Abes-Muktebes kapışması- 1 Malûmatçı Baba Tahir’in akıl almaz maceralarını anlattıktan sonra, şimdi Servet-i Fünuncularla Malûmatçıların eski-yeni ad...

Abes-Muktebes kapışması- 1 Malûmatçı Baba Tahir’in akıl almaz maceralarını anlattıktan sonra, şimdi Servet-i Fünuncularla Malûmatçıların eski-yeni adıyla tutuştukları edebiyat savaşlarının ikinci perdesini anlatabiliriz. Perde açılır, oyuncular ağızlarında zar-zor tuttuğu sözleri savurmak için sabırsız, yerlerini alırlar. O sözler ki; ağza doldurulmuş cam kırıklarından farksızdır. Sussan batar, acıtır; konuşsan ağzını kanatır. Servet-i Fünuncular bir yandan, gelenekçilerin yeni kalesi Malûmat bir yandan, edebiyat ülkesini kendi görüşleri doğrultusunda zapt etmeye çalışmaktadır. Ancak, Malûmat yazarları garip bir şekilde, yazdıkları yazıların altına imza koymazlar. Ona buna çatan, ona kuyruk, buna bıyık yapan yazılardır yazdıkları ama imzasızdır çoğu! İşte bu yazılardan biri, eski-yeni kavgasının bitmediğinin; masanın hesabının henüz kesilmediğinin sinyalini vermektedir. Malûmat’ta yayımlanan, gazel formunda yazılmış imzasız bir dörtlükte, açık açık Zemzeme-Demdeme kapışmasına gönderme yapılır: “İşitildi yine gülzâr-ı sühanda ma'hûd (*Şairlerin gül bahçesinden duyuldu yine sözleri) Bülbül-i herze-edânın yeni bir zemzemesi (*Hoş, ama boş seslerle yine bir bülbülün şakıması) Lâl eder bir gün onu aksederek âfâka (*Ufuklarda yansıyarak sesini keser bir gün elbet) Yine bir bâz-ı fezâ-yı edebin demdemesi” (*Terbiyenin yırtıcı kuşunun güçlü bir çığlık atması) Bu tür yazılarla, disiplini önemseyen Servet-i Fünuncuları kışkırtmaya çalışan Malûmatçılar, bekledikleri kavga kıvılcımını, kendi gazetelerinde yayımlanan genç bir şairin şiiri üzerinden yakalarlar. Malûmat gazetesi, 24 Ekim 1895 tarihli 18. sayısının “Edebiyat” sütununda, “İfade-i Mahsusa” (Özel Görüşler) başlığıyla, “İntikâdat-ı Edebiye” (Edebiyatta Seçicilik / Eleştiri) adıyla bir sütun açacağını duyurur. Bir eser hakkında, doğal, önyargısız ve iyi niyetle yapılmış eleştirileri ya da bildirilen görüşleri yayımlayarak, hevesli edebiyatseverlere hizmet etme amacı taşıdıklarını bildirir gazete. Duyurunun ardına da, gazetenin sayfalarında çömez yazarların çalışmalarına yer vereceğini ekler. Çok geçmez, iki sayı sonra, Malûmat gazetesinin 7 Kasım 1895 tarihli 20. sayısında, Hasan Âsaf adlı hevesli bir edebiyatseverin gönderdiği “Tevhid-i Bârî” ve “Bürhan-ı Kudret” isimli iki manzumesi yayımlanır. İkinci kapışma da, işte bu şiirlerden biri olan “Bürhan-ı Kudret” de geçen iki dize yüzünden başlar. Şiirdeki, “Zerre-i nûrundan iken muktebes / Mihr ü mehe etmek işâret abes” ikiliğinde, kafiye olarak seçilen “Muktebes / abes” sözcüklerinin kafiye oluşturamayacağını söyler Malûmatçılar. Şiirin genç şairi, Malûmatçılara karşı çıkıp, ‘üstad’ Recâizâde Mahmut Ekrem’in şiir anlayışını savunan bir görüş bildirince de, edebiyat tarihine “Abes-Muktebes” adıyla geçen kavga başlamış olur. İsterseniz önce ‘Bürhan-ı Kudret’ (Güçlü Kanıt) adlı şiirin tamamına bakalım; sonra yavaş yavaş kavgayı anlatırız. (*HF çevirisiyle) “Kudretin isbâta ne hâcet Hûda (*Kudretinin kanıta ihtiyacı mı var Allah’ım) Lem’a-nisâr olmadadur çün ziyâ (*Güneş gibi aydınlığın savrulur her yana; çünkü aydınlık sensin) Zerre-i nûrundan iken muktebes (*En küçük ışık zerresi senin parlaklığından alınmışken) Mihr ü mehe etmek işâret abes (*Onun güneşten ya da aydan ortaya çıktığını söylemek saçmalıktır) Şems-i ulûhiyyetini zikr eder (*Göz alan yüceliğini her zaman aklımda tutarım) Şâhid-i ‘ulviyyetin olmuş kamer (*Üstünlüğünün tanığı ayın varlığıdır) Bunca ‘avâlim bu nücûm-i münîr (*Aydınlatan parlak ışığından doğar bütün âlemler) Nûr-i füyûzundan olur müstenîr (*Gizli aydınlığından gelir her şeyin parlaklığı) Her biri mirsâd-ı ‘ulûhiyyetin (*Yüceliğini izler her biri) Her biri mir’ât-ı rubûbiyyetin” (*Her biri aynasıdır yerin ve göğün sahibi olan yüceliğinin) (Utangaç bir not: Uzmanları beni bağışlasın, bu kadar çevirebildim.) Şiirin güçlü olup olmadığına kimse bakmaz; Malûmatçıların derdi, şiirin üçüncü ve dördüncü dizelerini birbirine bağlayan kafiyenin uygunsuz olduğuna ilişkindir. Malûmat yazarına göre; “Zerre-i nûrundan iken muktebes / Mihr ü mehe etmek işâret abes” dizelerindeki,“abes” sözcüğünün sonundaki “s” harfi, Arap abecesinde “Peltek s” ile; “muktebes” sözcüğünün sonundaki “s” ise “sin” ile yazılmaktadır. Son sözcüklerin kulağa eşses sağlamasına karşın; Arap abecesine göre iki ayrı harfle (peltek ‘se’ ve ‘sin’ harfleriyle) yazılmış olması, bu şiirin uyaklı şiirden sayılamayacağı anlamına gelir Malûmatın yazarına göre. Neden? Çünkü Divân şairleri, sözcüklerin uyaklı (kafiyeli) sayılabilmesi için, Arap abecesine göre son harf ve harekelerin aynı olmasını, yani “kafiyenin göz için” olmasını değişmez kurallardan biri kabul etmektedir. Bu tartışma bir anlamda bu şekilde bir kafiye kullanıp kullanılamayacağının tartışmasıdır. Malûmattan gelen eleştiriye yanıt veren Hasan Âsaf kendisini savunurken Recâizâde Ekrem’in; “Kafiye, sem (*Kulak) içindir, basar (*Göz) için değildir” sözünü hatırlatarak, yazarı kaynak gösterince; meydanı sulayanlara Recâizâde Ekrem de katılmış olur. Herkes çok iyi bilir ki Recâizâde; uyakta, yazılış biçiminin değil, ses değerinin gözetilmesi gerektiğini, yani “kafiyenin kulak için” olduğu görüşüne inanmaktadır. Daha doğrusu, şiir için bunun ‘daha uygun’ olduğu savunmaktadır. Arap şiirinden gelen ve -artık yenileşmesi gereken Türk şiirinin ayağına dolanan- bu eskimiş Divân edebiyatı kurallarına uydurulmaya çalışılan uyakların artık bırakılması gerektiğini! Şiir yayımlanır yayımlanmaz yeni bir hır-gür başlamıştır. Gazetede yayımlanan ve -yine imzasız bir yazı olmakla birlikte, ben bu yazıyı Baba Tahir’in kaleme aldığını düşünüyorum- genç şaire hem öğüt verilir, hem de kafiyenin, kulak için değil, şiirin göze güzel görünmesi için kullanılan bir edebiyat tekniği olduğu yazılır ‘İntikâdat-ı Edebiye’ köşesinde. Yapılan eleştirinin dili son derece aşağılayıcıdır: “İlmü’l-kavafi sizin gibi şairliğe yeltenen nevresidegan evvelce hangi kelime hangi kelimeye kafiye olacağını öğrenmelidir de sonradan tanzim-i eş’âra çalışmalı. Öyle kafiye “kulak içindir” filan gibi manasız lakırdılara havale-i sem’-i itibar ederseniz emin olunuz ki gehvârey-i zerreye bin kere takfiye etmekten kurtulamazsınız. Layık mı ki şairim diyen zât fark etmeye mahreç-i hurûfât.” (Sizin gibi şair olmaya kalkışan hevesliler, öncelikle edebiyatın kurallarına göre, hangi sözlerin birbiriyle uyaklı olabileceğini öğrendikten sonra şiirlerini düzenlemeye çalışmalıdır. Öyle uyak “kulak içindir” filan gibi anlamsız sözlerle saygınlık ararsanız; hiç kuşku duymayın ki, ışığın beşiğinde sallanmamış birini bin kere desteklemiş olmaktan kurtulamazsınız. Hem savunduğunuz “kişi” harflerin çıktığı köklerin farkında mı ki, peşinde gidilmeye layık olsun? - *HF çevirisiyle) Bu sözlerin genç bir şair adayına söylendiği düşünülürse, oldukça sert ha? Bu noktaya kırmızı bir bayrak dikip; Malûmat yazarlarının kendilerine rehber seçtikleri ve can-hıraş savundukları Muâllim Naci’nin Beşir Fuad’a gönderdiği bir mektupta yazdığı, şiirde kafiye konusundaki görüşlerini hatırlamalıyız. Diyordu ki Naci: “İtikadımcâ lâfz-ı edeb her türlü meâli ve letâifi câmi’dir. Bununla bi-hakkın ittisâf edip de, maâni-i âliye ve lâtifeyi insanın levhâ-yı vicdanına nakşedecek derecede hâiz-i tesir olan beliğ sözleri söyleyen var ise şairdir. O sözler de -ister mevzûn ve mukaffâ olsun ister olmasın-şiirdir.” Yani; bir sözün şiir sayılması için vezin ya da kafiyeli olması şart değildir. Yeter ki ruhu yakalayan bir güzellikte olsun. İlginçtir; Recâizâde de kafiye konusunda çok farklı düşünmemektedir: “Her mevzun ve mukaffa lakırdı şiir olmak lazım gelmez. Her şiir mevzun ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği gibi.” Yani; her konunun ve kafiyeyle söylenmiş sözün şiir olması gerekmez. Her şiirin bir konu çevresinde ve kafiyeli sözlerle kurulmayacağı gibi! Böyle düşünen biri, kafiye kulak için midir, göz için midir kavgasına girer mi diye düşünmeden edemiyorum. Demek ki işin başka taraflarına da bakmak gerek! Farkında olmadan ilk kez, iki hasım aynı derede yıkanmaktadır. Malûmatçılar, bunu gözden kaçırmışlar; kendilerine ters düştüklerini gizlemek için de, ‘kafiye kulak içindir’ dediği düşüncesi üzerinden Ekrem’e yüklenmektedirler. Oysaki Ekrem de, Naci de; önce “güzellik” demektedir. İyi de, bu basit “abes-muktebes” tartışmasını sürdürmek niye? Kendilerine Edebiyat-ı Cedideciler de diyen Servet-i Fünun yazarları; başını, Andelip ( Faik Esat Bey), Müstecabilizâde İsmet, Şeyh Vasfî ve Hacı İbrahim Efendi’nin çektiği Divân edebiyatının keskin savunucularıyla boğuşmaya başlarlar. İkinci kez tutuşulan bu kapışmanın birinci perdesinden farkı, çatışmanın kişilerden çok, düşünceler ve şiir anlayışıyla, kurallar üzerinden yapılmış olmasıdır. Tartışmada öne çıkan asıl konuysa, şiire yöneltilen söz ve anlama dayalı eleştiriler ve bu eleştirilerin bilimsel bir dikkatlerle irdelenmesidir. Ne demek şimdi bu? Ekrem’in tartışmaya katılması, sadece kafiyenin kulak için olması gereğini açıklığa kavuşturmak için olmamıştır. Ekrem; şiir ve ‘muaheze’ye (*Bilimsel Eleştiri) dair görüşlerini de açıklayarak tartışmayı genişletmiş ve Türk edebiyatında sanat ve eleştiri ilişkisinin (*Tenkid) basında genişçe yer bulmasını sağlamıştır. Şiirde; “Critique” (*Fransızca, eleştiri) sözcüğünün karşılığı olarak da kullanılan “muaheze / tenkid” sözcüklerinin ayırt edilmesi gerektiğini önererek de; Türk edebiyatında “Eleştiri bilim midir, sanat mıdır?” sorusunu tartışmaya açar. Tartışmadan sonra Servet-i Fünunculardan Cenap Şahabettin ve Hüseyin Cahit eleştiriye sanat gözüyle bakarken, Malûmat yazarları bunun bilimin konusu olduğunu söyleyecektir. “Sanat müşkül ise de muaheze de âsân değildir!” (*Sanat zor olsa da, eleştiri de kolay değildir.) İşte böyle bir başlık koyar Recâizâde konuyla ilgili yazdığı yazısına. Yazı; 18 Aralık 1895 tarihli Maârif dergisinin 2. sayısının, 17 ve 20. sayfaları arasında yayımlanır. Özetle şunları söylemektedir yazar: “Yenileşme demek, Türk edebiyatının gelişimini sanat ve eleştiri üzerinden izlemek demektir. Yoksa abes-muktebes gibi iki kelimeyle kafiyenin göz ya da kulak için olmasıyla değil! Şiirde ölçü, sanat ve zevk-i selime (*En yüksek derecedeki, kusursuz zevk) muvafık (*uygun) düşmesidir.” Malûmat eleştirmeni, şiirin güzel sanatların vitrini sayıldığı bir dönemde, dergisine gönderilen ‘Bürhan-ı Kudret’ şiirini, Divân edebiyatının kafiye anlayışına göre eleştirmiştir. Ekrem ise konuya bambaşka bir boyut getirmektedir: “Nefâis-i edep, netice-i fen değil mahsul-i sanattır. Fenden maksat ulûm-ı lisaniye ile şiire, belagate, tahsin-i kemale müteallik usul ve ahkâm-ı mukarreredir.” Sanatın, bilimin bir ürünü olmadığını; sanat ile bilim kurallarının farklı şeyler olduğunu söylemektedir Recâizâde. Bunun anlamı şudur; sanat, bilime uymak zorunda değildir. Konu sanat ise zorunluluk ilkesi bir ölçü olarak mutlak değil, keyfidir. Sanatın içeriğini anlamak da bilimden değil, sanatın taklit ettiği doğadan geçer. Recaizade Mahmut Ekrem değerlendirmelerinde, sözden öte anlamı ve Malûmat yazarının ayrıntısına inemediği “hüsn-i tabiatı” (*Doğanın güzelliği) öne çıkarmaktadır. Ekrem’in; hüsn-i tabiat diye işaret ettiği şeyin anlamı, sanatsal dille “sanatın vicdanı” demektir. “Güzeli çirkinden, bâtını zahirden, hakîkati bâtıldan tefrike delalet eden; bir şeyin ulvisini sefilleştirmeye, sadesini adilendirmeye sebep; bedii ve orta seviyedeki eserlerin gizemlerine bizi vakıf kılan bir özellik”tir Hüsn-i tabiat. Bu düşüncenin doğuracağı açıdan baktığımızda da,“kafiyenin değeri zevk -i selimi okşadığı nispettedir” diye yazar Recâizâde. Malûmat yazarı,“Mânâ şairin karnındadır” diyerek kafiyeyi Divân şiir anlayışının tutucu kurallarına mahkûm edip, sadece söz üzerinden değerlendirmelerini yaparken; Ekrem’in, “Sanat müşkül ise de muaheze de âsân değildir!” yazısında ele aldığı; sanatsal vicdan, eleştiri, doğanın güzelliği kavramları, tartışmayı kısır bir çevrede dönen, kulak-göz için kafiye sorunundan çıkarmış; tartışmayı başlatan abes-muktebes sözlerinin kafiyeye uygun olup olmadığı neredeyse unutulmuştur. Abes-Muktebesle başlayan kafiye çatışmasının yönü değişmiştir artık. Artık edebiyat tarihimizde ilk kez ‘sanatta eleştiri’nin önemi tartışılmaya başlanmıştır. Her ne kadar Recâizâde görüşlerini açıkladığı yazısının sonunda, eleştirinin “insaf ve mürüvvetten uzak tutulmaması” gerektiğini bildirmişse de; Malûmatın tutucu kalemleri, eleştiri adı altında hakaretlere, hücumlara başlarlar bu kez. Çünkü Malûmatçıların, gazeteye gönderilen şiirler için yaptığı eleştiriyi üstünkörü, baştan savma ya da çok basit yaptıklarını söyleyen; hatta basit değerlendirmeleri için ancak bir “güft ü gû” (*Dedikodu) deneceğini söyleyen Recâizâde’ye ‘haddini’ bildirmeyi görev sayarlar. Küfürler, alaylar havada uçuşurken, kavga deneyimi olan Recâizâde soğukkanlılığını korumayı başarır ve sözcükleriyle vurur Malûmatçıları: “Hadd-i zatında muaheze bir sanat-ı müşkiledir ki, bunda ispat-ı liyakat, temin-i muvaffakiyet erbab-ı marifetten belki binde bir kişiye bile nasip olamayan faziletlerdendir.” (*Sonuçta, eleştiri zor bir sanattır; bu konuda uzmanlığını kanıtlamak, yeteneğinin ustalığıyla başarıya ulaşmak, belki binde bir kişiye nasip olabilecek, üstün bir erdemdir.) Çok geçmeden, Servet-i Fünuncu diğer bir kalem olan Cenap Şahabettin de karışır kavgaya. Malûmat yazarına nişan alan ve basit bir eleştiri anlayışıyla işe yaklaşanları topa tutar: “Hariçten gelen eserlerin zirine: “Manzumeniz fena değil; fakat dördüncü kıtanın ikinci ve üçüncü mısralarındaki âhlar çekilmiyor; şiire özenip de âh çekmesini bilmemek nasıl olur?” Yahut “Çalışırsanız güzel söyleyeceksiniz: mutlaka mısra-ı sanideki vasl-ı ayın imalesi hoşa gitmiyor. Hakkımızdaki teveccühünüze teşekkür ederiz” gibi bir tafra-i muallimane takmak hiffetinde bulunmamış pek az muasırinimiz vardır.” Tafra-i muallimane”… Öğretmen pozunda yani, ne acı! Ne acı ki; bu tartışma hâlâ sıcak gündemini korumaktadır. Yapıcı eleştirinin aşk olduğunu nasıl anlatmalı ki bazılarına? Devamı Var