“… dün öldüğü zaman yer yerinden oynadı. Ölümü hakkında -dünyanın en buhranlı seneleri olmasına rağmen- başmakaleler yazıldı. Şadi öldü. Fakat yarattığı rol kişileri yaşıyor. Belki de kemikleri bile çürümüş bir sanatkâr için arkasında, yeryüzünde, sanki deri ve kemikliymiş gibi bu kadar canlı tipler, bu kadar hayatiyetli kahramanlar bırakmak ne büyük meziyettir.”

Kurduğu tiyatroda disiplini en önde tutan Fikret Şadi Bey, Söke turnesinde, topluluğunun en genç ve yaramaz oyuncusu Halide Hanım’ı (Pişkin), kadın oyuncuların kaldığı yatakhanede yaptığı bir şaka yüzünden, (disiplini bozduğunu düşündüğü için) onu herkesin önünde eşek sudan gelinceye kadar evire çevire döver. Neymiş; Halide Pişkin, sırf şaka olsun diye, bir kâğıda “Bu bekârlık canıma yetti!” diye yazarak, başka bir kadın oyuncunun yatağına atmış da ondan! Sadece şaka olsun diye! Bu kâğıt da Fikret Şadi’nin eline geçince, kızılca kıyamet kopar. Hayatı boyunca Şadi’yi hiç yalnız bırakmayan Şehper Hanım, genç oyuncu Halide’yi odasına saklayıp kocasının elinden kurtarmasa kim bilir daha neler olacaktır o gece? Yüksek sesle konuşmak, hele hele kikir kikir gülmek yasaktır toplulukta! Olur a, otelde kalan başka müşteriler bu sesleri duyar da “Bakın işte, tiyatrocu kadınlar hafif kadınlardır” derlerse, bu kepazeliğin altından nasıl kalkılır? Rezaletin dikâlâsı!.. Hele hele!

Yıllar sonra bu konu kendisine sorulduğunda Halide Hanım çok samimi bir yanıt verir gazeteciye:

Şadi Bey öyle bir dayak attı ki bana, belki oğlu Gazanfer’i böyle dövmemiştir. Dayağı yemiştim ama şimdi düşünüyorum da; vurduğu yerde gül bittiği söylenen hoca dayağı budur. Ona hak veriyorum şimdi. Tiyatro kumpanyalarının sadece bir zevk ve eğlence heyeti, tiyatro kadınlarının da yalnız kanto oynayan ve göbek atan mahlûklar olarak telâkki edildiği günlerde Şadi Bey bundan başka ne yapabilirdi ki?”

Fikret Şadi’nin bir de sahneüstü disiplinine örnek vermek isteriz… Disiplinin böylesi nadir görülmüştür.

Kumpanya Manisa’dadır ve daha önce Güllü Agop’un sahneye koyduğu “Divaneler Hekimi” adlı oyunu sahnelemektedir. Şadi Fikret’in karşısında bu kez “Saffet Baba” vardır. Bir deli tarafından dayak yiyen birini oynamaktadır. Saffet Baba, sahne deneyimi olan yaş almış ama hep oradan oraya savrulmuş, çoğu zaman yoksulluktan çaresiz kalmış, ayak işleriyle karnını doyuran, ne iş olsa yapan, çokca sevilen biridir! Arkadaşlarının cebine sıkıştırdıklarıyla geçinen, Mahmut Yesari’nin kadim dostu!

Saffet Baba’nın rolü gayet hareketli, biraz da farfaracı bir roldür. Fakat o gece aktör bunu pek ağır oynamaktadır. Piyesin bir sahnesinde Şadi’nin Saffet Baba’yı rol icabı dövmesi gerekmektedir. Her zaman, yani “Divaneler Hekimi” piyesinin her temsilinde bu dayak sahnesi, seyirciye pek hakiki ve şiddetliymiş tesirini vermekle beraber, şöyle yalandan birkaç tekme ile geçiştirilirdi. Yalnız dayak yiyen aktörün bu sırada bağırması, telaşa düşmesi, korkması, çırpınması lazımdır. Zira bir ‘deli’nin taaruzuna uğramış bir adamdır. Böyle bir adam nasıl müthiş bir telaşa düşmez, bağırıp çağırmaz?

O gece yine oyunda aynı sahne geliyor. Piyesin başından beri ağır oynayan Saffet Baba bu dayak faslında da bir iki kere pek hafiften “Aman!.. Aman!” diyor… Şadi birdenbire köpürüyor. Bu kadar sükûnetle dayak yenir mi?.. Bilhassa çıldırmış bir adamdan?.. Saffet Baba’yı harekete geçirmek için ona piyese uygun bir tip vermek, telaşa ve farfaraya düşürmek için üzerine atılıyor.

Öyle hakiki bir dövme sahnesi o zamana kadar tiyatromuzda görülmemiştir. Tekmeler, yumruklar…

Bu sahici sahne karşısında halk delicesine alkışlıyor.

Fakat Şadi o kadar hakiki bir surette tekmeleri, yumrukları atıyor ki; Saffet Baba’nın birdenbire aklına müthiş bir şüphe geliyor: Acaba sahiden mi delirdi?.. Zira ancak hakikaten delirmiş bir adam ‘bir çıldırma sahnesini’ bu kadar mükemmel oynayabilir.

Saffet Baba’nın bu şüpheye düşmesinin mühim bir sebebi de şudur: Bu piyes haftalardan beri oynanmaktadır. Her gece Şadi sahnede çıldırmaktadır. Hatta bir müddet önce de Şadi bu piyesten ve bu çıldırma sahnesinden bahsederken Saffet Baba’ya: “Bir adama 40 gün mütemadiyen “Delisin!” derlerse mutlaka 41. gün deli olur. Ben de her gece sayende deliriyorum. Bir gün o çıldırma sahnesinde hakikaten kaçırıvereceğime eminim!.. Zaten ilk temsillerde o sahneye gelince zorla kendi kendimi deliliğe sevkederdim. Halbuki şimdi piyesin o parçası gelince aklımın şöyle bir gittiğini duyuyorum!.. Yani delilik kendiliğinden geliyor” diye şaka etmişti.

İşte şimdi Şadi, onun gırtlağını sıkmak üzere üstüne hücum ederken Saffet Baba hep bunları düşünüyordu. Birdenbire o şaşkınlık içinde piyesin 41. temsil olduğunu farketti. 40 gün sahnede yalancıktan deliren bir akıllı aktör, 41. günü neden sahiden çıldırmasın?

Bu dehşet içinde boğazı kuruduğu için yine bağıramıyordu. Tam bu sırada Şadi, “Evet… Sahiden çıldırdım!” diye onun üstüne atılınca Saffet Baba feryatları, çığlıkları basarak kulis arasına doğru kaçtı. Halk kırılıyordu. Alkış göklere çıkıyordu. Lakin Saffet Baba “Aman sahiden çıldırdı!” diye sahnenin arkasında dört dönüyordu.” (Akşam Gazetesi, 19 Şubat 1946, Sene: 28, Gazete yayın no: 9820)

Fikret Şadi Bey’in Türk Tiyatrosu’na kazandırdıklarını saymakla bitiremeyiz ama kadın oyuncuların sahneye çıkmasındaki etkisinden söz etmesek, sanatçıya büyük haksızlık etmiş oluruz. Örneğin Atatürk’ün karşısında sahneye çıkan ilk Türk kadın oyuncu Bedia Muvahhit Hanım’ın rol arkadaşlarından biridir Şadi Bey. Sadece o mu? Sahneye çıkan ilk Türk kadın oyuncumuz Afife Jale’nin birçok oyununda karşısında oynayan yine odur. Örneğin, “Aşk Uyumaz” oyununda Afife Jale ve Fikret Şadi karşılıklı oynamışlardır. Sonra, Milli Sahne oyuncularını Trabzon turnesinde gösteren o ünlü fotoğrafta, iki büyük sanatçımız yine birliktedir. Hani Afife Hanım’ın şapkalı olduğu o çok ünlü fotoğrafı hatırladınız mı?

Fikret Şadi Bey’in kadın oyuncu konusundaki tutumunu en iyi anlatan anılardan birini, topluluğun yaramaz çocuğu Halide Pişkin’den dinleyelim:

Eskişehir turnesinde, büyük muvaffakiyetler kazanmışız. Seyahatimiz epey zamandan beri sürdüğü için İstanbul’u özlemişim. Bu yüzden bir gün Şadi Bey’e tutturdum:

  • Ben İstanbul’a gitmek istiyorum… İllâ İstanbul, çok özledim şehrimi!

  • İstanbul kaçmıyor ya kızım! İşimizi bitirelim, gideriz elbet.

  • Hayır efendim, ben çok sıkıldım turneden. Hemen gitmek istiyorum!

  • Kızım…

  • Şimdi, bugün, hemen!.. Yoksa kendimi trenin altına atacağım! Sözüm söz!

  • Ne diyorsun sen, o iş öyle kolay mı?

  • Kolayını zorunu bilmem. Eğer bugün beni İstanbul’a göndermezseniz, dediğimi yaparım.

  • Ama kızım, ya oyundaki görevin…

  • İstanbul da İstanbul…

  • Gecenin bir yarısındayız…

  • Çok sıkıldım ben.

Fikret Şadi onca dil döktükten sonra umudunu yitirir.

  • İyi ya, kalk hazırlan o zaman! İstasyona gidiyoruz.

Bu konuşmayı izleyen birkaç oyuncuyla birlikte, çarçabuk hazırlanan genç oyuncuyla birlikte istasyona giderler. Az sonra uzaktan trenin geldiği görülür.

  • Hadi bakalım, tren geliyor. Yap dediğini de görelim.

  • Nasıl yani?

  • Hani bugün İstanbul’a gidemezsen kendini trenin altına atacaktın ya… onu diyorum. İşte geliyor tren, at da görelim kendini. Söz vermiştin ya!

  • Ama Şadi Bey… ben… ben şaka yapmıştım.

  • Öyle konuşmak kolaydır kızım. Bir insan dediğini yapmıyorsa… onda bir eksiklik vardır.

  • Şakaydı…

Öteki arkadaşlarla karanlık bir köşeye çekildik. Tren geldi ve geçip gitti. Ben pek küçüğüm o zaman. Şadi Bey, kulağımdan tutup:

  • Nasıl? Bundan sonra kaprisleri bir kenara bırakıp, ciddi ciddi çalışacak mısın yoksa bu utançla kendini daha fazla rezil etmeye devam mı edeceksin? Tiyatro kapris kaldırmaz kızım.

Ödüm patlamıştı. İşte o gün bugündür sahnedeyim. Eğer bugün bir şey olduysam, sanat kimliğimi tamamıyla Şadi Bey’e borçluyum.”

ÖLÜM HER ZAMAN ACELECİDİR

Fikret Şadi Karagözoğlu, nam-ı diğer “Aktör Şadi”, 29 Aralık 1941 günü aramızdan ayrılır, o yılın Kurban Bayramı’nın birinci gününde!

12 yıl sahnelere küstüğü için Kırıkkale’de bir sinema salonu açan Şadi Bey, 1941 yılının son ayında İstanbul’a döneceği sıra kalp krizi geçirir. Ağır bir kriz! Doktorlar yerinden kıpırdamaması gerektiğini söyleseler de… İstanbul’dan uzakta ölmek istemez aktör.

O bitkin haliyle trene biner. Durumu gözle görülecek kadar ağırdır. Herkesin tanıdığı ve büyük saygı duyduğu ‘Bican Efendi’, ‘Habip Neccar’ ya da ‘Neş’e Bey’ eli yorgun yüreğinin üstünde kompartımına oturur. Ama tren istasyonları arasında büyük bir telaş başlamıştır o sıra…

Oyuncunun durumu Kırıkkale İstasyonu’ndan, İstanbul’a kadar kaç istasyon varsa tamamına bildirilir. Trenin durduğu her istasyonda bir doktor gelerek Fikret Şadi’yi kontrol eder, kalbini dinler ve gerekirse iğne yapıp, ilaç verir kendisine. İstanbul’a bu büyük sevgi imecesiyle ulaşır aktör…

Hayatı boyunca çok da önemsemediği sağlığı bu kez ona ölümcül bir oyun etmektedir. Ne çok sevdiği Çerkes tavuğu, ne bol kimyonlu köfte, ne de pastırmalı yumurta yiyemez ölümünden bir hafta önce… Oysa ki onun aklı son bir kere daha “Sekizinci” adlı oyunu İstanbul’da oynama isteğindedir. Bunun için çok sevdiği bıyıklarını bile kesmiştir. Ama olmaz… ömrü yetmez buna Fikret Şadi’nin!

Mühim bir kriz geçirmişim. Hastalığım sarî değil!.. Konuşmak memnu (*yasak), dinlemek şifa imiş”

Şöyle yazar ardından Lûtfi Ay:

Şüphe yok ki her ölüm acıdır; acelecidir. Her ölüm geride tesellisiz dertler, yaslı gönüller ve yuvalar bırakır. Ama ölen bir sanatçı, yeri doldurulamayacak bir sanatçı ise bu acıyı bütün bir memleket, bütün bir ulus, bazen bütün dünya paylaşır… Bu sanatçı büyük bir aktörse, acımız iki katına çıkar. Çünkü aktör bize, daha birkaç yıl kulaklarımızda çınlayacak sesinden, gözlerimizin önünde canlanacak hayalinden, kendisini gören gözler, duyan kulaklarla beraber büsbütün kaybolup gidecek hâtırasından başka hiçbir şey bırakmaz.

Yüceliğini sanatının bu ölümsüzlüğünden alan aktör, geriye iki şey bırakır: Yoksulluk ve unutulmak!

Yoksulluk; çünkü sağlığında bir lokma ekmeği kendisine zar zor verebildiğimiz aktör gözlerini kapadığı an, cenazesi kaldırıldığı gün, geride kalanlarının, çoluğunun çocuğunun hiçbir maddi dayanağı yoktur.

Unutulmak; çünkü uzun yıllar içindeki kutsal ateşi bize duyuran, her gece bir başka varlığın değişik âleminde yaşamak için, ömrünü kendi kendisinin dışında geçiren aktöre, ölümünün ilk günlerinde basmakalıp, şatafatlı süslü ağıtlar karalamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Üç beş yıl sonra da artık adı bile anılmaz oluyor.

İşte son on beş, yirmi yıl içinde kaybettiklerimiz: Muvahhit, Fehim Efendi, Âdil, Küçük Kemal, Otello Kâmil, Nurettin Şefkatî, Fikret Şadi, Melek Hanım, Emin Beliğ, Neyyire Ertuğrul, Sait, Hâzım… Vaktiyle bu adları taşıyanların hepsi sahnelerin büyük değerleriydi. Hepsi aynı feragatle, aynı imanla hayatlarını mesleklerine vakfetmiş, sahnemizi sanatlarının yüce ışığı ile yıllarca aydınlatmış, hemen hemen hepsi bu ışığı söndürmemek için kendi hayat ışıklarını feda etmiş kimselerdi.” (Ulus Gazetesi, 29 Temmuz 1944, Cumartesi)

Lûtfi Ay haklıdır; tiyatro tarihimiz, vefa ve saygı konusunda büyük bir mezarlıktan farksızdır. Birçok emektar sanat insanımız, kara kışta, ateşsiz bir odada, yorgansız bir şilte üstünde ölüp gitmiştir. Yırtık bir hasır üstünde, bir başına ölüp giden sanatçılarımızın adlarını sıralasak; gözümüzü karartan bir liste dikilir karşımıza. Ucu bulutlara değen bir utanç merdiveni!

Fikret Şadi de, cehaletin çirkin ve barbar çocukları tarafından, toplumsal hafızamıza alenen saldırıldığı günümüzde, tutunarak soluk almaya çabaladığımız aslan gibi bir öncülümüzdür. Bu yüzden unutulma kitabının silik harfleri arasında onun peşinden gittik.

Aktörün ölümü birçok gazetede duyurulmazken, arşivimizde, sanatçının ölümüyle ilgili bulabildiğimiz en uzun haberi olduğu gibi sizinle paylaşarak bu kırk yerinden kırk damla yaş süzülen yazımızı bitirelim.

Aktör Şadi’yi Kaybettik

Türk sahnesinin emekli ve maruf şahsiyetlerinden aktör Şadi, bayramın birinci günü vefat etmiştir. Darülbedayi’nin ve Millî Sahne’nin ölmez tipi ve ‘Bican Efendi’si ile ‘Habip Neccar’ı kıymetli sanatkârımıza rahmet diler, kederli ailesiyle Türk Tiyatrosu’nun elemlerine iştirak eder, taziyetlerimizi bildiririz.

Cenazesi, Taksim’de oturduğu yerden vasiyeti üzerine öğleyin Laleli Camisi’ne getirilerek namazı orada kılınmış, Merkezefendi’ye götürülerek aile mezarlığına gömülmüştür.

Cenazede İstanbul mebusu Râna Tarhan’la, Basın Birliği Mıntıka Reisi, Şehir Tiyatrosu sanatkârları, birçok dostları da hazır bulunmuş ve Şehir Tiyatrosu’ndan çelenk gönderilmiştir.

Şadi, Doktor Rıfat Bey’in ve tanınmış âlim Hacı Zihni Efendi’nin kızının oğluydu. 1891 Eylülünde doğmuş olduğuna göre henüz 50 yaşındaydı. Kendisine rahmet dileriz.” (Haber Gazetesi, 1 Ocak 1942, Perşembe, Yıl: 12, Sayı: 3538, s. 1)