Önceki hafta hepimizin tanıdığı; fakat çok az özelliğini bildiğimiz milli şair, düşünür, devlet adamı Mehmet Akif’i anma haftasıydı. Onun, Millî Mücadele döneminde birçok zorluklar karşısında savaşmış Türk ordusuna yazdığı İstiklal marşını da bilmeyen olmadığını düşünüyorum. Fakat özel hayatı ve ideolojik görüşleri dolayısıyla yaşadığı sıkıntıları hakkında çok bir bilgiye sahip olduğumuzu sanmıyorum.
Akif, 20 Aralık 1873 yılında İstanbul’da doğdu. Okuma yazma bilmeyen bir ailede doğan Akif, daha sonra aldığı eğitim dolayısıyla devletin birçok kurumunda ve farklı şehirlerde veterinerlik görevini yerine getirmiştir. Farklı bölgelerde görev yapması ona Anadolu insanını tanıma ve onlar hakkında görüşlere sahip olma fırsatı vermiştir. Kendisini “sağlam bir dindar’’ olarak adlandıran şair, aynı zamanda gelişmeye açık olduğunu da belirtmiştir. Görev yaptığı süre zarfında Osmanlı Devleti, Ruslar ile 1877-1878 (93 harbini) savaşmış ve meclisi feshetmişti. Bu duruma karşı olan Akif, dönemin ünlü düşünürlerinden olan ve daha sonra İstanbul’da hayata gözlerini yuman Cemaleddin Afgani’nin görüşlerinden etkilenmiştir. Tıpkı Afgani gibi Mehmet Akif’te istibdat yönetimine karşıydı. İstibdata karşı yazdığı bir dizi yazıyı bu tarihlerde yayınlayamamıştı. 24 Temmuz 1908 yılında Osmanlı Devleti meşrutiyeti ilan edip istibdat dönemine son verince medya da bir nevi patlama yaşanmıştır. Çok sayıda gazete yayın hayatına başlamıştı.
Mehmet Akif ve kendisiyle aynı görüşte olan Eşref Edip’te meşrutiyetin kendilerine verdiği bu tarihi fırsattan yararlanarak ‘’Sıratı Müstakim’’ adlı bir dergi çıkarmışlar böylece kendi görüşlerini yayarak toplumu yönlendirmeye çalışmışlardır. Verdikleri uzun soluklu bu mücadele daha sonra birinci dünya savaşının başlamasıyla sekteye uğramıştır. Akif, Almanya, Mısır gibi diğer birçok ülkeye giderek çalışmalarına burada devam etmiştir. Meşrutiyet döneminde Osmanlı Yönetiminde olan İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle farklı görüşlere sahip olsa da öncelik vatan topraklarının selameti olduğu için birlikte hareket etmişlerdir.
Milli mücadelenin başladığı yıllarda da Yine aynı şekilde Akif, Anadolu hareketini desteklemiştir. Çünkü zihninde halen büyük bir İslam birliği kurma fikri yatmaktadır. Başlangıçta verilen mücadeleler başarıya ulaşmış ve Akif ve beraberindekiler zafer kazandıklarını düşünmüşlerse de sonrada milli bir devletin kurulacağı fikri istenilenin aksi bir fikrin ülkeye hâkim olduğunu göstermiştir.
Bunun üzerine Akif, diyanet işleri başkanlığında bir göreve atanmış aynı zamanda kendisine Kur’an’ın tercümesini yapmasını için ricada bulunulmuştur. Mehmet Akif, bunun mümkün olmadığı görüşündedir. Fakat çok fazla denemeler yaparak ve titiz bir çalışma ile tümüyle doğru olmasa da en az hata ile bir çevirinin yapılabileceğini düşünmüştür. Uzun bir çalışma sonucunda hazırladığı 50 sayfalık bir metni diyanet işleri başkanlığına ulaştırmak üzereyken, ibadet dilinin Türkçeye çevrildiği haberi kendisine ulaşmıştır. Kur’anın çevirine bile soğuk bakan şair, bu girişimle birlikte dinin zarar göreceğini, hatta yaptığı çevirinin dahi bu yolda kullanılacağını düşünerek, tercümesini Diyanet İşleri başkanlığına göndermekten vazgeçmiş ve aldığı ücreti iade etmiştir. Buradan ayrılan Akif, tekrar Mısır’a gitmiştir. Çevirisinin akıbeti hakkında halen büyük tartışmalar devam etmektedir. Fakat, Akif’in Mısır’a gittiği zaman bu Çeviriyi Prof. Dr. Ekmeleddin İhsan oğlunun babası olan Yozgatlı İhsan Efendiye verdiği ve kendisine eğer dönerse kendisine iade etmesini; dönmezse yakmasını vasiyet ettiği söylenmektedir. Akif, Mısırdan döndükten kısa süre sonra 27 Aralık 1936 ‘da İstanbul’da yaşamını yitirdi. Uzun soluklu, meşakkatli bir mücadelenin ardından Milli Şair olarak bugün hala anılmaktadır.