Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunun marşları da değişti. Yüzünü Avrupa’ya dönen 2’...
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunun marşları da değişti. Yüzünü Avrupa’ya dönen 2’inci Mahmut İtalya’dan bir orkestra şefini ordu mızıkasının başına tayin etti Ercüment Cengiz’in 8 yıl önce yayımlanan “Çellocu” romanında karşıma çıkmıştı “Donizetti Paşa”. Cengiz’in ustaca romana yerleştirdiği ve 19’uncu yüzyılın İstanbul’unda Osmanlı’daki değişimi anlattığı eserinde Donizetti Paşa’nın konumu da anlatılır. Önce bu orkestra şefinin hayatına bakalım. Giuseppe Donizeetti 6 Kasım 1788'de Bergamo (günümüzde Lombardiya, İtalya) doğdu. Çoğu müzisyen olan bir aile ortamı içinde yetişti. Sonradan tanınmış bir opera bestecisi olan Gaetano Donizetti (1797-1848) onun küçük kardeşi idi.Bergamo'da amcası Carini Donizetti'den flüt dersleri aldı. İlk müzik derslerini için Bergamnoi'da yeni açılan Lezioni Caritatevoli di Musica adlı okula devam etmek istedi ama 17 yaşında idi ve yaşının büyük olması nedeniyle konservatuvarlara kabul edilmedi. Kardeşi sonradan opera bestecisi olarak ün yapacak Gaetano'nun müzik hocası Bergamo'da yerleşik Alman besteci Johann Simon Mayr'dan bir süre ücretiz müzik dersi aldı.1808'de 20 yaşında iken Napolyon Bonapart'ın Fransa ordusuna kayıt oldu. Fransa ordusunda 1808-1813 arasında asker olarak Avusturya ve İspanya seferlerine katıldı. 1813'te Cenevre'de "Elba Adsai Taburu Bandosu"'na girdi. 1814 Napolyon Elba adasına sürüldüğünde onunla birlikte Elba'ya gitti. Napolyon Mart 1815'te Fransa'ya dönüp Yüz Gün tekrar imparator olarak hüküm sürmesi döneminde bando şefi olarak Napolyon'nun yanında idi. O yıl Angela Toki ile evlendi. Napolyon'un 19 Haziran,1815'de Waterloo Muharebesi'nde yenilmesinden sonra Fransa ordusundan ayrıldı. Ardından Sardinya-Piyemonte Krallığı ordusunun "Casale Ili Alayi (Reggimento Provinciale Casale" alayına bando üyesi olarak katıldı, 1821'de bu alayın müzik direktörü ve bando şefi oldu.ORDUDA REFORMOsmanlı İmparatorluğu'nda yeni kurulan Mûsıkâ-i Humâyûn adlı saray bandosunun şefi olmak üzere İstanbul'a davet edildi. Osmanlı Sultanı II. Mahmut, Vakay-i Hayriye adı ile Yeniçeri Ocağı'nı kaldıran reform yapmış ve eski orduyu dağıtmış; yerine kurduğu yeni ordu (Asakir-i Mansure-i Muhammediyye) ile birlikte Avrupa asıllı asker eğitim programı uygulanmaya başlamıştı. Bu dönemde Mehter eğitimi için Mehterhane ve Mahter tipi askeri müzik sistemi yeni ordu için yetersiz ve uygunsuz görülüp kaldırılmış; Mûsikâ-i Hümâyûn adlı yeni bir saray bandosu kurulmuştu. Koca Hüsrev Mehmed Paşa ve Sardinya Krallığı İstanbul elçisi Markı Groppallo vasıtasıyla Fransız müzisyen Manguel yerine Mûsıkâ-i Humâyûn bandosunun başına bir deneyimli bir İtalyan müzisyen bando şefi aranmış ve Markı'nın tavsiyesi ile Fransa ve Sardinya ordusunda bando şefliği deneyimi olan Giuseppe Donizetti bu görev için davet edilmiştir. II. Mahmut'un daveti ile İstanbul'a gelen Giuesppe Donizetti 17 Eylül 1828'de görevine başladı. Donizetti İtalya'dan gemi ile gelirken Batı Avrupa tipi bir askeri bando için gerekli müziksel çalgıları da birlikte getirmişti. Ayrıca yanında askeri bando deneyimi olan ve müzik öğretmenliği yapacak kabiliyetli birkaç İtalyan da gelmişti. İstanbul'a varınca ilk iş olarak askeri bando Mûsikâ-i Hümâyûn'u yapılandırdı ve bir ay içerisinde padişaha ilk konserini verecek hale getirdi.Bundan sonraki 28 yıl boyunca Osmanlı Devleti'nin hizmetinde çalışan Giuseppe Donizetti'ye 1841'de miralay (albay) ve daha sonra mirliva (tuğgeneral) rütbesi ile "Paşa" unvanı verilmiş; hükümdarın kurduğu modern ordunun bando teşkilatını ölümüne kadar yönetmiştir. İstanbul, Donizetti için ikinci bir vatan olmuş ve 12 Şubat 1856'da ölene dek İstanbul'da yaşamıştır.MECİDİYE MARŞIGiuseppe Donizetti'nin, II. Mahmut için bestelediği "Mahmudiye Marşı" on bir yıl, II. Mahmut'un ölümünden sonra tahta çıkan oğlu Sultan Abdülmecit için bestelediği "Mecidiye Marşı" da (1839) 22 yıl boyunca Osmanlı Devleti'nin marşı olarak çalınmıştır.Sultan Abdülmecit tarafından Paşa unvanı ile taltif edilen Donizetti'nın çalışmaları sadece askeri bando kurulması ile sınırlı kalmadı. Bazı Türk musikisi eserlerini Klasik Batı müziği sistemine uydurarak çok sesli hale getirdi. Türk musikisi makamlarını kullanarak bazı eserlerin bestelemesini yaptı. Sarayda Osmanlı hanedan ailesinin fertleri ve harem halkına (örneğin Sultan Abdülmecid, Dürrinigar Kalfa) müzik dersleri verdi. Türkiye'de Batı müziğinin öğretimi ve kurumlaşması için gayet ciddi çabalar sarf etti. Yetiştirdikleri arasında Nacib Paşa, Hacı İbrahim Paşa, Süleyman Paşa, Neşet Paşa, Miralay Halil Bey, Kaymakam Atıf Bey ve Dürrinigar Kalfa gibi Türk müziğinin sonraki gelişmelerini ilerleten öğrencileri vardı.PADİŞAH NİŞANLARIMüzik alanında yaptığı başarılı çalışmalar dolayısıyla Sultan II. Mahmut tarafından "İftihar"; Sultan Abdülmecit tarafından "Mecidi" ve Fransa tarafından "Légion d'honneur" nişanları ile ödüllendirilmiştir.Donizetti Paşa, Pera'da (Beyoğlu ve çevresinin eski adı) her yıl düzenlenen İtalyan opera gösterilerini desteklemiş, sarayda konserler düzenlemiş ve İstanbul'u ziyaret eden Franz Liszt, Parish Alvars ve Leopold de Meyer gibi zamanın önde gelen virtüözlerine ev sahipliği yapmıştır. 1848'de İstanbul'u ziyaret eden Lizst Sultan Abdülmecit'e sunmak üzere Grande Paraphrase de la marche de Donizetti composée pour Sa Majesté le Soultan Abdül Mejid-Khan adlı bir beste yapmış ve bu bestenin notaları 1848'de Berlin'de basılıp yayımlanmıştır.Donizetti'nin cenazesi, ölümünden sonraki üç hafta boyunca Beyoğlu'ndaki Santa Maria Kilisesi'nde muhafaza edilmiş ve 6 Mart 1856'da Santa Esprit Kilisesi'inin mezarlığına nakledilerek defnedilmiştir.Çıkmaz sokaktaki çellocu Batının askeri alanda kurumlaşmasının yanı sıra, müzik, dans, edebiyat alanındaki kültürel değerleri de imparatorluk sarayından İstanbul sokaklarına yayılmıştır. Bu durum, Osmanlı’ya bir kurtuluş getirmediği gibi, ülke ekonomisinde aracı-tefeci sınıfların türemesine neden olmuş ve devletin ekonomisi bu kesimlerin sıcak parasına muhtaç duruma gelmiştir. Ercüment Cengiz, ikinci romanı “Çellocu”da bu dönemi anlatıyor. Yaklaşık 150 yıl öncesinin İstanbul’unda, dünyaca ünlü müzisyen Liszt’in konser için şehre geleceği günlerde geçiyor. Yazarın anlatısı Liszt’ten önce İstanbul’a gelen İtalyan Çellocu Dante’nin gelişiyle canlanıyor. Ercüment Cengiz, sanırım yazar olarak bir şehirden bir şehre giden veya gelen kahramanları seviyor. İlk romanı Gırnatacı’da İstanbul’dan Chicago’ya giden bir kahramanımız vardı. Bu romanda ise İstanbul’a bir Çellocu gelir. “Masallardaki kadar esrarlı bir şehrin sokaklarında yapayalnız bir müzisyen”dir, Dante. ;Yapayalnız da olsa bu müzisyen birilerinin hayatına karışacak, birilerinin hayatında olayların seyrini belirleyecektir. Ercüment Cengiz, tarihin bir kesitine olay ve kişileri ekleyerek anlatısını ustalıkla örüyor. Ancak onun romanlarındaki en estetik ve ustalıklı bölüm kahramanlarını sahneye çıkarış biçimidir. Cengiz, enstrümanıyla sahnede bütünleşmiş kahramanını okuyucuyla buluşturmayı seviyor. Sadece bununla kalmıyor. Romana adını veren Çellocu ile yolu kesişecek kahramanları da, müzisyenin kendinden geçtiği ve enstrümanının adeta dile geldiği anda buluşturuyor. Maliyeci Mustafa Ali Paşa ve genç eşi Melek de, Pera’daki konserde Çellocuyu görürler. Daha doğrusu, dikkat ederek ve peşinden sürüklenerek gören Melek’tir. Yaşlı eşinden Çello dersi görmek istemesine varan süreç böylece başlar. Çellocu Dante ile Melek’in aralarında perde ile derslere başlaması vesilesiyle yan yana gelmeleri, Osmanlı egemenliğindeki Doğu-İslam kültürü ile Avrupa kültürünün de karşılaşmasıdır. Görmediğine bile âşık olan ve tefekkür edip bekleyen Doğu’nun gizemi karşısında Dante, yaşadıklarını sorgular. Melek’e göre, bu toprakların büyüsünde görmediğini hissetmek denilen bir şey vardır. Doğu, görmediğini anlatmayı insana zorunlu kılan bu arada öğreten bir coğrafyadır. Zamanı; ama zamana tarih olgusunu yükleyip günümüze taşıyan ses elbette toplumsal süreklilik ve hafızadır. Ancak yazarımız, zamanı bugüne “ses”le aktarıyor. Yok olmakta olan, yarına kalmaya çalışan bir imparatorluğun başkentinde bir yabancının elinden çıkan Çello sesi eşliğinde dönemin bütün unsurlarını okuyoruz. Çünkü Dante’ye (tabii ki yazara göre) “Müzik zamanın aynasıdır.” Kitapta, biraz daha kenarda duran karakter, Dante’nin orkestra arkadaşı Fevzi’dir. Bu topraklarda hayatın nasıl aktığını bilen ve saatine göre nasıl davranacağını bilen, olanlara çok da müdahale etmeyen biridir. Belki de, bu nedenle Dante’ye olan ilgisini dizginliyor. Doğu topraklarında, Fevzi gibi yapmayıp, harem hayatının kendisine sunduğundan daha fazlasını isteyen Melek’i ise, intihara götüren olaylar yaşanır. Kitapta, devlet aklını elbette Mustafa Ali Paşa temsil ediyor. Yaşadığı toprakların geleneğinden kişisel hazzı için taviz veren Paşa’nın endişesi romanda epeyce yer alıyor. Yazar, Mustafa Ali Paşa’ya merhamet ve durup düşünmek gibi vasıflar yükleyip, olmadık şeylere okuyucuyu sürüklemiyor. Paşa’nın, eşi Melek’in uygunsuz bir vaziyette Dante ile Çello çaldığını gördüğünü zannetmesi, Dante’yi öldürmek istemesi için yeterlidir. Bir Paşa, bu durumda devletli ve erk olmanın ruh haliyle başka bir şey yapamaz zaten. İstanbul’da çıkmaz bir sokakta yaşayan Dante’yi ölümün çıkmaz sokağından Gürcü halayığın merhameti ve dürüstlüğü kurtarır. Dante, bir zamanlar gemiyle geldiği İstanbul’dan gemiyle ayrılır. Adı musiki ile aynı kökenden gelen Melek (aslında Musevi kızı Angel) ise bir çellonun ince teliyle roman sayfalarından ayrılır. Çellocu romanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönemini ama en çok da İstanbul’u ele alışıyla okunması gereken bir kitap. İstanbul, İstanbul dışından gelen Dante’nin gözünde küf kokulu, eskimiş bir sahne perdesidir. Gönderdiği mektupların geç ulaşmış olmasını da, Doğu’nun bu egzotik şehrindeki karmaşayla anlatır. Bir İtalyan eczacının cana yakınlığını “Türkler gibi” diye tarif eder. İstanbul sokaklarını bir operaya benzetir. Sokaklar her milliyetten insanlarla doludur fakat o her dili anlaşılması zor bir İtalyancaya benzetir. Ayakta kalabilme adına arayışlar içinde olan ve kapılarını dünya kavimlerine bu denli belki mecburen açan İstanbul’da, yeni türeyen ve devletin mahkûm olduğu “paralı sınıflar” ve devlet bütçesinin düştüğü darboğaz Paşa’nın diyalogları ve düşünceleriyle aktarılır. İstanbul, 1850’lere doğru bir dünya kentidir. Bu dünya kentinde 80 yaşını doldurmuş bir çello sesi çınlar. O çello sesi, bir devletin, bir kentin ve toplumun can sıkıntısını ve canlılığını bir şiir gibi bugünlere aktarır. Çellocu, müzik ve edebiyatı buluşturan başarılı bir roman. Tarihi roman yazmanın zorlukları dikkate aldığında Cengiz’in başarılı bir anlatı sunduğunu söylemek mümkün.