Saklambaç...
Evet, yanlış duymadınız saklambaç; ‘cee-eeee’ lerle başlayan ve hayat boyu devam eden bir oyun...
‘En son ne zaman saklambaç oynadınız?’ diye sorsalar muhtemelen hepimiz bir an durup dü...
Saklambaç...
Evet, yanlış duymadınız saklambaç; ‘cee-eeee’ lerle başlayan ve hayat boyu devam eden bir oyun...
‘En son ne zaman saklambaç oynadınız?’ diye sorsalar muhtemelen hepimiz bir an durup düşünür ve o günü hatırlamanın imkansız olduğunu söyleriz. Oysaki hayat devam ederken sürekli bir şeylerden saklandığımızı hep gözden kaçırırız. En çok da kendimizden kaçarken kendimize sobeleniriz aslında!
‘Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün’ sözünü bilmeyen yoktur. Peki, bu mottoyla yola devam eden kaç kişi gördünüz ya da siz gerçekten böyle misiniz? Hayatın içindeki roller, bir bir değişirken insanın kendi olarak kalabilmesi en büyük başarı olsa gerek diye düşünürüm hep; hırstan, kibirden, yarıştan ve egodan uzak bir hayat neredeyse imkansızken saklanmadan yaşayabilmek de pek mümkün olmuyor. Bazen kaybetme korkusu, bazen aciziyet, bazen kolaya kaçmak bazen de yüzleşmemek için herkes biraz saklanır aslında...
Çocukken perdelerin arkasına saklanmakla görünmediğimizi sanmakla başlayan macera büyüdükçe şekil değiştirirken, düşüncelerinden duygularından kaçamayan, kimi zaman ‘mecburiyet’ diye nitelendirerek kendini rahatlattığı bir yalan hikayeye dönüşür o masum oyun... Görünmediğini sandığımız her ne varsa görünüyor; ebenin artık her yerde gözü var ve saklanmayanın ebe olduğu, herkesin ebe olmaktan kaçtığı bir düzende kayboluşlar da kaçınılmaz oluyor. Kendimizi bir sobeleyebilsek belki her şey daha çıkarsız, şeffaf olacak ama kimsenin gücü de yüreği de yok kendini sobelemeye.
-Mış gibi yaşanan hayatlar, -miş gibi anlatılan hikayeler, -muş gibi hissedilen sevdalar... Hepsi oyuna dahil, hepsi oyunun temel yapı taşları... Farkında olunmayan omuza bindikçe binen yükler, ağırlıklar, yorgunluklar değil mi aslında? Oysaki saklambaç en eğlendiğimiz, kendimizi en mutlu hissettiğimiz hele bir de ebeyi sobelersek kendimizi başarılı hissettiğimiz masum ve güzel bir oyun değil miydi? İnsanoğlu hangi ara bu masum oyunu bile kendine yük haline getirmeyi başardı? İlk taşı kuyuya hangi deli attı acaba? Hangi duyguyla bozuldu da şekil değiştirdi bu güzel oyun?
Ahh şu egolar... İnsanın benliğinden gelen ve hükmetmesi en zor olan duygu ama hükmedilebildiğinde de içindeki gerçek karakteri çıkaran mücizevi bir iksir gibi!
Bir dost sohbetinde ‘Yuvarlak odalarda köşeler arıyoruz hepimiz bir şeylerden saklanabilmek için...’ demişti arkadaşım; ‘Sadece o köşeleri aramakla kalmıyor, olmayan köşelere kafamızı çarpıyoruz üstelik’ demiştim. Kendini sobelemek yerine olmayan köşelere çarpıp canını yakmak nedense daha kolay gelir oldu insana...
Başta acıya olmak üzere her duyguya karşı duyarsızlığın getirdiği noktada bu hafta cesurlara seslenmek istedim. Dünyayı bir kenara bırakıp kendimizi sobeleyelim mi? Göreceksiniz, kendinizi sobelediğinizde sıkışıp kaldığınız yerden kendinizi azad edecek, aynı zamanda da saklanan herkesi görmeye başlayacaksınız.
Haydi, biraz cesaret!
Sobeleyin kendinizi!