Yıllardır biz köşe yazarlarına gelene kadar, sayısız profesörün, uzmanın haykırarak uyardığı günleri yaşıyoruz. Bizler de bu konularda elimiz dilimiz erdiğince farkında olmayı hedefledik. Anlaşılan od...
Yıllardır biz köşe yazarlarına gelene kadar, sayısız profesörün, uzmanın haykırarak uyardığı günleri yaşıyoruz. Bizler de bu konularda elimiz dilimiz erdiğince farkında olmayı hedefledik. Anlaşılan odur ki; yaşananlardan ders almıyoruz. Ne deprem öncesi hayatımızı, çevremizi kurgularken, ne de deprem sonrası için hazırlık yapmıyoruz. Kabul etmek zorunda olduğumuz gerçekler başında ülkemiz coğrafyasının 1. dereceden deprem kuşağı olduğunu bilmek geliyor. Ölümden korkarak bu gerçeği görmezden gelemeyiz. İnsan psikolojisi çoğunlukla, baş edemediği korkulardan, korktuğu gerçeklerden kaçma, onları yadsıma, yok sayma eğilimi gösterir.
Henüz enkazlarımız ve naaşlar ortadan kalkmadan, kayıpların kesin bilançosu ortaya dökülmeden, yaralılar tedavi görmemiş, evsiz kalanlar barınak bulmamışken, depremi konuşmaktan sıkılanların serzenişleri duyulmaya başlandı. Deprem bölgeleri uzağında yaşayanlar, günlük rutinlerine biran evvel dönmek kaygısına düştü. Sanki hiç başlarına gelmeyecekmiş gibi gördükleri, sakin, huzurlu günlere dönmek, unutmak istiyorlar. Ne yazık ki coğrafyamız, kendi gerçeklerini bizlere unutturmamakta ısrarlı gözüküyor. Yaşadığımız binaları, şehirleri incelemek mecburiyetindeyiz. Felaketin öncesi demek, şehirlerimizi, mahallelerimizi, binalarımızı doğru şekilde yapılandırmak, sağlıklı ve sürdürülebilir olduklarından emin olmak, denetlemekle başlıyor. İlgili yasa ve yönetmeliklere uymak, uyulmasını talep etmek hepimizin görevi.
Ayrıca, “benim apartmanım sağlam”, demek de yeterli değil! Bir mahalle çöktüğünde o binanın sağlam olmasının hiçbir anlam ifade etmediğini açıkça görüyoruz. Elektrik, su, kanalizasyon, iletişim ve ulaşım başta olmak üzere, tüm hayati alt yapının çöktüğünü, her tür ihtiyaç için intikalin imkânsız hale geldiğini anlıyoruz. Buna rağmen, alüvyal dolgu alanlar, dere yatakları, kıyılar ve fay kırıklarına apartmanlar dikmeye devam ediyoruz. Yapıları kanunsuz, ucuz veya hatta kaçak yapmakta mahsur görmüyoruz. Biz yapalım, elbet af gelir diyoruz. Elbet ki nüfus artacak, konut ihtiyacı her zaman var olacak, ama bizler bu doğal ihtiyacı insafsız bir rant anlayışına çevirdik. Hepsinin toplamı ve sonucu olan felakette hepimiz pay sahibiyiz. Bugün Güneydoğu Anadolu birinci dereceden felaket bölgesi gözükse de, tüm memleket felaketin kucağındadır. Ve bilimin ışığında anlaşılıyor ki; her an, ülkemizin başka bir ucu belki aynı büyüklükte, belki de çok daha korkunç olanı ile yüzleşmek durumunda kalabilir.
Her şeye rağmen yapacağımız çok iş var! Acı reçete ne ise, önümüze koyup bir yerinden işe koyulmalıyız. Toplumun sağlığı, eşitlik ve refah standardını koruyabilmek adına, Bir kişinin malik olduğu “Üçüncü konuttan fazlası için” Ekstra Lüks Vergisi, gibi yeni bir tanım getirilmelidir. Yıkılan bölgelerin yeri Hazineye, Hazinenin güvenli alanları yerleşkelere takas yapılmalıdır. Konutlar, sağlıklı verilere dayanan dağ yamaçları, tepe, kayaç zeminlere yönlendirilmelidir. Alüvyon dolgu alanlar, tarıma bırakılmalı, şehirleşmeye, konut yoğunluğuna açılmamalı, gerekirse imar yasası bu doğrultuda revize edilmelidir. 1.derece risk taşıyan alanlardaki hasarlı binalara güçlendirme izni verilmemelidir. Binaların yeri ve sağlamlığı başta olmak kaydıyla, deprem anı için alınacak önlemleri gözden geçirmeliyiz. Çocuklarımıza “hayat üçgeni” denen güvenli alanları öğretmeliyiz. Şehirlerimizde “Acil Durum Toplanma Merkezleri”ni bilmeli, yok ise oluşturmalarını talep etmeliyiz. Acil durumlar için mahalle muhtarları başta olmak üzere, acil durum kurtarma ekipleri oluşturmalı, bunları düzenli eğitmeli, eğitimli ve bilinçli ekipleri daima diri tutmalıyız.