Türkiye’nin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olduğu, bu durumun ülke için pek çok avantajı beraberinde getirdiği iddiası sıklıkla kulağınıza çalınmıştır.
Oysa kalkınmışlık göstergelerinde en önde yer...
Türkiye’nin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olduğu, bu durumun ülke için pek çok avantajı beraberinde getirdiği iddiası sıklıkla kulağınıza çalınmıştır.
Oysa kalkınmışlık göstergelerinde en önde yer alan ülkelerin değerlendirme kriterlerinde, en az genç nüfusun oranı kadar önemli parametreler de var.
Genç nüfusunuzu hangi standartlarda ve nasıl eğittiğiniz, nasıl donattığınız; onlara nasıl bir yaşam umudu ve gelecek planı sunduğunuz çok önemli.
Uzağa gitmeyin, işte Türkiye…
İyi yetişmiş, meslek sahibi olmuş, en az iki yabancı dil bilen gençlerimiz; kapağı yurt dışına atabilmek için adeta birbiri ile yarışıyor.
Yurtdışı hayali, lise seviyesindeki gençlerimize kadar inmiş durumda.
Daha geçen hafta bu sütunlarda sizlerle paylaşmıştım.
Kısa süre önce yüksek öğretim sistemini kökünden değiştirecek çok önemli bir karar alındı ve üniversiteye girişte baraj puanı kaldırıldı.
Yani üniversite sınavında yarım neti aşabilenler, tercih yapabilecek.
Gençlerimize iskambil kâğıdı dağıtır gibi diploma dağıtıyoruz, sonra da “mesleki eğitim sorunumuz had safhada” türünden haberler yapıyoruz.
// HIZLA YAŞLANIYORUZ
İşin daha elim ve vahim tarafı ise şu:
Türkiye, nüfusu hızla yaşlanan bir ülke yolunda koşar adım ilerliyor.
Birkaç gün önce TÜİK tarafından açıklanan istatistiklerde, ülkenin nüfusunun kaç milyona ulaştığı, yaşadığımız ilin ya da ilçenin nüfusu gibi eften püften verilere dikkat kesildik.
Doğru, 2021 yılı itibarıyla ülkemizin nüfusu 84 milyon 680 bin 273 kişiye ulaşmış durumda.
Oysa aynı istatistik verilerin içine mayın gibi gizlenmiş çok önemli rakamlar da var.
Sözgelimi Türkiye nüfusunun yarıdan fazlasını 34 yaş altı bireyler oluşturuyor.
Bu sütunlarda 4-5 yıl önce bu rakamın 29 olduğunu çok iyi anımsıyorum. Demek oluyor ki her yıl nüfusun yaş ortalaması bir yaş ilerliyor.
// DOĞURGANLIK AZALIYOR
Nüfus piramidimiz bu durumu en anlaşılır şekilde ortaya koyuyor.
Çok değil on yıl önce, 2011 yılında Türkiye'de en kalabalık yaş grubu nüfusun %8,8'ini oluşturan 10-14 yaş arası iken; 2021’de en kalabalık yaş gurubu nüfusun %8'ini 20-24 yaş grubu oluşturuyor.
Ve çocuk sayısı…
Sayın Cumhurbaşkanı evli çiftlere yıllardır “Üç çocuk yapın” diye “nasihat” ediyor. Son yıllarda bu söylemini “En az üç çocuk” olarak değiştiriyor.
Pekâlâ necip milletimiz Sayın Cumhurbaşkanına kulak veriyor mu?
Veriler, pek de öyle olmadığını gösteriyor…
2021 yılı itibarıyla Türkiye'de 15-64 yaş arası her 100 kişiye 33 çocuk (0-14 yaş) düşerken, 50 yıl öncesinde ise bu oran 77,7 gibi astronomik derecede yüksekti.
Türkiye’de çocuk doğum oranının zirve yaptığı 1970 yılından bugüne geçen 51 yılda düşüş eğiliminde olduğu görülüyor. Ancak son on yılda bu eğilim eğrisinin aşağı yönde hızlandığı dikkatlerden kaçmıyor.
// ÇEKİRDEK AİLE 4 KİŞİ DEĞİL
Yani vatandaşın çocuk yapmayı düşünürken önemsediği konu, kaç çocuk sahibi olacağından çok, onlara nasıl bir yaşam standardı sunacağı sorusunda düğümleniyor.
2021 yılı sonu verileri, dilimize pelesenk olan “Anne, baba ve iki çocuktan oluşan dört kişilik çekirdek aile” tanımının da değiştiğini gösteriyor.
2021 verilerine göre Türkiye genelinde hane halkı büyüklüğü ortalaması 3.2’ye kadar gerilemiş durumda. Elbette bu sayı illere göre değişkenlik gösteriyor. Şırnak'ta hane halkı büyüklüğünde 5,45 ile en yüksek il olurken, Çanakkale 2,57 ile son sırada yer alıyor.
Nüfus yaşlanırken, 15-64 yaş grubu içerisinde olan her yüz kişiye düşen yaşlı sayısını ifade eden “Yaşlı Bağımlılık Oranı”nda son 10 yılda ciddi bir yükseliş gözleniyor. 2021 yılında yaşlı bağımlılık oranı %14,3’e yükselirken, 50 yıl öncesinde bu oranın 8,2 olduğunu hatırlamak gerekiyor.
// HEPİMİZİ DÜŞÜNDÜRMELİ
Ayan beyan ortada olan bu rakamlar hepimizi düşündürmeli…
Dünyada teknolojik gelişmeler baş döndürücü hızla ilerliyor.
Eğitim sisteminin son yirmi yılda adeta yaz-boz tahtasına çevrildiğini biliyoruz. İlkokula başladıktan sonra, aynı sistemle mezun olan tek bir çocuğumuz yok. Bu durum, toplum kesimleri tarafından çok dikkate alınmasa da ülkenin geleceğinde en büyük risk unsurunu barındırıyor.
PISA ve Bologna gibi uluslararası güvenirliği kanıtlanmış endekslerdeki hâlimizin içler acısı halini bu sütunlarda pek çok kez dile getirmiştik.
4.0 Sanayi Devrimi ile bugün “meslek” olarak bilinen pek çok uğraş alanı, gelecekte hiçbir anlam ifade etmeyecek. Hâlâ var mı bilmiyorum ama adliye binalarının önünde oturan arzuhalcilere bugün ne kadar ihtiyaç varsa, gelecekte çocuklarımızın önemli bir bölümüne o kadar ihtiyaç olacak.
// GURUR (!) DUYABİLİRİZ
Yutkunmaya, sorunları yokmuş gibi göstermenin anlamı yok.
Manzara ortada.
Hepimiz eserimizle gurur duyabiliriz.
Koca bir gençlik elimizden kayıp gidiyor.
Bu çocukların gelecekte mesleksiz, işsiz, vasıfsız, umutsuz ve kaybedecek bir şeyi kalmayan bireyler olarak hangi sosyal patlamaların fitilini ateşleyeceklerini kestirmek güç değil.
Sınıfta kalmanın ve öğretmene saygının olmadığı bir sistemde, geleceğini şekillendirmede iddia sahibi gençleri yetiştirmemiz mümkün değil. Bu sistem diplomalı ama donanımsız gençler ürettiği müddetçe; işverenlerimiz nitelikli işgücü aramaya, gençlerimiz kahvehanelerde oturmaya, devlet büyüklerimiz de talimatla istihdamı artırmaya devam eder.
Kusura bakmayın ama memleketin hâl-i pür melali bu…
ATATÜRK’TEN HİTLER’E: “BİR ONBAŞI, BENİ CİNAYETLERİNE ALET EDEMEZ!”
Atatürk’e ilişkin anekdotlara yer vermeyi epeydir unutmuştuk.
Birkaç dostun iğneleyici uyarıları ile kendime geldim.
İşte “Bu cümleyi ancak Atatürk gibi bir adam kurar” diyebileceğiniz muhteşem bir siyaset dersi.
1930’lu yıllar Almanya’sı, Hitler faşizminin ülkeye yavaş yavaş nüfuz ettiği yıllardı. 1939’da başlayacak 2. Dünya Savaşı ile yaklaşık 60 milyon insanın hayatını kaybetmesine sebep olacak Hitler, ülkesindeki Yahudilere hayatı dar etmek için elinden geleni yapıyordu.
Genç Türkiye Cumhuriyeti ise yaklaşan felaketi öngörerek bir insanlık dramını engellemeye çalışıyordu. Almanya üniversitelerinde görev yapan ve Hitler’in adeta yok etmek istediği akademisyenlere Türkiye kucak açtı.
// KÜSTAHLIĞA BAK!
Özellikle 1930’lu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversite atılımında, Almanya’dan ülkemize sığınan Yahudi bilim adamlarının azımsanmayacak katkısı vardı.
Hitler, tarih yaprakları 8 Mayıs 1933’ü gösterdiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e bir mesaj göndermişti.
“Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayını Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem. Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız.” cümlesinin yer aldığı mesajı iletmek üzere Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras soluğu Çankaya’da almışlardı.
Herkes nefesini tutmuş, Atatürk’ün bu küstahlığa nasıl bir cevap vereceğini bekliyordu.
// CEVABA BAK!
Ve büyük devrimci mesajı okuduktan sonra şu cevabı yapıştırmıştı:
“Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez!”
Adeta döve döve had bildirmekti bu.
Ve çok değil on yıl kadar sonra o onbaşı, dev Alman ordularının generallerine emir verir noktada olacaktı.
Mustafa Kemal, iki Bakana derhal talimat vererek Türk üniversitelerinde görev almak isteyen Yahudi kökenli olsun ya da olmasın tüm Alman akademisyenler ile ilgili işlemlerin hem kolaylaştırılmasını hem de hızlandırılmasını emretmişti.
Ülkemize gelen akademisyenler arasında, sonraki yıllarda Türkiye’de iktisat öğreniminin gelişmesinde ve Gelir Vergisi kanunlarının hazırlanmasında önemli katkıları olan Yahudi asıllı ünlü Alman iktisatçı Prof. Dr. Fritz Neumark da vardı.
// BÜYÜK ZITLIK…
1936’da Türkiye’ye göç ederek, İstanbul Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak katılan Neumark, 1952 yılına kadar Türkiye’de kaldı. İstanbul Üniversitesi’nde Maliye ve İktisat dersleri verdi. Türkçe dilinde çok sayıda eser yayınladı. Türk üniversitelerinde görevli çok sayıda iktisat ve maliye hocasının hocası olma onurunu yaşadı.
1952 yılında ülkesine döndükten sonra uzun yıllar Frankfurt Üniversitesi Rektörü olarak görev yaptı.
Kitapları arasında yer alan “Zuflucht am Bosporus” da (Boğaziçi’ne Sığınanlar) Türkiye’de yaşadığı yılları ve Atatürk’e ilişkin düşüncelerini sayfalar dolusu kaleme aldı.
Ve bugün Atatürk’ü diktatör gibi gören yarım akıllı yobazlara, 75 yıl öncesinden şöyle seslendi:
“Hiçbir zıtlık, Hitler ile Atatürk arasındaki zıtlıktan daha büyük olamazdı.”
TÜİK VERİLERİNİ SORANLARA FIKRALI VE TOPLU BİR CEVAP…
Bizler gibi biraz kalem oynatanlara sorulan soruların ilk 5’i:
“Kardeşim, dolar nereye kadar çıkar (ya da iner)?
“Yengene bir miras payı geldi, parayı nereye yatıralım?”
“Açıklanan işsizlik ve enflasyon rakamları gerçeği yansıtmıyor, sebebi nedir?”
“Kişi başına milli gelir rakamı doğruysa, benim dört kişilik ailemin her ay 10 bin liranın üzerinde gelirinin olması gerekiyor. Nerede kardeşim bizim paralar?”
“Bu yıl erken seçim olur mu?”
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), pazardan alışverişini yapan Mehmet amcadan Holding patronu Mehmet beye kadar hepimizin dikkatle izlediği, verilerinin sağlamasını yaptığı bir kurum. Devletin açıkladığı rakamlara elbette güvenmek zorundayız.
Peki inanmak zorunda mıyız?
On puanlık sınav sorusu bu galiba…
Hâl böyle olunca sorulara toplu yanıt olabilecek bir fıkra ile bahsi kapatalım:
// FIKRA İLE CEVAP…
Üst katta sevgilisi ile birlikte olan kadın, aşağı kattan gelen sesleri işitince irkilmiş. “Eyvah” demiş sevgilisine, “Kocamın iş seyahatinden erken döneceği tutmuş. Hemen saklan!”
Evin misafiri olan sevgili, izlediği filmlerin de etkisi ile “Ulan elbise dolabına saklanayım bari” demiş içinden ve atmış kendisini dolaba…
Kocası odaya girmiş ve gördüğü manzarayı görünce şaşırmış…
Karısı yarı çıplak, saç baş dağınık vaziyette, komodinde bir viski bardağı ve dumanı hâlâ tüten puro…
Sinirlenmiş tabii.
Çıkışmış karısına:
-“Nedir bu viski?”
-Sevgilim, seni çok özledim, hasretine dayanamadım, kendimi içkiye vurdum.
-Peki bu puro ne?
-Onu da rahatlamak için yaktım. Viski ile puro iyi gider dediler.
Dolabın içinde olup bitenlere kulak misafiri olan sevgili, adamın zekâsına şapka çıkarmış (!), biraz rahatlamış…
-Tamam. Beni özle ama sağlığına da dikkat et. Şimdi biraz yatacağım, çok yorgunum, sonra konuşalım bunları…
Adam ceketini çıkarıp elbise dolabının kapağını açtığı anda, karısının “Ah, eyvah” bağırışı ile dolabın içinde ayakta çıplak duran davetsiz ile karşılaşmış:
-Senin ne işin var burada? Ne arıyorsun
-Abi, viski ve puro hikâyelerine inandıysan, ben de otobüs bekliyorum…
HAFTANIN SÖZÜ
Bilgi derindir, cehalet ise sığ;
Bilgi kazanılır, cehalet ise bulaşır…
Anooshirvan Miandji