Çok iyi hatırlarım…
Mesleğe başladığımız 90’lı yıllarda iş dünyası temsilcileri siyasal iktidarlarla hep “bir yumruk mesafesini” korur, gerektiğinde en ağır eleştirileri gazeteciler önünde dile getir...
Çok iyi hatırlarım…
Mesleğe başladığımız 90’lı yıllarda iş dünyası temsilcileri siyasal iktidarlarla hep “bir yumruk mesafesini” korur, gerektiğinde en ağır eleştirileri gazeteciler önünde dile getirmekten çekinmezlerdi.
Bu eleştirilerin pek çoğunda yerden göğe haklıydılar.
Türk ekonomisinin krizlerden krizlere savrulduğu o yıllarda, gecelik faizlerin yüzde 7 bin 500’ü gördüğü bile olurdu. İşini büyütmek, önünü görmek, istihdam sağlamak, ihracatını artırmak isteyen sanayici, ayağına bağlanan taşlardan kurtulmaya çalışıyordu.
Yine çok iyi hatırlarım.
Ecevit hükümetinin Maliye Bakanı Zekeriya Temizel, 1998 yılında “Nereden Buldun Yasası” çıkarılmasına öncülük etmişti. Çekirdekten yetişme ve oldukça kıdemli bir Maliyeci olan Temizel’in “Mali Milat” olarak adlandırdığı düzenleme, hem kayıt dışı ekonomiyi engellemeyi amaçlıyor hem de “bıyıklı yabancı” olarak adlandırılan yurt dışındaki Türklerin paralarını sorgusuz şekilde sisteme sokmalarına olanak tanıyordu.
Vay efendim, sen misin Mali Milat diyen!
O dönemde İzmir Ticaret Odası Başkanı olan Ekrem Demirtaş, bir meclis toplantısındaki eleştirilerini “vatan hainliği” suçlamasına kadar vardırmıştı.
Doğruydu-yanlıştı tartışmasına girecek değilim.
Herkesin kendisine göre haklı olduğu noktalar vardı.
Değinmek istediğim konu başka…
// ÇOK SESLİLİK VE ELEŞTİRİ
İş dünyası o yıllarda en cesur eleştirileri dile getirirken; somut, anlaşılır ve uygulanabilir çözüm önerileri de sunuyordu.
Sadece iş dünyası değildi elbette.
Üniversiteler, barolar, sendikalar, esnaf camiası, mühendis ve mimar odaları, yargı camiası ve sivil toplum kuruluşları…
Herkes, gördüğü hatalı uygulamalara karşı çıkar, cesurca çözüm önerileri getirirdi.
“Vay efendim sen darbeci misin?”, “FETÖ’cü mü oldun!”, “Milli irade karşıtı mısın?”, “Vesayeti mi savunuyorsun?” , “Yerli ve milli değil misin?” gibi abuk sabuk karşı çıkışlarla muhatap olmazdı.
Çok seslilik ve eleştirel bakış egemendi.
İşte size en somut örnek…
Yıl 2002, aylardan Haziran…
Türk siyaseti, birkaç ay sonra yapılacak (3 Kasım) seçimlerde, tarihinin en büyük tasfiyesine hazırlanıyordu. Tartışmaların odağında –tıpkı bugünkü gibi- Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu bulunuyordu.
Yine –tıpkı bugünkü gibi- herkes seçim barajının yüksekliğine, siyasal partilerin antidemokratik yapılanmasına, 12 Eylül rejiminin yürürlükteki düzenine ve Anayasasına veryansın ediyordu.
Ama her nedense–tıpkı bugün gibi- siyasette demokratikleşmenin ilk adımları olacak Seçim Kanunu ve Siyasal Partiler Kanunu’nda yapılacak reformlar TBMM’de gündeme getirilmiyordu.
// EBSO’NUN AĞIRLIĞI
Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) o yıllarda İzmir iş dünyasının en etkili kurumuydu.
İzmir ve Aydın sanayisini temsil eden EBSO, yaptığı araştırmalar ve bilimsel yayınlarla gündeme geliyordu.
Pandemi günlerinde kütüphanemi düzenlerken elime geçen iki muhteşem rapor, kolumdan tuttu o günlere götürdü beni.
2002 yılında EBSO bünyesinde sanayiciler ve akademisyenlerden oluşan bir kurul oluşturulmuş, Seçim Kanunu ve Siyasal Partiler Kanunu’nda yapılması önerilen değişiklikleri derli toplu halde kitapçık hâline getirmişlerdi.
Belli ki basına, siyasetçilere, sivil toplum örgütlerine, kamu yöneticilerine ve ilgili herkese göndermişlerdi.
Raporları satır satır okumuş ve belli ki haber yapmak için yanlarına notlar almışım.
İzmir’in yüz akı hukukçu akademisyenlerinden Prof. Dr. Fevzi Demir hocamın öncülüğünde hazırlanan bu raporlar, o yılların Türkiyesinin toplumsal havasını hatırlamamıza ve solumamıza da yardımcı oluyor.
Oda bünyesinde yer alan ve Başkanlığını Mehmet Refik Soyer’in yaptığı Siyasi ve Sosyal Güvenlik İşler Komitesi’nin üyeleri arasında (Bu Komite hâlâ var mı, bilmiyorum) Cihangir Hür, Kamil Porsuk, Ertuğrul Doğuç, Akın Dalan, Selim Yaşar, Sayıl Dinçsoy, Atıl Akkan ve Engin Denizmen bulunuyor.
Gazeteci ağabeyim İsmail Uğural, Raif Şaşmaz ve Şeref Günduru da çalışmaya “Katkı Sunanlar” arasında yer alıyor. Bu isimler arasında rahmete kavuşanlar olduğu gibi, farklı politik çizgilerde sanayiciliğe devam eden isimler de var.
Bu ekibin, aradan geçen 18 yılın ardından pek çoğu bugün de geçerli olan öneri ve tespitlerinden bazı çarpıcı başlıkları köşeme alıyorum.
Yazdıklarımdan çok daha fazlası bu raporlarda yer alıyor…
// SEÇİM KANUNU ÖNERİLERİ:
** Milletvekili genel seçimleri dört yılda bir yapılmalıdır.
** Yüzde 10’luk seçim barajı korunmalıdır. Aksi halde ülkemizin yıllardır ihtiyaç duyduğu istikrarlı hükümet arayışlarının boşa çıkması kaçınılmazdır.
** Seçimlerde “temsilde adalet” ilkesinin gerçekleşmesi için ülke genelinde yüzde 2 oy alan her siyasi partinin Meclis’te temsil edilmesine olanak sağlayan 550 milletvekilinden 50’si Nisbi Temsil Sistemi’ne göre paylaştırılmalıdır.
** Partiler arasında ittifaklara imkân veren bir sistem uygulanmalıdır. Partiler arasında ortak projeler üretmeyi daha seçimden önce yasaklamak, hükümetlerin istikrarlı yönetim uygulamasını güçleştirir.
** Merkez kontenjanı ile belirlenecek milletvekili sayısı 50’yi aşmamalıdır. Bu milletvekilleri, ülke seçim çevresinde partilerin aldıkları toplam geçerli oylara (Nisbi Temsil Sistemi’ne) göre paylaştırılmalıdır.
** Seçmen sayısının esas alındığı seçim çevreleri en az bir, en fazla beş milletvekili çıkaracak şekilde belirlenmelidir.
// SPK ÖNERİLERİ:
** Siyasal Partiler Kanunu’nda (SPK) yer alan “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak çalışma” hükmü korunmalıdır.
** Parti yönetimlerinin oluşumunda “çarşaf liste” basit çoğunluk usulü uygulanmalı, böylelikle parti içi muhalefetin sağlıklı denetimine olanak sağlanmalıdır.
** Partilere üye hakkı bile bulunmayan memurlara, seçimlere katıldıktan ve deşifre olduktan sonra yeniden işe iade hakkı kaldırılmalıdır.
** Bir siyasi partinin kapatılmasına söz ve eylemleri ile sebep olanlar, seçimlerde bağımsız aday da olmamalıdırlar.
** Genel Başkanlara üst üste üç olağan genel kurul dönemi seçilebilmeleri imkânı tanınmalı, aradan bir olağan genel kurul dönemi geçmeden yeniden aday gösterilmesi ve seçilmesi engellenmelidir.
** Partilerin yaptıkları harcamaların kaynakları kamuoyuna açıklanmalı, açıklama yapamayan parti yöneticileri “ağır cezalara” çarptırılmalıdır.
** Partilere seçimlerde aldıkları oy oranında devlet yardımı yapılmaya devam edilmelidir.
** Partilerin gelirlerinin yüzde 10’u “eğitim ve araştırma” faaliyetlerine ayrılmalı, bu zorunluluğa uymayan partilerin bu miktarlarına Hazine el koymalıdır.
// DEĞİŞMEYEN SORU: SEÇİM
Türkiye’nin siyaset sosyolojisinde değişmeyen sorular “Ne zaman seçim olur?” ya da “Erken seçim olur mu?” sorularıdır.
Seçim olur, sonuçları açıklanır, aynı sorular tekrar sorulmaya başlanır.
Bu aralar seçim cininin yeniden şişeden çıktığı görülüyor.
AKP, Ahmet Davutoğlu’nun Gelecek Partisi’ni ve Ali Babacan’ın DEVA Partisi’ni olası seçimlere sokmamak için adeta akla karayı seçiyor.
İşe yarar mı, göreceğiz…
Ve elbette tartışmaların odağında yine Seçim Kanunu ve Siyasal Partiler Kanunu’nda yapılacak değişiklikler yer alıyor.
12 Eylül faşizminin ayakta kalan son kaleleri arasında yer alan bu iki kanuna dokunmak, daha demokratik hale getirmek kimsenin işine gelmiyor.
Muhalefette bu sisteme veryansın eden partiler, iktidara gelince sütre gerisine yatmayı yeğliyor.
Böylesine önemli bir çalışmanın hayata geçmesinde katkısı olan dönemin EBSO Yönetim Kurulu Başkanı bugünün EBSO Meclis Başkanı Sn. Salih Esen’i, Sn. Mehmet Refik Soyer’i, Çalışma Komitesi’ni ve elbette dostluğundan her zaman onur duyduğum Fevzi Demir hocamı kutluyorum.
Keşke iş dünyamız bugün de böylesi kıymetli ve dikkat çekici çalışmalara imza atsa, siyaset kurumunun ufkunu açsa, içinde yaşadığı toplumun ekonomik ve siyasal sorunlarına karşı düşüncelerini cesurca dile getirse…
Keşke…
EY İZMİR ATATÜRK LİSESİ! ÖĞRETMENİNE SAHİP ÇIK!
İzmir, Türk Milleti’nin bağımsızlık savaşında emperyalist işgalin ilk ve son kurşununa tanıklık eden bir şehir.
Bu özelliği ile dünyada tek…
Biz İzmirliler, bu özelliğimizle haklı bir gurur duyarken, kahramanlarımızı da hiç unutmayız.
Onlardan biri de öğretmen Mustafa Necati Bey’dir.
15 Mayıs 1919 günü başlayan emperyalist işgalden iki gün önce kentin ileri gelenlerini, görev yaptığı okulda toplayan ve direnme kararı aldıran Mustafa Necati Bey, bir gün sonra ise bügün Konak’taki Bahribaba Parkı olan Maşatlık’ta on binlerce insanın katlımıyla direniş mitingini örgütlemiştir.
Görev yaptığı okul bugünkü İzmir Atatürk Lisesi’dir.
Mustafa Necati Bey daha sonra Kuvayı Milliye’ye katıldı, müfreze komutanlığı yaptı; Soma’da, Akhisar’da, Bergama’da bizzat savaştı.
Balıkesir bölgesinde halkı işgale karşı örgütlemek için gazete yayınladı.
// HATIRAYA SAYGISIZLIK
Genç Cumhuriyetin ilk Milli Eğitim Bakanlarından olan Mustafa Necati Bey, 1929’da çok genç yaşta hayata veda etti.
Böylesine güzel vicdanlı bir vatanseverin, Ankara’da tapusu kendisine ait evi, Kültür Bakanlığı tarafından 1999 yılında “Mustafa Necati Kültür Evi” olarak düzenlendi.
Ve bugün…
Mustafa Necati Beyin adı, kendi evinden sökülerek, buraya Atatürk düşmanlığı ve şeriatçılıkla namlı Nuri Pakdil’in adı verildi.
Hatırlayanınız olabilir.
2017 yılında Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın, yanına MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı da alarak sivil kıyafetle evine ziyarete gittiği Nuri Pakdil’den bahsediyorum.
Nuri Pakdil’i sevenler, sevmeye devam edebilir, itirazımız olamaz.
Ancak, bir Kuvayı Milliye kahramanının, kendi evinde ve kendi adını taşıyan hatırasına kimse saygısızlık yapamaz!
Devlet bile olsa yapamaz!
Mezunu olmaktan gurur duyduğumuz İzmir Atatürk Lisesi’ne, okulumuzun bugünkü Müdürü Ahmet Yılmaz’a, öğretmenlerimize ve elbette öğrenci kardeşlerimize bu noktada çok önemli bir görev düşüyor.
Lütfen, Mezunlar Derneğimiz ile birlikte el ele verin, tüm mezunlarımızla birlikte kendi öğretmeninize ve okulunuza sahip çıkın.
Tepkinizi meşru sınırlar içinde tüm kamu otoritelerine gösterin.
Mustafa Necati sizin onurunuzdur!
Onurunuzla oynanmasına müsaade etmeyin…
Bizim okuduğumuz dönemde müdürlerimiz ve öğretmenlerimiz böyle bir saygısızlığa asla suskun kalmazlardı.
FERRARİ’LERİN DEPOSUNU DOLDURAN ASGARİ ÜCRETLİ!
Futbol, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir endüstridir.
Bizim gibi az gelişmiş -ya da gelişmeyi becerememiş- toplumları uyutmak için sağlam bir afyon vazifesi de görür… Spor kulüplerinin taraftarları -belki biraz basketbol dışında- futbol dışındaki branşlardaki başarılarını umursamazlar bile…
Kulüpleri yönetenler de bilir bunun böyle olduğunu.
Pek çoğu kelli felli iş adamlarıdır.
Kendi şirketlerinin bilançolarında zarar hanesi gözüktüğü anda yöneticilerini kapının önüne koyarlar. Ama iş binbir vaatlerle seçilerek yönettikleri kulüplerin, finansal açıdan batağa sürüklenmesine gelince sorumluluktan kaçarlar.
Dönerler taraftarlarına, “aman bize yardım et” derler…
Yakın zamanda Fenerbahçe Spor Kulübü böyle bir kampanya başlatmış, taraftarlarına “Fener Ol!” demişti.
// SIRA BEŞİKTAŞ’TA
Şimdi sıra Beşiktaş’ta…
Onlar da taraftarlarını, yönettikleri kulübe “Bırakmam Seni!” dedirtiyorlar.
Belki de yakında sıra benim taraftarı olduğum Galatasaray’a gelecek.
Kim kime sarılıyor, kim kime “fener ol”uyor bilemem.
Ama bu kampanyalara destek veren yurttaşlarımıza iki çift laf etmek isterim.
Önce kulübünüzün yöneticilerinden hesap sorun…
“Kardeşim, kendi yönettiğiniz şirketler kâr ve ciro rakamlarında rekorlar kırarken, nasıl oluyor da bir şirketiniz ölçeğindeki tarihi kulüpleri batırmayı başarıyorsunuz?” diye sorun onlara…
“Ne işe yaradığı bilinmeyen topçulara verdiğiniz milyonlarca Euro çöpe giderken sorumlu aramadınız, şimdi asgari ücretle geçinmeye çalışan taraftarınızdan gelecek 5-10 TL’ye mi bel bağlıyorsunuz?” deyin…
Yazık, gerçekten yazık…
Ey vatandaş!
Ey taraftar!
Baldırı çıplak topçular milyon TL’lik Ferrari’lerinin depolarını doldursun, hamile karısı evde beklerken pavyonlarda evli kadınlara sarkıntılık etsin, en lüks yaşamları sürsün, futbol endüstrisi gelişmiş ülkelerde asla alamayacakları paraları Türkiye’de kazansın diye kendine dert edinme.
Lütfen!...
Çoluğunun çocuğunun boğazından kestiğin rızkı, renklerine sevdalı olduğun kulübü yönetenler bir daha ve bir daha batırsın diye harcama.
Aynı şeyleri yaparak farklı sonuç bekleme.
“Haydi oradan” de!
Bırak, iyice batsınlar ki batırmayacak insanlar işbaşına gelebilsin.
TERÖRİSTTEN GELİNCİK ÇİÇEĞİ ALAN SİYASETÇİ!
Baştan anlaşalım…
Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek’i eleştireceğim ama kendisine gönül veren trol hesaplardan rica ediyorum.
Lütfen geçen aykine benzer yakası açılmadık küfür ve hakaret sözcükleri sıralamayın…
“Yok efendim Serkan Aksüyek bize nişan aldı”, “Bize kurşun sıktı” gibi militer safsatalara prim vermeyin. Kimseye nişan aldığımız, kurşun sıktığımız, hakaret ettiğimiz falan yok.
Vatan görevimizden bugüne elimize tabanca almadık.
Rahat olun.
Mesele şu:
Sayın Perinçek’in işi gerçekten zor.
Bu aralar ekran yüzü olarak sıklıkla TV’lerde boy gösterip, AKP hükümetinin politikalarını canhıraş savununca, geçmişi de temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önüne getiriliyor.
// HÜZÜN VEREN AÇIKLAMALAR
1989 ve 1991 yıllarında iki kez teröristbaşı Abdullah Öcalan ile Bekaa Vadisi’nde görüşen Perinçek, bu görüşmesini aklamak için zekâmızla adeta alay eden savunmalara sığınabiliyor.
“Görüşmeleri yaparken kendisinin parti genel başkanı değil 2000’e Doğru dergisinin Genel Yayın Yönetmeni olduğunu”, “gazeteci” kimliği ile görüştüğünü söylüyor.
Hatta partisinin internet sayfasında bu konu özelinde kapsamlı bir bilgilendirmede de bulunuyor.
Teröristbaşının kendisine çiçek verirken çekilen o meşhur fotoğraf için ise “Bana tarladan gelincikleri toplayıp vermişti, ne yapsaydım, almasa mıydım” izahında bulunuyor.
78 yaşına gelmiş bir siyasetçinin bu cümlelere sığınması gerçekten de hüzün verici.
Kaldı ki Perinçek’in yaptığı ziyaretleri “çiçek sunma” seramonisine indirgemek doğru değil.
Öcalan ile gayet samimi pozları, kendisine karşılama mangalığı yapan silahlı terörist bölüğünün üyeleri ile tek tek tokalaşarak gülücükler dağıtması, onları teftiş etmesi, Öcalan ile kucaklaşması…
Bütün bunlar Sayın Perinçek’in ziyaretinin “gazeteci-haber kaynağı” ilişkisinin çok ötesine geçtiğini, ortalama zekâ seviyesine sahip herkese gösteriyor.
Sayın Perinçek’in “Bir tek ben miyim Apo ile görüşen” savunusu ise işleri daha da karmaşık hâle getiriyor.
// DOĞRU, BİR TEK O DEĞİL…
Hem siyasetin hem de gazetecilerin, samimiyet sınavında çakmaları da bu sığınmada kendisini gösteriyor. Çok değil, birkaç sene önce -devletin TRT’si ve Anadolu Ajansı dahil olmak üzere - pek çok basın kuruluşu temsilcisi Kandil’i ziyaret etmişler, çözüm süreci rezilliğini vatandaşa hoş göstermek için kalemlerini tıraşlamışlar, PKK liderleri ile fotoğraf çektirmek için yarışmışlardı.
Olmadı…
O sürecin nasıl bir hıyanet projesi olduğunu, verdiğimiz onlarca şehit ile yaşayarak gördük.
Dolayısıyla Sayın Perinçek’in “Bir ben miyim” şarkısını söylemesine gerek yok.
Ve gelelim, “O ziyaretlerde parti genel başkanı değildim” açıklamasına…
Orada durmalı bence…
Perinçek 1968 yılından beri Aydınlık Hareketi’nin ve parti örgütünün önderi bir siyasetçi. 12 Eylül 1980 öncesinde ise Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin Genel Başkanı’ydı.
12 Eylül’de tutuklanmış ve beş yıl cezaevinde kalmıştı.
1991 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141’inci maddesinin kaldırılmasıyla siyasal haklarına yeniden kavuştu ve aynı yıl vakit kaybetmeden Sosyalist Parti’nin Genel Başkanı seçildi.
Yani Türk kamuoyu Sayın Perinçek’i gazeteci kimliğinden çok “siyasi parti lideri” kimliği ile tanıdı ve tanıyor. Teröristbaşı ile görüşmelerinde “siyasi yasaklı” durumunda olması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Zira daha fazla zekâ testine tahammülümüz yok Doğu Bey!