Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek, Türk siyasetinde yarım yüzyıldır varlığını koruyan bir aktör. Bugüne kadar girdiği seçimlerde milletimizden bindelik rakamlardan ötede iltifat görmese...
Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek, Türk siyasetinde yarım yüzyıldır varlığını koruyan bir aktör. Bugüne kadar girdiği seçimlerde milletimizden bindelik rakamlardan ötede iltifat görmese de ona oy verenlerinin sesi, sayılarından daha fazla çıkabiliyor.
Bu da bir maharet kuşkusuz.
2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olabilmek için ihtiyaç duyduğu 100 bin imzaya, son günün son saatlerinde kerhen verilen destek imzaları ile ulaşabilen Sayın Perinçek, Yüksek Seçim Kurulu verilerine göre ancak 98 bin 930 oy alabilmişti.
Keza, Sayın Perinçek’in Genel Başkanı olduğu Vatan Partisi’ne milletvekili seçimlerinde verilen oy sayısı 117 bin 713’di. Yani 18 bin 783 Vatan Partili, Genel Başkanlarına oy dahi vermemişti. Bu durum Züğürt Ağa filmindeki efsane repliklere benzetilmişti.
// PERİNÇEK’İN İŞİ ZOR
Seçim döneminde hangi veriye dayalı konuştuğunu anlamadığımız bir iddia ile “ikinci tura kalacağını kesin ifadelerle dile getiren” Sayın Perinçek, ancak yüzde 0,2 (Binde iki) oy alabilmişti. Yarım yüzyıla yaklaşık süredir siyaset sahnesinde yer alan biri için kolaylıkla sindirilebilir bir durum değildi bu.
Elbette her siyasetçiye saygımız var.
Demokrasi terbiyemiz, katılmadığımız düşüncelerin de özgürce ifade edilmesine izin vermeyi şart koşuyor.
Millî değerlerimize dil uzatılmadıkça elbette…
Sayın Perinçek’in 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ndan sonra yaptığı açıklamalarda kullandığı sözler bu nedenle kabul edilebilir türden değil.
“1980 darbesiyle birlikte 23 Nisan’ın çocuk bayramı olması kanunlaştı. Atatürk bilseydi ki bir gün o 23 Nisan devrimi en sonunda bir balon bayramına dönüştürülecek, çok daha farklı tavırlar alırdı” diyor Sayın Perinçek.
// TARİHİ GERÇEKLERİ İĞVA
İzmir’in yüz akı gazetecilerinden Yaşar Aksoy ağabeyimin, Gözlem Gazetesi’nin 23 Nisan Özel Sayısı manşetinde yer alan haberi ise bu konuda bildiklerimizi bir kez daha hatırlatıyor bize.
Vatan Partililer’in bu türden cümleler kurmadan önce, kaynak kitapları daha dikkatli taramalarını salık veririm… Yaşar ağabeyin yazısında vurgulandığı gibi, 23 Nisan’ın Milli Bayram Addine Dair Kanun, Birinci Büyük Millet Meclisinin açılışından tam bir yıl sonra, 23 Nisan 1921 yılında kabul edilmişti.
Kanun, 2 Mayıs 1921 ise Ceridei Resmiye'de (Resmî Gazete) yayımlanarak yürürlüğe girdi. İki maddeden oluşan kanunun birinci maddesinde, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk yevmi küşadı olan 23 Nisan günü milli bayramdır”; ikinci maddesinde ise “Tarihi kabulünden muteber olan işbu kanunun icrasına Büyük Millet Meclisi memurdur” ifadesi yer alıyordu.
Atatürk, 23 Nisan 1921’de Milli Bayram olarak kutlanmasına karar verilen 23 Nisan Bayramı’nı, 23 Nisan 1929 tarihinde çocuklara armağan etti. Böylece 23 Nisan ilk defa, 1929 yılında Çocuk Bayramı olarak kutlandı. 91 yıldır da kutlanmaya devam ediliyor.
// ÇOCUK BAYRAMI YAPAN ATATÜRK
Yani Sayın Perinçek’in bahsettiği “Balon Bayramı”nın fikir babasının bizatihi Atatürk olduğu görülüyor. Bu büyük millet bayramı, 27 Mayıs 1935 tarihinde çıkarılan Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kutlanmaya devam edildi.
Ve gelelim 12 Eylül 1980 sonrasına…
Perinçek’in konuşmasında atıfta bulunduğu yasa ise “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun”da, 20 Nisan 1983 tarihinde yapılan değişikliği anlatıyor. Bu değişiklikle birlikte, 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı'nın adı “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak değiştiriyor.
Yani Sayın Perinçek’in aldatmacası şurada:
1983’te –yani 12 Eylül döneminde- yapılan yasa değişikliği ile 23 Nisan’ın “Çocuk Bayramı” özelliği başlamıyor. Çıkarılan kanun, zaten 1929’dan o güne kadar Çocuk Bayramı’nın adını, kanun maddesine ekliyor, o kadar…
Bayram aynı bayram, kutlama aynı kutlama…
Nitekim 1979’da TRT’nin öncülüğünde ilk olarak 6 ülkenin katılmasıyla 23 Nisan ilk kez uluslararası boyuta taşınıyor. Sonraki yıllarda dünyanın birçok ülkesinden çocuklar Türkiye’ye gelerek, müthiş bir atmosfer yaratmaya başlıyor. Türkiye, dünyada çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke olmayı sürdürüyor.
İlkokula başladığım yıl olan 1981 ve sonraki yıllarda da aynı bayramı, bugünkünden çok daha büyük coşku ile kutladığımızı iyi hatırlıyorum.
// PERİNÇEK'İN AKLINA İHTİYAÇ YOK
Sayın Perinçek’in tarihi gerçekleri böylesine saptıran açıklamaları, 77 yaşına gelmiş, emekli olmaya çoktan hak kazanmış bir siyasetçiye yakışmıyor.
23 Nisan, ulusal egemenliğimizin mâbedi olan TBMM’nin açıldığı gündür…
23 Nisan, hem “Ulusal Egemenlik”in hem de çocuklarımıza adanmış dünyadaki ilk ve tek bayramının eşit şekilde ve gururla kutlandığı bir gündür!
23 Nisan, Türk devriminin büyük önderi Mustafa Kemal’in, Türk ve dünya çocuklarına bu önemli günü bayram olarak hediye ettiği müthiş zekâsına şapka çıkardığımız gündür…
Ve en az bunlar kadar önemli bir gündür 23 Nisan…
Türk insanının “padişahın eteğini öpen kul” olmaktan, “Cumhuriyet devriminin aydınlık yüzlü yurttaşı” olmaya ilk kararlı adımını attığı gündür.
Ezcümle, egemenliğin gökten yere indiği gündür 23 Nisan…
23 Nisan, işbirlikçi saltanata karşı Türk Milleti'nin egemenliğini zorla, kuvvetle ve kudretle eline aldığı gündür!
Bu topraklar, milli egemenlik güneşinin doğduğu günü, geleceğin sahibi çocuklara bayram sevinci olarak armağan eden Mustafa Kemal Atatürk'ün kalplerde hâlâ sımsıcak yaşadığı bir vatandır!
Kusura bakmasın ama Türk Milleti’nin, kendi partilisinden oy almakta dahi zorlanan, dün ak dediğine bugün kara diyen Sayın Perinçek’ten alacak akla ihtiyacı yok.
Bizler 23 Nisan’da hem çocuklarımızın bayramını, ulusumuzun kayıtsız şartsız egemenliğini kutlarız…
Kendisi rahat olabilir...
TÜRK EKONOMİSİ
KORONA VİRÜS DEVRİMİ
SONRASINA HAZIR MI?
En gelişmiş ülkelerden en yoksul ülkelere kadar tüm dünyanın üzerinde ittifak ettiği konu, korona virüs salgınının ardından dünyanın yeniden dizayn edileceği…
Pekâlâ ne yaşanacak bu yeni düzende?
Kuşkusuz çevreye, insana, doğaya daha saygılı bir sanayileşme bilinci öne çıkacak. Yaşlı dünyamızın kıt kaynaklarının daha verimli ve insan odaklı kullanılmasının önü açılacak.
“Serbest piyasa” metaforunun tam bir palavra olduğu, silinmemek üzere zihinlere kazanacak. Bize liberal ekonomi ve serbest piyasa masalları okuyan ülkelerin, iş kendi ulusal çıkarlarını korumaya gelince nasıl aslına rücu ettikleri ibretle hatırlanacak.
// “GÖRÜNMEYEN EL” YALANMIŞ
Piyasa ekonomisinin her sorunu çözmeye muktedir “görünmeyen eli”nin de berbat bir yalan olduğu hep anımsanacak.
Bu belayı bilerek ya da bilmeyerek başımıza saran Çin, dünyanın üretim üssü olma özelliğini kaybedecek. Bu gerçeği erken görüp pozisyon alan şirketlerimizin, küresel tedarik zincirlerindeki konumları güçlenecek.
Üretim modellerinde dijitalleşme öne çıkacak. Verimlilik ölçümleri, insan odaklı olmaktan hızla uzaklaşacak.
Ve tarım…
İsterseniz dünyanın en gelişmiş ülkesi olun, şayet domates üretemiyor, insanınıza sağlıklı besin kaynaklarını sunamıyorsanız, ayakta kalmanız mümkün olmayacak.
“Cebimizde paramız var kardeşim, ithal eder tüketiriz” diyen Tarım Bakanları müstehzi gülümsemelerle; “Doğru planlama ve akıllı politikalarla bu topraklar 200 milyon insanı rahatlıkla doyurur” diyen Tire Süt Kooperatifi Başkanı Mahmut Eskiyörük gibi anıt adamlar gururla anılacak.
Tarımsal kalkınmanın anahtarının başka yerde aranmaması, kooperatifleşmenin tek çıkar yol olduğu bir kez daha anlaşılacak. Korona günlerinde ülkelerin ilk tarım ürünleri ihracatlarını durdukları, tüm ülkelerin kendi paçalarını kurtarma derdine düştüğü ibret öyküleri, hafızalarda canlı kalacak...
// DOĞRU ÇOK, YANLIŞ AZ…
Türkiye’nin bu yeni dünya düzeninde doğru yerde konumlanması hayati önem taşıyacak.
İmalat sanayisi işkollarının Çin dışındaki ülkelere kayma sürecinde yetişmiş işgücü ve tüketim pazarlarına yakınlığı ile Türkiye’nin öne çıkması işten bile değil.
Yeter ki enerjimizi iç siyasetin didişmelerine kurban vermeyelim.
Tarımsal üretim avantajımızı, iklim özelliklerimizi tarım işletmelerinin ölçeklerinin büyütülmesi ve sayılarının artırılması ile destekleyelim.
İhracatımızın yarıya yakınını temsil eden AB bölgesinden gelecek devasa ertelenmiş talebe karşı hazır olalım, işletmelerimizi ayakta tutmak için ne gerekiyorsa yapalım.
Doğruları çok, hataları az yaparsak bu krizi fırsata çeviren ülkeler arasında ilk sıralarda yer alabiliriz.
SU TASARRUFUNDA
KAŞ YAPARKEN
GÖZ MÜ ÇIKARIYORUZ?
Korona virüs salgının hayatımıza getirdiği en olumlu unsur temizlik oldu bence. Ülkenin ezici çoğunluğu “temizliğin imandan geldiğine” inanan bir dine mensup. Kimse alınmasın ama bu cennet ülkenin sokaklarını, doğasını, denizini mahvederken hiç de Müslüman gibi davranmıyoruz.
Temizliğe daha fazla önem verdikçe doğal olarak su tüketimi artıyor.
İzmir’de çok kurak geçen bir kış dönemi sonrasında su tüketimi arttıkça “2008 kâbusu” yine rüyalarımıza giriyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, su tasarrufunu önlemek adına bir dizi uyarılar yapıyor. En ilginç icraatı ise araç yıkama istasyonlarının haftanın en fazla iki günü çalışmalarına karar vermesi oluyor.
Yalnız bu noktada kaş yaparken göz mü çıkarılıyor kuşkusu doğuyor.
Bu aralar oturduğunuz sokaklara alıcı gözle bakarsanız pek çok İzmirli’nin evlerinin önünde şakır şakır araba yıkadıklarını göreceksiniz.
// 8 LİTRE Mİ 40 LİTRE Mİ?
Arabamı iki haftada bir Karşıyaka’da büyük ölçekli bir istasyonda yıkatırım. Aynı anda 8 aracın yıkanabildiği işletmenin sahibini de yıllardır tanırım.
Pek çoğu Suriyeli olmak üzere 20’den fazla çalışanı olan bu işletmede, Büyükşehir’in kararından sonra çalışanların yarısının işine son verilmiş.
Yani alınan karar, pek çok işletmede kayıtlı olarak çalışan, sigortası ve vergisi ödenen elemanların azaltılmasına sebep olmuş.
Bir de işin görünmeyen yönü şu:
Aracınızı yıkama istasyonunda yıkadığınızda en fazla 8 ilâ 10 litre arasında bir su tüketimi oluyor. İstasyonların hemen tümü, su ihtiyaçlarını şebekeden değil, yeraltı sularından kullanıyor.
Buna karşılık aracınızı evinizin önünde hortumla yıkadığınızda en az 40 litre su tüketiyorsunuz.
Bu oyunda kimin kazançlı çıktığını doğrusu merak ettim.
// HERKESİN KAYBETTİĞİ OYUN
İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZSU kaybediyor, çünkü daha fazla su tüketiliyor.
Araç yıkama istasyonları kaybediyor, çünkü işletmeler küçülüyor.
Çalışan işçiler (Türk ya da Suriyeli) kaybediyor, çünkü işsiz kalıyorlar.
Devlet kaybediyor, çünkü işsizlik artıyor, daha fazla sayıda insan sokakta geziyor, vergi geliri azalıyor.
Vatandaş kaybediyor, çamur yağmurunda ıslanmış arabalarıyla haftalarca gezmek zorunda kalıyor…
Büyükşehir’in bu kararını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum.
ELE YÜZE BULAŞAN MASKE İŞİ…
Virüs salgınının etkili olmaya başlamasının üzerinden nerdeyse iki ay geçti.
Bu sürede sayın devletimiz, tanesi 30 kuruşluk maskeden beş adedini vatandaşına ulaştırmayı beceremedi. 30 kuruş derken abarttığımı sanmayın. Benim gibi küçük çocuğu olan herkesin evinde her daim bulunan maskeleri, salgın başlayana kadar 30’lu paketlerini eczanelerden 10 TL’ye satın alırdık.
Sırf “maskeler belediyeler eliyle dağıtılmasın” takıntısı nedeniyle, kendi vatandaşına maske veremeyen, satın alınmasını da istemeyen devletimiz; maşallah ABD’ye maske yollamakta sakınca görmüyor. O maskelerin PKK’lı teröristlere gittiğini de mahvolarak izlemekteyiz.
Bir sanayici dostum sağ olsun, kendi çalışanları için tedarik ettiği maskelerden gönderdi de çocuğumuzun kan tahlilini yaptırmak için evden dışarı çıkabildik.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Maske talepleri e-devlet’ten yapılacak” açıklamasından (6 Nisan) bir gün sonra, 7 Nisan 2020’de hem eşim hem kendim için maske talebi yapmamıza rağmen, an itibarıyla cep telefonlarımıza gelen bir mesaj yok.
Diyelim ki beş adet maskeyi aldık. Bu sayı en fazla bir hafta yetecek.
İlelebet aynı maskeyi kullanmayacağımıza göre ha babam e-devlet’ten talepte mi bulunacağız?
Gerçekten de akıl almaz, film senaryosunda izleseniz inanmayacağınız beceriksizlikler yaşıyoruz.
Bakalım şu meşhur maskelerimize ne vakit kavuşacağız?
Vuslatı sabırsızlıkla bekliyoruz.