan Vatan gazetesinde muhabirlik de yapan, güldürü yazarı Adnan Veli ağabeyini böyle anlatırken; şairin can dostlarından biri olan Sait Faik, daha basit bir tanımlama yapar Orhan Veli için:
“İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğüse benzeyen bir sırt, -denebilirse- ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli”
Hazır yeri gelmişken, edebiyatımızda çok da öne çıkmamış Adnan Veli’den söz edelim birazcık. Orhan Veli’den iki yaş küçük olan Adnan Veli de, ağabeyi gibi Galatasaray Lisesi’ne, oradan da iki yıl okuyup ayrılacağı İstanbul Hukuk Fakültesi’ne devam eder. Ardından Vatan gazetesinde muhabirlik yapmaya başlar ve aynı günlerde de hapse atılır. Hapiste, ‘Bir Hukukçu’ ve ‘Mehmet Yanık’ takma isimleriyle bir dizi makale yayınlar gazetesinde. (Meraklısına Not; Bu hapislik günlerini anlattığı ünlü eseri ‘Mapushane Çeşmesi’ adlı makaleler kitabı ilk kez 1952 yılında yayınlanır. Kitabın açılış sayfasında Orhan Veli’nin o muhteşem şiiri vardır; “Pencere, en iyisi pencere / Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa / Dört duvarı göreceğine”)
Ancak onun asıl başarısı, yazdığı gülmece hikâyelerinden gelir. Cezaevinden çıktıktan sonra, Vatan, Akbaba, Dolmuş,Tef, Pardon ve Papağan gibi yayınlarda hikâyelerini yayınlayan Adnan Veli, sırasıyla; ‘Sosyete’ (1956), ‘Uçan Daireler’ (1957), ‘Seçim Konuşmaları’ (1957) ve ‘Kaynana’ (1957) adlı kısa gülmece hikâyelerinden oluşmuş kitaplarıyla, dünya edebiyatının Zoşçenko’su gibi karşılanır dönemi içinde. Adnan Veli’nin bu eserlerinin yanı sıra edebiyatımıza kazandırdığı bir başka muhteşem eser de; ağabeyinin ölümünden üç yıl sonra, 1953 yılında,Yeditepe Yayınları tarafından basılan ve Orhan Veli’nin, yaşamı, sanat anlayışı ve ölümünden sonra yapılan yorumlarla, şair hakkında yazılan makalelerin yer aldığı ‘Orhan Veli İçin’ adlı derleme kitabıdır. Bu kitap gerçek bir kaynakçadır. Ağabeyi gibi sanatla uğraşmış olan Adnan Veli Kanık, 6 Aralık 1972 günü hayata gözlerini yumar.
Kanık ailesindeki sanat aşkı, baba Mehmet Veli Bey’den geliyor olmalı? Mehmet Veli Bey, (*Tam adı; Mehmed Veli Faik Kanık) 1881'de İzmir'de doğar. Varlıklı bir tüccar aileden gelmesinden kaynaklı, iyi bir eğitim alır. Mehmet Veli Bey, dönemin seçkin okullarından Sanayi Mektebi’ne gönderilir. Ama Mehmet Veli’nin aklı başka yerdedir. O klasik müziğe sevdalıdır. Para sıkıntısı olmayan Orhan Veli’nin dedesi Fehmi Bey, sanata vurgun çocuğunu destekler ve ünlü klasik müzik öğretmenlerinden Zati Arca'dan klarnet dersleri almasını sağlar. Küçük Mehmet Veli o kadar sever ki klasik müziği ve klarneti, dönemi içinde çok genç de olsa, ustalar sınıfında kabul görür. Henüz 16 yaşındayken Osmanlı sarayının batı müziği orkestrası diyebileceğimiz "Muzıka-i Humâyun" topluluğuna klarnet sanatçısı olarak alınır. Aynı zamanda askeri bir bando olan "Muzıka-i Humâyun” içinde, binbaşılığa kadar yükselen Mehmet Veli, sihirli klarnetiyle Avrupa'daki birçok konserde de çalgısını üfler ve izleyicileri büyüler. Muzıka-i Humâyun, Cumhuriyet'in ilânından sonra, "Riyaset-i Cumhur" yani "Cumhurbaşkanlığı Bandosu" adını alır. Yetenekli klarnet sanatçısı baba Mehmet Veli, yeni kurulan bandonun ilk şefi olarak Cumhuriyet ve Türk müziği tarihine geçer.
“Bu ne acayip bilmece! / Ne gündüz biter, ne gece / Kime söyleriz derdimizi / Ne hekim anlar, ne hoca... Kimi işinde gücünde /Kiminin donu yok kıçında. / Ağız var, burun var, kulak var / Ama hepsi başka biçimde... Kimi peygambere inanır / Kimi saat köstek donanır / Kimi katip olur, yazı yazar /Kimi sokaklarda dilenir... Kimi kılıç takar böğrüne / Kimi uyar dünya seyrine / Karı hesabına geceleri / Gündüzleri baba hayrına... Bu düzen böyle mi gidecek ? / Pireler filleri yutacak / Yedi nüfuslu haneye / Üç buçuk tayın yetecek?... Karışık bir iş vesselâm / Deli dolu yazar kalem / Yazdığı da ne ?/ Bir sürü ipe sapa gelmez kelâm...” (Orhan Veli’nin, ‘Bu Düzen Böyle mi Gidecek’ adıyla da bilinen ancak gerçek adı ‘Pireli Şiir’ olan şiiri)
Yetenekli bando şefi baba, sadece mesleğini yapmaz; birçok şarkı da bestelemesinin yanı sıra, Türk Müziği'nde kullanılan usuller hakkında bir de kitap yazar. Musiki Muallim Mektebinde (*Ankara Konservatuvarı) armoni profesörü olması dolayısıyla 1925-1948 yılları arasında Ankara'da yaşayan Mehmet Veli; yukarıda tam olarak yazdığımız ‘Pireli Şiir’i de hüzzam makamında besteler. Sayın Murat Bardakçı’nın, Haber Türk’ün sanal gazetesinde, 23 Şubat 2014, Pazar günü yayınlanan, ‘Orhan Veli'nin Şiirlerini Önce Babası Bestelemişti Ama...” adlı yazısından öğreniyoruz ki; baba Mehmet Veli’nin el yazısıyla notalara dökülmüş bu tarihi evrak; bu bestenin hangi koşullarda yazıya döküldüğünü bildirilmesi adına da ilginç bir evraktır. 1945 yılında, Bando şefliğinden ayrıldıktan sonra Ankara Radyosu'nun müdür vekilliğine getirilen baba, o günlerde yaşadığı bazı tatsız olayları karşıladığını düşündüğünden, nota çizelgesinin önüne iliştirdiği bir kaç sayfalık açıklama bölümünde oğlu Orhan Veli’nin bu şiirini bestelediğinden söz eder. Ardından İstanbul Belediye Konservatuvarı'na ilmî heyet üyesi yapılan şef Mehmet Veli’nin canı çok sıkılmış olmalı? Çünkü bir başka ayrıntı da şöyle yazar Sayın Bardakçı;
“Dostları, Veli Kanık'ın oğlu Orhan Veli'nin yazdığı şiirleri fazla "modern", daha doğrusu "uçuk" bulduğunu; hattâ "İstanbul'da, Boğaziçi'nde bir garip Orhan Veli'yim / Veli'nin oğluyum" mısraları ile başlayan şiiri başkalarından işitmesinden sonra "Oğlum, madem böyle şeyler yazıyorsun, bâri benim ismimi karıştırma" dediğini anlatırlar...”
Sözü edilen ‘bari benim adımı karıştırma’ denen dize, bugün Türk şiirinin en çok bilinen dizelerinden biri olarak, şiir tarihimizdeki yerini çoktan almış olan; “İstanbul'da, Boğaziçin'deyim / Bir fakir Orhan Veli / Veli'nin oğlu / Tarifsiz kederler içindeyim” diye biten ünlü ‘İstanbul Türküsü’ndeki dizedir. Orhan Veli'nin babasını kızdıran bu dizeler, sonraki senelerde defalarca bestelenmiş; bu bestelerden en ünlüsü de; Şekip Ayhan Özışık'ın, Hicaz makamındaki bestesi olarak hafızalara yerleşmiştir.
Hayatı sanatla içiçe geçmiş müzisyen baba Mehmet Veli, hayata, oğlundan neredeyse tam tamına üç yıl sonra, 20 Kasım 1953'te İstanbul'da veda eder.
Orhan Veli’nin kendisinden 10 yaş küçük olan bir kız kardeşi vardır. Şairin, kıvırcık saçları nedeniyle, ‘Fırfırım’ diye sevdiği Fürüzan Yolyapan Hanım... Türkiye’nin en sıkı Orhan Veli araştırmacısı, sahip çıkılmadığı için kapatmak zorunda kaldığı ‘Orhan Veli Şiir Evi’nin kurucusu, sevgili arkadaşımız Şeref Özsoy’un yıllar sonra kendisiyle yaptığı bir söyleşide, babasının, iki ağabeyinin sanat adamı olduğu halde kendisinin neden sanata yönelmediği sorulduğunda bakın nasıl bir yanıt veriyor Füruzan Hanım:
- Babanız Mehmet Veli, Cumhurbaşkanlığı Bando Heyeti Şefliği yapmış; iki ağabeyinizden biri şair diğeri mizah yazarı idi. Buna rağmen siz, edebiyata ya da sanata hiç bulaşmadınız. Niye?
- Orhan Veli, bana ‘önümüzdeki yılların en geçerli mesleği iktisat olacaktır’ demişti. Ben de O'nun önerisine uyarak iktisat eğitimi aldım ve bankacı oldum. 27 yıl aynı bankada çalışıp emekli oldum. Bankanın pek çok bölümünde çalıştım. Yöneticilerim her zaman resmi yazışmalarda, kendime özgü bir dil kullandığımı söylerlerdi ama, ben hiç bir zaman yazar olacak kadar yeterli görmedim kendimi. Hatta okurken bile romanlardan çok günlükleri tercih ediyorum. Pek çok gazeteyi, en ince detayına kadar okuyorum.
Orhan Veli’nin ‘Doğumunun 100.Yılı’ nedeniyle, Yapı Kredi Yayınları tarafından bir sergi düzenlenir 2014 yılında. Füruzan Hanım, bu sergiye, elindeki bütün belgelerin ‘kamuya açılmasının zamanının geldiğini düşünerek’ teslim eder... Şairin çok fazla kişisel eşyası olmadığını, sadece geride iki kurşun kaleminin kaldığını öğrendiğimiz bu sergide duygusal anlar da yaşar Füruzan Hanım... Sergide iki tane de heykel vardır. Nüsret Suman'ın Orhan Veli'nin sağlığında yaptığı heykellerdir bunlar. Füruzan Yolyapan, o günü hatırladığında gözleri nemleniyor; “Kendi koluna aldı getirdi heykelini. 'Bak başımı getirdim' diye de şakasını yaptı”. Ardından bir ayrıntıyı daha söylüyor yaşlı ama bir zarafet anıtı gibi duran Füruzan Hanım; “Maskı (da) var bende fakat onu sergilemeye içim el vermedi. Bir ölü yüzü çünkü. Sergilemek bana çok acı geldi.”( Meraklısına Not; Bu sözü edilen mask, kişi öldükten sonra yüz kalıbı dökülerek elde edilen bir esnek malzemeden ve kişinin son ifadesini sonsuza kadar korumak amacıyla yapılır. Buna ‘mulaj’ da derler. Orhan Veli’nin mulajı, 16 Kasım günü morgda yapılan otopsiden önce Sanat Dostları Cemiyeti tarafından alınmıştır.)
Kızkardeşinin; “Hayatımda gördüğüm her şey bana ağabeyimi çağrıştırıyor. Son derece namuslu, düşüncelerinden taviz vermeyen, kimseyi hakir görmeyen, halkın içinde olan bir aydın insan... Merhametli, şefkatli... Teşbihte hata olmaz evliya gibi idi. Öyle Allah'ın lütfu bir insan ama çabuk aldı yanına Allah” diye anlattığı ağabeyi Orhan Veli’den söz ederken, neredeyse yetmiş yıl sonra bile, onu nasıl özlediği her halinden bellidir. Ağabeyinin yoksulluk çektiğini ama buna rağmen neşeli ve umutlu olma halinden hiç vazgeçmediğini, bu karakter özelliğinden çok etkilendiğini söyleyen Füruzan Hanım, ağabeyinin ona yıllar önce anlattığı bir fıkrayı bile hâlâ hatırladığını söyler gazetecilere.
'Diyelim ki bir şeye üzüldüm. Bana ‘Fırfır’ derdi. Hemen yanıma gelip 'Fırfırcığım nedir derdin?' diye sorardı. Beni neşelendirmek için hikâyeler anlatırdı. Bir papağan hikayesi vardı. 'Birisi komşusunun papağanını kesmiş yemiş, komşu da bu kuş kesilir yenir mi bu kuş konuşan bir kuş. Komşu da ona şu cevabı vermiş: konuşur mu? Madem konuşurdu da neden beni kesme demedi?'
Orhan Veli, ölümünden üç gün önce babasının Şişli’deki evindedir. Ankara’da belediyenin kablo döşemek için açtığı bir çukura düşmüş, ayağındaki yaralanmalar henüz doğru dürüst kurumamıştır bile. O geceyi Füruzan Hanım şöyle hatırlar:
“Şehir Tiyatroları 'Saygılı Yosma' oyununun çevirisini istemiş, çeviri Ankara'da birinin evinde kalmış. Ankara'ya onu almaya gitti. Orada çukura düşmüş. Döndüğünde pantolonunu çekti, bize gösterdi. Dizinden aşağı doğru kanama olmuş, kabuk bağlamış. 'Az daha gazetede Orhan Veli gazete çukurunda ölmüş diye okuyacaktınız' dedi... Şişli'ye yeni taşınmıştık. Bir gün misafirler de vardı, oturuyorduk. Birden kayboldu ortalıktan. Balkona sigara içmeye gittiğini tahmin ettim. Yanına gittim. Üzerinde beyaz çizgili bir gömlek vardı. Babam sigara içtiğini biliyordu. 'Ağabey, buna bir son vermelisin, gel içeride iç, babam biliyor' dedim. Bana bir sarıldı, 'Fırfırcığım, babamın 3 günlük ömrü kaldı, onu kırmaya değer mi' dedi... 3 gün sonra kendisi öldü.” ( Meraklısına Not; Sözü edilen bu tarih, 11 Kasım 1950, Cumartesi günü olmalı? Orhan Veli 14 Kasım 1950, Salı gecesi saat 23.20’de, Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata gözlerini yumar)
“Ne vakit şiir yazdığını hiç bilmedik. Masada yazmazdı hiç” dediği Orhan Veli’nin koyu bir Galatasaray taraftarı olduğunu da Füruzan Hanım’dan öğrendiğimiz gibi, bana ilginç gelen bir ayrıntı da bu anılarda ortaya çıkar:
“Futbolu çok severdi. Koyu Galatasaraylıydı. Formaları, futbol takımı vardı. Sokakta ayağına taş ya da başka bir şey gelmesin, hemen vururdu. Bu yüzden ayakkabılarının uçları hep aşınmıştı.”
Elbette ki bu zavallı kısa yazının sınırlarına sığmayacak kadar büyük bir şairdir Orhan Veli. Ancak, okuma oranının, suyun başındakilerce günden güne aşağılara çekildiği günümüzde, bir şairin ailesiyle ilişkisini bilmenin işe yarayacağını umut ederek yazdığım bu yazı kesinkes yetersizdir. Ama içimizde çırpınan ‘bildiğini söylemeyen / paylaşmayan sanat adamı, hayatın karşısında alçaktır’ düşüncesi,bu minicik yazıyı yazmama neden oldu... İçimde; dışarıda tüm dehşetiyle üstümüze gelen cehalet çığına karşı direnen kişilerin sayısını arttırma umudu, aklımda Sait Faik’in Orhan Veli öldükten sonra, şair için söylediği o masum, o dünyalar güzeli, o basit sözler yankılanıyor:
“Orhan' ın şiirlerini okuyan bir erkek bir kız, bir daha yeşil bir dalı kıramaz, kaldırıma tüküremez, kimseye sövemez”
Sanatın yarattığı, -mümkün değil engellenemez- bu güneşli düşe ortak olmak isteyeceğinize inandığım için bu yazıyı yazdım.