Şu yabancı milletin başka işi gücü kalmamış da nelerle uğraşıyor!
Yahu arkadaş, sana ne benim ülkemdeki insanlardan! Senin ülkende insan mı kalmadı pullara, kibrit kutularının üstüne, ne bileyim, kartpostallara, çikolata kâğıtlarına kalkıp benim insanlarımın fotoğraflarını basıyorsun! Sana ne! Deli misin nesin! Baksana işine!
Türkiye tarihinden sayısız cesur insan geçmiştir ve biz hâlâ onların ayak izlerine gözünü dikmiş bir avuç güneşe bakan, onların eylemlerini anlamaya çalışarak karanlıklar içinde kalan yolumuzu aydınlatmaya çalışıyoruz. Taaa Yunuslara, Mevlanalara, Nasrettin Hocalara kadar gitmeye de gerek yok; daha yakında, bağırsan duyulacak kadar yakında da bu cesur insanlar adımladı bu güzel ülkenin topraklarını. İsmail Hakkı Tonguç geçti bu ülkeden, Bedri Rahmi geçti. Sonra Orhan Veli şiirler yazdı bizim dilimizde, Nâzım yazdı, Külebi, Enver Gökçe, Ruhi Su yazdı, söyledi. Muhsin Ertuğrul yönetti, Adnan Saygun besteledi, Köy Enstitüsü’nün kavruk çocukları 2 bin 500 sene sonra Ankara’nın bozkırına bir tiyatro diktiler. Yazdılar, oynadılar, sürüldüler, dövüldüler… Yine de vazgeçmediler! Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, Ümit Kaftancıoğlu, Uğur Mumcu, Çetin Emeç öldürüldü bizim dilimizde, topluma dümen oldukları için. Daha yirmili yaşlarında, taptaze erik ağaçları ateşe verildi darağaçlarında, ölü halk ozanlarının mezar taşları kırıldı, şarkılara kurşun atıldı bu ülkede. Devrim ve devrimciye dair kim ne dediyse; astık, yaktık, aşağıladık, işsiz- düşsüz bıraktık, hapislere attık. Mahvettik sorgulayanların hayatlarını ama bir türlü önünü de alamadık; hâlâ soru soranlar var, iyi mi! Onların dilini ve ayaklarını kesmeye devam ediyoruz büyük bir çabayla. Devrimci Mustafa Kemal için de idam fermanı yayımlamamış mıydı Damat Ferit? Yani bir bir daha, eşittir… “Duruma göre, ben nasıl uygun görürsem” diyor bazıları… Birin birle yakınlaşmasını yasaklıyorlar. Bir de birliğini bilsin canım! Ah bir de bir bilse “birliğini”!
Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümünde o kadar belli ki ne yazacağım. Bir devrimci için ne yazılırsa onları yazacağım, ne yazacağım başka! Bu saatte kalkıp da size Bandırma Vapuru’nu ya da “denize döktüğümüz Yunan gâvurunu” anlatacak değilim herhalde. Çünkü onları ezbere biliyoruz, ezberlettiklerini biliyoruz. Ayrıca o iş öyle de değilmiş, sonradan öğrendik! Savaş tanrılarının kandırdığı Yunan Başbakanı Venizelos, Mustafa Kemal ile çatışmasını kaybetse bile, “Savunma değilse, savaş bir cinayettir” diyen meydandaki rakibini, savaştan 12 yıl sonra, 1934’te Dünya Barış Ödülü’ne aday gösterecek kadar insan olabiliyormuş meğer, büyüyünce öğrendik. Meğer savaşları hükümetler çıkarıyormuş da halklar ölüyormuş, bak sen şu işe!
Bu hikâyeler içinde kenarda köşede unutulmuş ya da unutturulmak istenen o kadar çok şeyden söz edebiliriz ki. Gerçi bazıları kuşkusuz bizden daha çok seviyordur bu vatanı, kuşkusuz bizden daha çok biliyorlardır her şeyi, kuşkusuz onlar çok kuşkusuzdur her ne yaparlarsa yapsınlar ama bizim de bitmeyen gecelere benzeyen karanlığımız yığılıyor üstümüze onların ‘kuşkusuzluğu’ yüzünden, ne yapmalı ki şimdi? Ah şu kapkara geceler, hep yabancıların oyunu, bilmez miyiz? O yapışkan karanlık tüm gücüyle çullanırken, kalbimizde isyancı tıpırtılar, nerede kaybettiğimizi bile bilmediğimiz devrimci kimliğimiz de çıkıp geliyor kafamızın içine giriveriyor bazı bazı… Git şeytan git!.. Başımızı belaya sokma durup dururken!.. Sen de sus kalbim; “Keşke hatırlamak yerine hiç unutmasak deyip durma!” Biz ülke olarak uyuyorduk ne güzel, hatırlatan yine onlar… Mendeburlar!
Bak şimdi, aklıma neler geldi neler! Durdurun da göreyim!
Bir demet çiçekte kaç kök varsa, tam bağımsızlığa inanan ancak bir o kadar insan, Kurtuluş Savaşı öncesi Erzurum Kongresi’nde buluşmuştur. Bu kongrede tartışılan mücadele haritasının en akılda kalan yanı “Manda ve himaye kabul edilemez” kararıdır kuşkusuz. Ancak, her toplumsal kalkışma fikrinin serçe ürkekliğinde olduğu ya da akılsız hamlelerle şekillendiği bu kaosta, korkudan dili tutulmuş bazı çevrelerde “Amerikan mandasına mı girelim yoksa İngiliz mandasına mı” görüşleri utanmadan konuşulmaktadır. 38 delegenin katıldığı Sivas Kongresi’ne gelindiğinde bu tartışmaların çirkinliğini mantığa oturtmak ve çevre edinmek için gelmiştir bazıları. Kongrede genç bir doktor adayı da vardır; İstanbul delegesi olarak katılmaktadır Sivas Kongresi’ne. Posta-Telgraf Memuru Hakkı Beyin oğlu Hikmet Bey! Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane yani İstanbul Tıp Fakültesi öğrencisidir Hikmet Bey o günlerde ve 18 yaşındadır sadece.
Tıp Fakültesi, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmiştir. Okulun kuruluş yıl dönümü olan 14 Mart günü -1919’da-, Tıbbiyeli Hikmet’in önderliğinde büyük bir gösteri düzenlenmiş, okula Türk Bayrağı asılmıştır. İşgali ve bağımsızlığın masaya yatırılmasını sindiremeyen Hikmet Bey, Sivas’a kurtuluş kavgasına katılmak için gelmiştir. Konuşmacılar görüşlerini bildirmeye başlarlar. Dördüncü oturumda sıra genç doktor adayına gelir. Büyük bir inançla kürsüye çıkan Hikmet Bey, Mustafa Kemal’in gözlerinin içine baka baka konuşur:
- Tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak için gönderdiler. Ben hepsinin sesiyim. Mandayı kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz. Eğer burada bunu kabul edecek biri varsa, kim olursa olsun ona şiddetle karşı çıkacağız. Eğer manda fikrini siz kabul ederseniz… sizi dâhi davanın lideri kabul etmeyiz.
Sivas soğuk memlekettir ama tarihinde belki de ilk defa kongre binasının içine kar yağar bu konuşmanın üstüne. Kimsenin ağzını bıçak açmaz bir süre. Sonra Mustafa Kemal, gözlerinde belli belirsiz bir nem, yanıtlar Tıbbıyeli Hikmet’i:
- Evladım için rahat olsun, sizin gibi gençlerle gurur duyuyor ve başlamak üzere olan kavgamızda bir tek size güveniyoruz. Küçük bir azınlık dâhi kalsak mandayı asla kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!
“Ya istiklâl, ya ölüm!”… Bu sözü bilmeyen, duymayan var mıdır ülkemizde? Ya peki, Mustafa Kemal’in bu sözü devrimci bir ruh taşıyan 18 yaşındaki bir çocuğun konuşmasından sonra Tıbbiyeli Hikmet’e yanıt olarak söylediğini, ardından da ulusal mücadeleye bayrak yaptığını kaç kişi bilir, merak ediyoruz? Tamam, bunları bilmeyelim. Çünkü bunları bilmek için okumamız gerekiyor ve okuduğumuz zaman dizilerimizi kaçırıyoruz… İyi de ne yapacağız o zaman?
(Meraklısına Not; Tıbbiyeli Hikmet, soyadı kanunundan sonra Hikmet Boran adıyla anılmaya başlar. Hikmet Boran, bir dönemin ünlü sunucusu Orhan Boran’ın babasıdır.)
Şimdi gel de kızma! Bazı kendini bilmezler suyu bulandırıyor, olan bizim dizilere oluyor. Sonra da ukâla ukâla sözler: Neymiş; ezberlenmiş hayatlar süren, vatanseverliği milliyetçilikle, milliyetçiliği de mafya ile karıştıran bir toplumun başına şu gelirmiş, bu gelirmiş! Ne olmuş yani, ne olmuş? Elin gâvuru, tutup senin tanımadığın Mustafa Kemal’i pullarına basmış, heykellerini dikip, inanmış bir devrimci, vazgeçmeyen bir adam diye kendi çocuklarına öğretmiş, ha bire ileri gitmişmiş onlar! Bize de kendi kendimizle boğuşmak ve üreten neyimiz varsa ateşe vermek kalmışmış. Saman, tohum ithal ediyormuşuz. Şeker, pamuk, kumaş, fikir mikir, şarkı markı, davranış, düş müş, dil ithal ediyormuşuz, bak sen şunun dediğine... Okul ithal ediyormuşuz, yetmez gibi biz beceremeyiz diye kendi eğitimli insanlarımızı ülkeden kovup, doktoru, öğretmeni de dışarıdan alıyormuşuz… Onlardan! Onlar kimse artık? Özgürlük istediğimizde ise, bak şimdi bak, ülkemize doluşan bütün bunlardan özgürlüğe yer kalmıyormuşmuş! Yediği halta bak şapşalın! Sana mı kaldı lan bizi yargılamak?
Şşşttt, kader anam babam kader hepsi! Sen tevekkül et! Sabırrrr… Sabırrr… Keşke sabır da ithal edilebilseydi, değil mi? Geceler cingil cingil yıldızlı, uykular şekerli olurdu o zaman. Her gece şeytanla cenk etmekten gecelerin de tadı kaçtı.
Ama hepsi şu namussuz gâvurların işi! İşleri güçleri bizim işimize burunlarını sokmak! Bak ne yapmışlar, anlatalım:
Hadi İran’ı, Pakistan’ı, Mısır’ı, Moritanya’yı, Tunus’u anladık; onlar da Müslüman sen de öyle olduğunu söylüyorsun, tamam; ya haritada yerini bile bilmediğin (Belki de adını bile ilk kez duyduğun) Marshall Adaları, Nicaragua, Yeni Gine, Sierra Leone, Makedonya, Benin Cumhuriyeti, Arjantin, Bangladeş, S. Tome ve Principe, Rwanda gibi ülkeler de, Mustafa Kemal’i tutup pullarına basmışlar, inanır mısın? Size ne kardeşim bizim Mustafa Kemal’den, sizin işiniz gücünüz yok mu başka? Bunları sineye çekeriz, kaç kişi pullarla ilgileniyor, kaç kişi bunları görecek ki zaten ama ah şu gâvurlar yok mu, çok fenalar çok!
Şu pul muhabbeti de nereden çıktı durup dururken değil mi?.. Durup dururken mi? Hayır değil!
ABD Başkanı Franklin Roosvelt, 6 Nisan 1937 tarihli bir mektup gönderir Mustafa Kemal’e…
“Ekselans Kemal Atatürk / Türkiye Cumhuriyeti Başkanı - Ankara
Azizim Bay Cumhurbaşkanı,
Ahiren Türkiye’de B. Julien Bryan tarafından alınmış filmi birkaç akşam evvel Beyaz Saray’da seyrettim. Nispeten kısa bir zamanda meydana getirdiğiniz pek çok şayanı hayret hususatı görünce hissettiğim şevk ve heyecanı size arzetmek istedim.
Kıymetli şahsiyetinizin evinizde ve plajda küçük kızınız ile oynarken çekilmiş olan resimlerini (*Filmi) seyretmekle bilhassa bahtiyar oldum. Bu sizin ve benim bir gün birbirimize mülâkî olmak fırsatını bulacağımız ümidini bende bir kat daha takviye etti.
Nadir olan istirahat zamanlarında bana göndermek lütfunda bulunduğunuz Türk posta pulları koleksiyonunu seyretmekteyim. (Pulların) üzerindeki manzaraları bir gün kendi gözlerimle görmeyi ümit ediyorum.
Samimi saygılar ve halisane temennilerimle
Vefakârınız Franklin D. Roosvelt” (Anadolu Gazetesi, 11 Temmuz 1937, Pazar, Sene: 26, Gazete yayın no: 7250)
Atatürk ABD Başkanı’na Türk pullarından oluşmuş bir koleksiyon göndermiş, 1937’de! Ne gereği var şimdi bunun, değil mi? Böyle de armağan mı olur canım, evcilik mi oynuyoruz?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikasının inşa edildiği günlerde, arşivimizde gözümüze çarpan başka bir gazete haberi, bu yapılanın bir ‘evcilik oyunu’ olmadığını kanıtlar niteliktedir. Köşe yazarı, bir koleksiyoncunun mektubunu olduğu gibi köşesinde yayınlamaktadır:
“… ismini bilmediğimiz şehirler ve kasabalarda, yüzlerini görmediğimiz bu insanlardan aldığım cevaplarda güzel pullarımızdan çok memnun oldukları ve memleketimiz hakkında az çok bir fikir edindikleri bildirilerek daha başka hatıra ve tayyare pullarımızdan göndermem rica ediliyordu. Bu koleksiyoncular kendilerine gönderdiğim pulların üzerindeki resimlerden tayyarelerimizi, ordumuzu, fabrikalarımızı, abidelerimizi, İzmir Fuarı manzaralarını, çiniciliğimizi, portakal mahsülümüzü, üzümcülüğümüzü, daha birçok şeylerimizi, seyahat etmeden, hatta kitap bile (karıştırmadan) öğrenmiş oldular. Yüzlerce kişiye gönderdiğim pul ve mektup masrafları yüz liraya yakın bir para tuttuysa da, memleket propagandası namına aldığım neticeden çok memnun oldum.” (Cumhuriyet Gazetesi, 28 Temmuz 1947, ‘Hem Nalına Hem Mıhına’ adlı köşede yayınlanmış “Pul ve Propaganda” başlıklı yazıdan alıntı, Sene: 24, Gazete yayın no: 8245)
Hele hele bir de tutup Atatürk’e “Modern Romülüs” diye seslendikleri dünya çapında bir edebiyat ödülü vermesinler mi, gel de cinlerin başına toplanmasın! Size ne bizim Atatürk’ümüzden kardeşim? Romülüs yapacak başka birini bulamadınız mı dünyada?.. Hem Romülüs de kim?
“Beynelmilel Mark Twain Cemiyeti Atatürk’e Bir Altın Madalya Gönderdi
Ankara 3 (Hususi) – Cumhurreisi Atatürk beynelmilel Mark Twain Cemiyeti namına Amerika’dan kendilerine takdim olunan bir madalyayı kabul buyurmuşlardır. Bu altın madalyanın bir yüzünde Mark Twain’in kabartma resmi, arka tarafında “Kemal Atatürk, modern Romülüs” cümlesi vardır.
İngiltere, İtalya ve Fransa’da birer mümessili olup bütün dünya edebiyatında tanınmış zevat bu cemiyetin azasındandır. Cemiyet reisinin bu münasebetle Atatürk’e yazdığı mektup şudur:
Sayın Cumhurreisi Atatürk
Lütfen kabul buyurduğunuz Mark Twain madalyasını büyük memnuniyetle takdim ediyoruz. Mark Twain hayatta olsaydı, bugün Türk milletine gülmesini ve hayattan zevk almasını öğretmiş olan sizden fazla kimseye hayran olmazdı fikrindeyiz.” (Son Posta Gazetesi, 3 Birincikânun (*Aralık) 1937, Cuma, Sene: 8, Gazete Yayın no: 2639)
Ya birçoğunun haritada bile yerini gösteremeyeceği (eski) Çekoslovakyalı üniversite öğrencilerinin yaptığına ne demeli? Tutup mektup yazmışlar Mustafa Kemal’e; hem de nasıl bir mektup: Prag şehrindeki Resim Akademisi’nde, parşömen kâğıdına mavi şeritler üzerine beyaz harflerle yazılmış bir saygı mektubu! Mektup değil sanki düğün davetiyesi!
“Çek Üniversite Birliği, Türkiye Cumhurbaşkanı’na, modern Türkiye’yi yaratan dâhiyane eseri önünde eğilen Çekoslovakya üniversitelerinin en derin saygılarını sunmakla şeref kazanır.
Çek Üniversiteler Birliği Başkanı Batek” (Haber Gazetesi, 1 Ağustos 1935, Perşembe, Sene: 4, Gazete yayın no: 1281)
Hangi birine sövelim şaşırdık. Saçlarımız diken diken! Size ne kardeşim, yahu size neeee! Bizim Atatürk’ümüzü bize bırakmadınız ki, biz de ona sahip çıkalım. Hiiiç cevap yetiştirme bana, sen değil misin bütün bunları yapan? Unuttuysan bak ben sana hatırlatayım:
Küba’da ve daha bir sürü yerde yapılmış olan Atatürk heykellerine, dünya çapında geçtiğimiz yüzyılın en etkili liderinin Mustafa Kemal seçilmesine, Norveç kültüründe atasözü olarak “Mustafa Kemal gibi” bir deyimin olmasına, Hintlilerin kibrit kutularının üstüne, Çekoslovakların fes etiketlerine, sigara tablasına, İsviçrelilerin çikolata kâğıdına, Fransızların çay etiketine, Mısırlıların halılara işlediği Mustafa Kemal’e ne diyeceğiz? Yahu ne diyeceğiz, konuşsanıza! Bayrağı elinden düşürmeyen, Onuncu Yıl Marşını düğünde dernekte, sünnette bile çalanlar, size soruyorum, ne diyeceğiz? O kadar da gizlemeye çalışıyoruz ama şu namussuz gâvurlar, nereden bulmuşlarsa bulmuşlar işte Mustafa Kemal’i, şimdi ne halt edeceğiz!
Ne diyeceğiz; “Arkadaş, sana ne benim ülkemdeki insanlardan! Senin ülkende insan mı kalmadı pullara, kibrit kutularının üstüne, ne bileyim, kartpostallara kalkıp benim insanımın fotoğraflarını falan basıyorsun!” deyip, cehaletimizi gizleyeceğiz, başka ne diyebiliriz ki bu kepaze durum karşısında?
Hamiş: Size 1934 yılında çekilmiş bir fotoğraf göstereceğim. Benim yana döne anlatmaya çabalayıp da bir türlü anlatamadığımşeylerin hepsini bir tek fotoğraf karesi öyle güzel anlatmış ki… bütün sözlerim çöpe gitsin, razıyım ama siz şu fotoğrafa n’olur biraz dikkatle bakın! Haa, bir de n’olur susmayın, korkuyorum!