Okuduğum en güzel çocuk kitaplarından biri olan ‘Gülibik’, Çetin Öner’in 1975 yılında basılan ilk kitabıdır. Bu kitap, 1978 yılında Almanca, İngilizce ve Hollanda dillerine çevrilip o ülkelerde de bas...
Okuduğum en güzel çocuk kitaplarından biri olan ‘Gülibik’, Çetin Öner’in 1975 yılında basılan ilk kitabıdır. Bu kitap, 1978 yılında Almanca, İngilizce ve Hollanda dillerine çevrilip o ülkelerde de basılır ve o yıldan beridir bu ülkelerde, çocuklar için yardımcı okuma kitabı olarak okullara önerilir. Kitap, Sabri Tevfik Hammam tarafından Arapça’ya da çevrilmiş, 2008 yılında, Safeer Yayınları tarafından Mısır’da da basılmıştır.
“
Bir daha dünyaya gelseydim eğer / Herşeye yeniden başlardım (...) Terkimde Hatti, kucağımda Hitit / Ne yitik Zebur, ne Ahd-i Atik / Ne Ahd-i Cedid / Ne Turu Sina'da Musa / Ne çarmıhta İsa / Damgalar, çivi yazıları, kil tabletler... / ve Tabula Rasa!”
Gerçekten de, ‘Gülibik’ tam bir ‘tabula rasa’dır, kalbinin gözleriyle okuyanlar için. İnsana biriktirdiği her şeyi unutturacak kadar masum, hayatın ve umutlu olmanın bir kristal kadar göz kamaştırdığını anlatırken, dağın öte yüzünün de olduğunu bildiren ve bir şeyleri sorgulamaya davet eden, okuyucusunu yumuşacık bir örtü gibi sarıveren, kör kalpleri hayatın gerçeklerine doğru bakmaya çağıran bir tellal davulu... Gerçek zenginliğin nerelerde olduğuna dair, insanın en derinini kurcalayan bir sevgi hikâyesi... (Meraklısına Not; Tabula Rasa; aydınlanma çağının ilk filozofu kabul edilen ve aslında bir tıp doktoru olan, İngiliz pedagog ve eğitimbilimci John Locke'un ( 1632-1704), "boş levha" önermesinin adıdır. Locke’ye göre, insanlar ya da doğa, kurallarla / sert tanımlarla hareket eden bir yapıya uygun olamaz. İnsanlar, doğada ya da sosyal yaşantıda olup bitene karşı doğru refleksleri geliştirmek için, hayatın karşısına çıkmalıdırlar. Bu varoluş tavrı, sistemleri yaratacak ve insanlar bu oluşanın karşısında, önceliklerini saptayacaklardır. Bunu kitaptaki Ali isimli çocuk ve yoksul babası üzerinden değerlendirdiğimizdeyse,; çocuğunu okula göndermek için, çocuğunun en sevgili dostu olan Gülibik’i, hiç uygun olmadığı halde horoz dövüşüne sokmak zorunda kalan babayla, bunu engelleyemeyen çocuğun tragedyasıyla karşılaşırız. Her ikisi de kendince haklıdırlar ama bu ‘yeni oluş’, hayatla ilişkilenme biçiminde her iki tarafa da kalıcı duygular bırakır. Çocuk,’ boş bir levha gibidir’ der Locke, ‘üstüne ne yazarsan onu büyütür.’)
Çetin Öner, ilk kitabı ‘Gülibik’i, 1975 yılında ilk kez basan ve ‘en iyi dostum’ dediği Erdal Öz’le tanışmalarını yıllar sonra bir dergide şöyle yazar:
“
Erdal Öz, daha yüzünü görmeden tanıdığım biriydi. Rahmetli Zeki Ağabeyim onun “Odalarda” kitabını taa 1950'li yıllarda okumuş ve çok sevmişti. Sürekli ondan söz ediyor, övgüler yağdırıyordu öykülerine. Ben o zamanlar Kan Kalesi Cengi, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre aşamasındaydım. Taş baskı o kitapların kapak resimlerine dalar giderdim. Ardından Nat Pinkerton, derken Pekos Bill geldi, çizgi romanlara dadandım. Yıllar sonra onu Ankara'daki “Sergi Kitabevi”nde tanıdım. Ben tiyatrocu, o kitapçıydı. Sıkı arkadaş olduk. Güzel günler yaşadık 60'lı yıllarda (...) Derken askeri darbeler dönemi başladı, keyfimiz kaçtı. O tutuklandı, ben asker oldum. Askerlikten sonra daha da pekişti arkadaşlığımız; dost olduk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Daha çok da onun evinde. O istanbul'a taşındı. Sürekli mektuplaştık. Ardından bir askeri darbe daha; ben işsiz kaldım. Dağıldım. Beni hep toparlamaya çalıştı. Beni yazarlığa yönlendiren ilk insan oldu yaşamımda. İlk öyküm onun aracılığı ile “Yeni-a” dergisinde yayımlandı. Ardından ilk kitabım Gülibik'i de o bastı (...) Çok keyifli mektuplar yazdık yIllarca birbirimize. Çoğunu yitirdim onun yazdıklarının. Ama o, benim tüm mektuplarımı saklar arşivinde, bilirim. Onu çok severim, çok üzerim, çok kırarım arada bir. Bıyıkaltından gülümseyerek bağışlar beni. Aşırılıklarımı törpüler, kızgınlıklarımı yatıştırır: “Ulan! Hayatında sana küsmeyi sağlayamadığın tek kişi benim” der. Haklıdır (...) O, benim sırdaşım, yoldaşım, en sıkı arkadaşımdır. Tanığı ve çağdaşı olmaktan onur duyuyorum. Aramızdaki yirmi yaş farkına rağmen, ona bir gün bile ne ağabey ne de amca dedim. Bu kıyağımı da unutmasın!”
Çetin Öner’in yazarlık hayatındaki belki de en önemli kişi olan Erdal Öz öldüğünde, Öner, duygularını her zamankinden daha samimi bir şekilde ifade eden bir yazı yazar. Der ki:
“
Erdal’ın ölüm haberini alınca, gerçekten tek başıma kaldım sandım yeryüzünde. Bir boşluk; kara bir delik açıldı yüreğimde. İki kez revize edilmiş kalbim, bu acıya dayanabilir mi diye içime kapandım (...) Sonra da durdum, düşündüm: Erkan Yücel öldüğünde de, Ayberk Çölok, Ali Özoğuz, Ahmed Arif, Metin Altıok, Asaf Çiyiltepe, Güner Sümer,Yılmaz Güney ölünce de aynı duyguyu yaşamıştım. Dağıldım, karardım, kayboldum… Yine de dayandı kalbim sağ olsun! Daha önce de darbeler yedim bu tür ölümlerde. Annemi, babamı, ağabeyimi kaybettim, çok sevdiğim halamı … Daha nicelerini… Babam öldüğünde Özdemir İnce teselli etmek için, şöyle demişti bana: “Çeto! Bir insan, babası ölünce erkek olur ancak. Toparla kendini! Toparladım. Ama hiç unutamadım benim sevgili ölülerimi. Onlar içimde yaşıyorlar hâlâ (...) Ne var ki, Erdal’ın ölümü tüy dikti acılarımın üstüne (...)Genç bir ozan; Sıpriba Özlem... bir Abhaz söylemi anlatmıştı yıllar önce. Hiç unutmadım: “İnsan çok sevdiği birini yitirdiğinde ya da bir ilişki kendiliğinden bittiğinde; bir ismin anlamı değiştiğinde; o kişi, başka birini seçtiğinde; ya da alıp başını gittiğinde… insanın yüreğinde kırk tane mum yanarmış. Ne var ki, zamanla, alevler küçülür; acı da, giderek azalırmış. Acı azaldıkça da mumlar birer birer sönermiş. Ama içlerinden biri; bir tek mum, direnir, yanar dururmuş sonsuza dek. Hiç, hiç, hiç sönmezmiş.” Sevgili dostum, kardeşim, ustam, Erdal’ın yüreğimde yaktığı mum da, yaşadığım sürece hiç sönmeyecek içimde... Mezarına yıldızlar yağsın Erdal’ın. Anısı, genç yazarların yolunu ışıtsın! Yaptıkları, örnek olsun herkese! Hiç unutulmasın!"
Bir dostun kaybedilmesi adına çekilen acının çırılçıplak göründüğü bir koyu hüzün çöktü mü sizin içinize de? ... Neyse, derin bir soluk alıp, dışarıda ucuzlayan ilişkileri düşünmemeye çalışarak, kalbimizin elinden sıkı sıkı tutarak, Gülibik’in peşinden gitmeye devam edelim biz.
Çetin Öner, 1972-1973 yılları arasında Ankara temsilcisi olduğu Milliyet Sanat Dergisi’nde edindiği çevrenin üstüne, 1973 yılında girdiği TRT’nin ilişki ve örgütlenme kazançlarını da koyunca,cesaretlenir ve aynı yıllarda yazdığı ilk kitabı olan Gülibik’i Erdal Öz’e gönderir. Kitabı okuyan Erdal Öz’ün tepkisi olağanüstüdür. Erdal Öz, 26 Mayıs 1975 tarihli yanıt mektubunda, Çetin Öner’i;
‘Behrengi'den de çok sevdim seni. Bizdensin bir kere’ alkışıyla karşılar.
“
Dün gece saat 02.00'de, senin Gülibik'e şöyle bir göz atmak istedim. Eve götürmüştüm. İllet oldum sana. 03.00'te yatmam bir yana, kıskandım seni be çocuk. Bütün gece “Gülibik”le birlikteydim. Saat altıda kalktım. Çayı koydum. “Gülibik”i bir kez daha okudum. Noktalamasında değişiklikler yaptım. Bir iki yerini de kendimce düzelttim. Sen de olsan, sen de düzeltirdin onları. Seni bildiğim için düzelttim. Saat yedide Ülkü kalktı. Ona “Gülibik”i anlattım sabah sabah. İçinden bölümler anlattım. Maymunlar bölümüyle, kitabı açıp Avustralya'nın bitki örtüsünü öğrenme bölümünü. Yahu Reis, ortaya olağanüstü güzellikte bir öykü çıkmış. Olacak şey değil! Daha bizde bu incelikte, bu tatta, kimse bir çocuk kitabı yazamamıştır, diyorum. Behrengi'den de çok sevdim seni. Bizdensin bir kere. Dokunmak istediğim bir yer var: Alişir'le çocuğun yumurta-civciv tartışması. Alişir hem sözü uzatıyor, hem de kayısı-söğüt benzetmesini biraz kapalı geçiyor. Sonra, aynı bölümde “Horoz'un yumurtaya dönüşememesi” biçiminde versen sorunu, daha somut olur, “Dönüşmek” sözcüğüyle yani. Eşsiz güzellikte bir kitap yapacağım sana. Ülkü hemen sordu: “Çetin'in eline ne geçecek?” dedi. “İyi bir para versen de iyi bir tatil yapsalar” dedi. İyi mi? Ne dersin? Kıbrıs'a gitmeyi düşünmez misin tatil için? Biz düşünüyoruz. Gülibik'in babasını sevgiyle kucaklarım. Senin yerinde olsam, baba olunca oğlanın adını Gülibik koyardım... Erdal”
Bu yüreklendirme, Aziz Nesin’in neredeyse editörlüğünü yaptığı bir ortamda yazılan kitap, üç yıl sonra Gülibik’in, Cornelius Bischoff tarafından Alman diline çevrilmesi, yani topyekün bu heyecanlı günler, tarihi bir fırsat çıkarır Gülibik’in önüne... Türk-Alman Televizyonları ortak film projesi olarak, Gülibik’in filme çekilmesi... Proje, her nasılsa, darbecilerin elinde kıvranan TRT ‘denetiminden bile’geçer ve...
Gülibik hikâyesi, 1983 yılında, Kapadokya bölgesinde, Ürgüp’e bağlı bir köyde filme çekilir. Filmin yönetmenliğini yapan Alman yönetmen Jurgen Hasse; aynı zamanda, kitabı Alman diline çeviren Cornelius Bischoff (Çetin Öner’in dediği gibi söylersek ‘Korni’) ve Çetin Öner’le birlikte ortak senaryoyu yazan üç kişiden de biridir aynı zamanda... 104 dakika süren filmin müziklerini, Zülfü ve Ferhat Livaneli kardeşler yaparken, ekibin ‘görüntü yönetmenliği’ işi, Alman teknik adamlara verilir. Alfred Ebner ve Jurgen Grundmann’a... 35 mm ve renkli formatla çekilen filmin oyuncuları da, sinema tarihimize büyük katkıları olan güçlü oyunculardan kurulur. Ali’nin babasını Ejder Akışık oynarken, anne Nursim Demir tarafından canlandırılır. Filmin ağırlıklı rolü olan Ali, rol karakterine çok uygun bir çocuk oyuncu olan Murat Güler tarafından yorumlanır. Harun Yeşilyurt ve Necmettin Çobanoğlu’nun oyunculukları da filme büyük katkı sağlar. Hikâyemizin devamını, 12 Eylül darbesinden sonra, ‘uslu durması şartıyla’, hiç bir projesi onaylanmadan kızağa çekilen ve Çetin Öner’in TRT’den arkadaşı olan Sedat Örsel’den dinleyelim.
“
Montaj ve diğer post-production işlemleri Hamburg’da yapıldı ...ve bitmiş film geldi; seyrettik, güzel olmuştu...Denetim’e girdi...Girmesiyle, çıkması bir oldu...Yayınlanamaz! (...) Anladık ki “karar” çoook önceden verilmişti. Ve bir tâyin furyası yaşandı o sıralar. 101 can başka devlet kurumlarına sürüldü... Bu işlerin başında da bir Albay ve onun sivil yağdanlıkları…”
(Meraklısına Not; Sedat Örsel, bu ‘tâyin fırtınasında, Çetin Öner’in Afet İşleri Genel Müdürlüğü’ne sürüldüğünü söyler “Horozlananlar... Ve Çetin Öner” başlıklı yazısında. Bu fırtınada kendisinin de“sürülenleri himâye etmekle” suçlandığını.) Sözün kısası, Gülibik filmi Türkiye’de yasaklanır. Yasaklama nedeni, inanılmaz bir nedendir; “Ürgüp’te çekim yapılan köy meydanında bir çeşme vardır. Film çekildiği sırada,o çeşmede çamaşır yıkayan köylü kadınlar, çok gerideki ilkokulun bahçesinde bayrak töreni yapan kara önlüklü-beyaz yakalı öğrenciler İstiklâl Marşımızı söylerken hep birlikte ayağa kalkmamışlar ve çamaşır yıkamaya devam etmişlerdir... Üzerinde şehitlerimizin kanı...”
Filmin o sahnesini çıkarmayı, bunun
“kurşundan askerleri, lastikten topları, plastikten arabaları, kısacası parayla satın alınabilen hiçbir oyuncağı olmamış yoksul bir çocuğun, Gülibik adlı horozuyla kurduğu bir dostluk hikâyesi” olduğunu anlatmaya çalışırlar darbenin generallerine ama nafile... Film yasaklanıp, Türkiye’ye gelen kopyalarına el konur ve sonra da ortadan kaldırılır.
Türkiye, böylesi bir uluslararası sanat dayanışmasının dışına itilirken; filmin Alman yönetmeni Jurgen Hasse için, muazzam bir reklam fırsatı geçer eline: “ Türkiye’de yasaklanan şaheser”... Film bir anda bütün Avrupa ülkelerinin sinema salonlarında gösterime girer. 1984 Uluslararası Berlin Film Festivali’nde, büyük ödül C.İ.F.E.J.’le alkışlanır ilkin Gülibik. Ardından bütün Avrupa sıraya girer Gülibik’i ödüllendirmek için. Aynı yıl; ABD, 200 film arasından ‘En İyi 10 Çocuk Filmi’nden biri olarak Gülibik’i de işaretler. Yugoslavya ve İspanya’da, 1984 yılının ‘En İyi Çocuk Filmi’ olarak Gülibik’i ödüllendirir. İtalyanlar ise, aynı yıl, 1984’de, Padua Üniversitesi eliyle, ‘En İyi Çeviri’ ödülünü Gülibik’e verir.
Sanırdım ki çınlama sadece kulakta olur. Yanılmışım, ondan daha sinir bozucu olan yürekte olan çınlamaymış. En büyük kalemin bile tanımlayamayacağından emin olduğum bir şey bu; yürek çınlaması... Yanıyormuş gibi hissedip, derini soymak isterken, elinin ayağının buz kesmesi gibi... Ya da ne bileyim, nedensiz de olsa hiç durmadan ve güneş yüzü görmemiş bildiğin tüm küfürlerle bağırmak, bağırmak, bağırmak isteği gibi bir şey... Boğazına yumruk yemek gibi yada... Acı, çok acı... İçindeki umut ağacının tüm yeşil dallarının bir anda barbarlar tarafından kırılması ve bunu engelleyememen, ellerinin bağlı olması; bu işkence çığlıklarını duymamak için kulaklarını koparmak istemen gibi bir şey... Berbat bir şey!
“
Pazara gidiyorum dedi baba, sana tahtadan bir at alayım mı? Bana tahtadan bir at alacağına, etten bir eşek al dedi çocuk.”
Bu hazin hikâyenin ya da benzerlerinin, sadece Çetin Öner’in başına gelmediğini hepimiz biliyoruz. Eğer, günden güne vahşileşen, bencilleşen, kalleşliğin normalleştiği ve bize hayat diye dayatılan bu zehirli akıntıdan çıkmak için direnmezsek, bu hikâyelerin, sadece kılık değiştirerek yine karşımıza çıkacağından kimse kuşku duymamalıdır. Lütfen hatırlayalım, Nelson Mandela ne diyordu;
“Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter.”
Çetin Öner, çok sevgili çocuğu/dostu Gülibik’le ilgili ömrünün son günlerine yakın ‘yazarak bir çığlık’ atmıştı. Bu yazının son sözünü o söyleyecek:
“
... (Gülibik),
1978'den beri Almanca konuşulan tüm ülkelerde “Yardımcı Okuma Kitabı” olarak işlenmektedir. Almanya'da yedinci basımı yapılmıştır. Ayrıca, tiyatroya uyarlanıp sahnelenmiş ve TC Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca çift dilde (Türkçe/Almanca) prestij kitabı olarak basılmıştır. Türkiye'de okuma kitaplarına alınmıştır. Kitabın bu başarısı, salt benim çabalarımla olmamıştır. Gülibik'i yazmam için yüreklendiren Erdal Öz başta olmak üzere, eleştirileriyle beni yönlendiren ustam Aziz Nesin'in ve kitabı resimleyen sevgili ağabeyim Orhan Peker'le, sevgili dostum, çevirmenim Cornelius Bischoff'un katkılarını, yaşadığım sürece yüreğimde bir bergüzar gibi taşıyacağım. Ne var ki Gülibik filmi ülkemde gösterime sunulmadıkça da “sansürsüz ve yasaksız bir Türkiye” özlemim hiç dinmeyecektir. Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere, tüm sanat ve kültür kurumlarını, yazar örgütlerini, Uluslararası PEN'i, TYS'yi, Türkiye Edebiyatçılar Derneği'ni, Edebiyatçılar Birliği'ni bu çağdışı ayıbı temizlemeye çağırıyorum. Bunu da salt kendim için istiyorsam namerdim.” ( İmge Öyküler Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, Haziran-Temmuz 2005)