Artık ne olursa olsun, kim söylerse söylesin veya gerçekleştirsin, duyduklarıma inanmıyor, gördüklerime aldanmamay...

Artık ne olursa olsun, kim söylerse söylesin veya gerçekleştirsin, duyduklarıma inanmıyor, gördüklerime aldanmamaya uğraşıyorum. Liyakatsizliğin, adam kayırmanın, cehaletin bu kadar yaygın olduğu bu süreçte, ister atanmışların, isterse de seçilmişlerin, söylediklerinin ardını merak ediyorum.

İzmir’de yoğun olarak son 30 yıldır, tarihe ve kültür miraslarına karşı onca korumacı söylemlere rağmen, tahribatın ne denli yüksek olduğuna bizzat tanıklık ettim. Sevgili Orhan Beşikçi yıllardır yazar durur da bir tek milletvekili onun uyarılarını merak etmez, meclis gündemine de konu etmez. Ama Güzelyalı’da yıllardır boş olan ve son bir yıldır da azar azar tahrip edilen “Vali Konağı” için fırtınalar koparıldı. Sonunda ne oldu? Valilik verdiği “tahsisatı” aldı, zaman alacak bir takvim koydu ve konu kapandı.

Yazık…

Yazık ve eyvah. İzmir emperyalist işgalden kurtuluşunun 100. yılını yaşıyor ama, 15 Mayıs 1919’un şerefli şehidi Miralay Fethi Bey’in yaralıyken şehit olduğu evin Basmane’deki haliyle kimse ilgilenmiyor. Bu konuyu da merak eden Orhan ağabeye sorsun!

Gelelim şadırvan olayına…

Tarihsel” değerini bazıları tartışadursun ama o şadırvan benim gibi 50’yi devirmiş harbi İzmirliler için “simgedir!” Şadırvanın yaşı 60’ın üzerinde. “Tarihi” olmasa da “mantocuların” ve Kemeraltı’nın simgelerinden biriydi.

Emniyet “bir yere kadar” götürdü, “yıkan şahsı” yakaladı, mahkeme de serbest bıraktı. Konu kapandı değil mi? Benim için kapanmadı. Şadırvanın çevresindeki esnafın, bu şadırvanı istemediğini biliyor musunuz?

Peki neden istemiyor?

Çünkü 60 yıl önceki Kemeraltı ile bugünkü Kemeraltı aynı değil. Gelenekler, hoşgörü, aidiyet hep yok oldu.

Araştırdım, soruşturdum. İster Vali Bey kızsın isterse Emniyet Müdürü. İsterse de belediye başkanları. Çünkü saydıklarımdan biri dahi gidip olaydan sonra çevre esnafıyla görüşmedi, görüştürülmedi. Eğer dinleselerdi Kemeraltı’nda polisin de zabıtanın da çalışmadığını anlayacaklardı.

O şadırvan yapıldığında amaç, hemen yanındaki Şadırvan Camii için abdest ihtiyacı içindi. Yapıldığında çevre esnafı gözü gibi baktı bu yapıya. Sünnet olacak çocuklar, gelin olacak kızlar, damat olacak oğlanlar hep taslarından su içti. O zamanlar gerçek olan “insanlık değerleriydi” çünkü. İnançlar bugünkü gibi ucuz Çin malları değildi. İnanca ve mütedeyyine saygı esastı. Şov yoktu! O şadırvan uzun zaman hizmet verdi çevresine. Devir döndü, koşullar ağırlaştı, yaşam güçleşti. Paylaşma ve dayanışma yerini vahşi rekabete bıraktı, yabancılaştı kentli, kentine, kentinin değerlerine!

Yıkılan o şadırvan, uzun zamandır “sorundu” biliyor musunuz ey millet?

Çünkü pisti, çünkü bu sıcakta kokuyordu, çünkü esnafın telefonlarına zabıta cevap vermiyor, tüm gün Salepçioğlu önünde oturuyordu! Biliyor musunuz o şadırvan uzun zamandır “bedava bulaşık makinesi” oldu. Artık vatandaşlar su içmiyor sevinçle. Dükkanlarındaki çeşmeleri kapatan bazı esnaf, temizlikten içmeye, su ihtiyacını bu gariban şadırvandan gideriyor. Bulaşıklar burada yıkandığından, pis paspaslar yıkandığından ortaya pis bir koku yayılıyor. Ne de olsa “düzen intizam” yok.

Peki şadırvanı yıkan şahıs kim? Önceki hayatı araştırılmış mı? Daha önce de böyle bir “yıkım” yapmış mı? Şimdi soruyorum sadece, “yıkan şahsın” ardında “kim” var? Yoksa bir “müteahhit” var mı? Esnafın doğal tepkilerini, CHP’ye karşı kullanmak isteyen, rant odaklı bir organizasyon var mı?

Artık Kemeraltı’nın hektar hektar alanını, sadece romantik uğraşılarla duyumsayamayız. Bugün “karanlık müteahhit” güçler, yarın başka cüretlerini sergileyebilir. İnanın şu anda bu karanlık güçlerin uğraştığı yeni “yeri” öğrendim.

Emniyet Müdürü, Kemeraltı Esnaf Derneği’nden önce Kemeraltı’nı dolaşsın. Öğrenecekleri zaten kafasını karıştıracak. Bu arada İzmir milletvekilleri de derhal mercek tutsun konuya. Şadırvan yıkımı münferit değil. Ardında belki de “yandaş bir müteahhit” var!

Şimdi yine yazacağım, kızacak “birileri”. Adım “Hasan Tahsin”. İzmir’in “arka sokaklarından” gelmeyim. Derdim de “arka sokaklar”.

Kemeraltı ve TARKEM ile ilgili daha net yazıyı pazartesi okuyacaksınız.

ADI “UMUT” OLSUN!

Önceki günlerde Büyükşehir ve Konak belediye başkanları, Kadifekale’ye gitti. Halkla kucaklaştılar, dertleştiler ve bolca gülümsediler, yurttaşlara çoluk çocuk. Ziyaretin fotoğrafları bana ulaştığında, abartmıyorum tek tek hepsine dakikalarca baktım. Öyle başkanlara değil ama çocukların, kadınların, erkeklerin, yaşlıların yüzlerine. Büyükşehir’in gerçekleştirdiği “bostan” çalışmasına katılan kadınların, çocukların coşkuları da yansımış fotoğraflara.

Defalarca yazdım, yine yazıyorum. Ben, Başkan Soyer’in literatüre soktuğu “arka sıraların” insanıyım. Kadifekale’den, Çimentepe’den, Kaynak’tan “aşağı” nasıl bakıldığını çok çok iyi biliyorum. Hele bir “yokuş” var ki… Keşke imkân olsa hem Tunç Soyer’e hem de Abdül Batur’a eşlik edip o “yokuştan” Basmane’ye indirebilsem. Vallahi inince çaylar benden…

Seçimlerden beri izliyorum “arka sıra” çalışmalarını. Nisandan beri de yeniden sokaklardayım ki, yürüyerek, otobüsle falan dolaşıyorum, dinliyorum. Pazaryeri mahallesindeki portatif havuzun nasıl sonuçlar doğurduğunu anlayamaz “aşağı mahalle” dostları. Çünkü aşağıdan yukarı, önden, arka son iki asırdır hiç izlenmedi. Anafartalar Caddesi ve üst mahalleler son iki asırdır, azar azar “gözden çıkarıldı.” Bilinen bilinmeyen çok badireler atlatıldı oralarda. Vali Bey üzerine alınmasın ama tayinle gelip gidenler hiçbir zaman ciddiye almadı “arka mahalleleri.” Bazen “seçilmişler de” bu makus kaderi devam ettirdiler acımasızca. Arka mahallelerin çığlıkları hiçbir zaman duyulmadı aşağıdan, kıyıdan, köşklerden…

İşte “gevrekçi kızın” durumu mesela… Onca çığlığına karşı o köşkün kapısı açılmamıştı 100 yıl önce. İşgalde de kurtuluşta da “arka mahallelerin” öyküleri, dramları, endişe ve coşkuları için nedense doğru düzgün kalem de oynatılmadı.

İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Konak Belediyesi’nin “İzmir’in çeperleri” için uğraşılarını destekliyorum. Artık İzmir’in kaderini İzmir’in istisnasız tüm yurttaşlarının belirlemesinin yolu açıldı bence. Artık sadece “kıyı” ve “köşk severler” ya da “İzmir Barcelona olsun” papağanları, İzmir’in çeperlerini ciddiye almak zorunda olmalı. Son iki asırdır süren fakir fukaralık, garip gurabalık son bulmalı.

İzmir’in emperyalist işgalden kurtuluşunun 100. yılı coşkusunu oldukça yetersiz görenlerdenim. Ciddi bir ruh ve samimiyet eksiği hissediyorum. Bunun anlaşılır nedenleri olduğu kadar, bazı çevrelerin gerçeklerden korkusunun yarattığı küçümseme de var.

Pazartesi itibariyle artık bu köşemde az ya da çok “100. Yıla Dair” yazılar da okuyacaksınız. Sessiz kalamam zira yaşayabileceğim başka 100 yıl yok!