Hatay’da hayatı belirleyen artık deprem. Ekonomi, depreme göre işliyor ya da işlemiyor. Sosyal hayat da öyle. Şehirde görüştüğüm her insan en az bir akrabasını kaybetmiş. Herkesin anlatacak bir hikâyesi var. Gücüm yettiğince hepsinin hikâyesini dinliyorum. Burada insanların barınmaya, ekmeğe, suya, ısınmaya ihtiyacı var ama bir o kadar da onları dinleyecek insana ihtiyacı var. Uzaktayken telefonla “Bir isteğiniz var mı?” diye sorduğumda “Bizi unutma, ara konuşalım” diyen dostlarım verdiği cevabı burada yüz yüze de duyuyorum. Çadırlarının önünde çay ikram etmeye hazırlar. Ama en çok dinleyen birini görünce mutlu oluyorlar. Hataylılar acısını paylaşmak istiyor. Hatay’da sosyalleşmek de depremin çıktısı olarak yaşanıyor. Harbiye’den Samandağ’a gidiyoruz. Gönüllülerin bir kısmı Samandağ’daki gönüllüleri ziyaret edecek. Araçta çadırda yaşayan depremzedeler de var. Onlar da Samandağ’daki insanlarla sohbet etmek için yola çıkmış. Gönüllüler birbirlerine tecrübesini aktarmak amacıyla yer yer buluşuyor. Deprem mağdurları bir akrabasını ziyarete gider gibi çadırlara, konteynerlere uğruyor. İnsanlar iki aya yakındır yaşadıklarının acısını ve zorluğunu birbirine anlatıyor. Burada soy, boy, familya, aşiret yok. Deprem akrabalığı var.
TOP OYNAYAN ÇOCUKLAR
Samandağ Devlet Hastanesi’nin dibinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin konteyner kenti var. İnsanlar ellerinde kolilerle kapıdan giriyor. Az gerisinde çadırlar kurulu. Tepelik bir yer arıyorum fotoğraf için. Yükseğe çıkmama imkân yok. Çadırlara doğru yürüyorum. Yolumun üzerinde çocuklar top oynuyor. Onları geçip fotoğraf çekiyorum. Dönüp çocukların yanına geliyorum. “Ben de oynayabilir miyim, çocuklar?” diye soruyorum. “Gel abi, gel” diyorlar hep bir ağızdan. Ama bir şartları var: “Abi sen dışarıdan geldin. Orta fare sen olacaksın” diyorlar. Haklılar. Oyuna dahil olmanın bedeli olmalı. Kabul ediyorum. Orta fare olmaktan kurtulduğum sırada genç bir kadın geliyor. “Abi, az önce fotoğraf çektiniz?” biraz çekingen, devamını getiremiyor. Yüzümü ona çevirip, bir yandan topu kaçırmamak için bir gözüm oyunda “Ben gazeteciyim abla, onun için çektim. İzmir’den geldim” diyorum. Nedense yüzüne bir rahatlama geliyor. Montumu çıkarıp otların üstüne atıyorum. Kendimi oyuna kaptırıyorum. Genç bir adam geliyor. Genç kadının eşi olmalı. Gülümseyerek bana baktıklarını görüyorum. Biraz yorulunca çocuklara sesleniyorum. “Biraz sohbet edelim mi?” diye sorunca hepsi yanıma geliyor. Aralarına iki de kız çocuğu katılıyor.
BİR DAHA GELECEK MİSİN?
Adlarını soruyorum. Adlarının anlamını soruyorum. Bunu bilemeyecek yaştalar. Rüzgâr’a “senin adın sadece bir havanın esmesi değil, özgürlük anlamı da taşıyor” diyorum. Yüzü gülüyor. Melsa’ya “Melsa, güneşin doğduğu ülke demek. Yani güneş ülkesi” deyince şaşırıyor. Onlara ilk ezberlediğim şiirleri okuyorum. Kısa bir özgürlük masalı anlattıktan sonra fotoğraf çekiyorum. Hepsi “Abi, bir daha gelecek misin?” diye soruyor. Gözlerimin dolmasını engellemeye çalışıyorum. Onlara yalan söylemiyorum. “Ben gazeteciyim. Seçime kadar gelmem zor. Ama seçimden sonra geleceğim. Sizi mutlaka bulacağım” diyorum. Sutaşı Köyü’ne varıyorum. Yıkık bir ev. Duvarda bir aile tablosu. Evlilik fotoğrafları ve evin çocuklarının okulda özel olarak çektirdikleri fotoğraflar. Onların gözlerine dalıp kalmamak için hızla fotoğraflarını çekiyorum.
KÖY MEZARLIĞI
Devlet Su İşleri kanaletinin üzerine bir yazı yazılmış: “Yaşamadın sen”. Az ileride çadırlar var. Bir bahçe içinde insanlar kendi imkânlarıyla çadırlar kurmuş. Çadır isteyenler, ancak merkezi yerlerde yaşamayı kabul ederlerse çadır alabiliyormuş. Öbür türlü kendi imkânlarıyla çadır alıyorlar. “Neden gitmediniz?” diye soruyorum. “Biz çiftçiyiz. Nasıl gidelim?” diyorlar. Sutaşı Köy mezarlığına uğruyorum. Mezar taşlarında aynı soyadları var. Bazı taşların üzerine “deprem şehidi” yazılmış. Köylülerin yüzünde üzüntü ve dalgınlık. Bir jandarma ne iş yaptığımı soruyor. Cevap veriyorum. Başını sallayıp kolaylıklar diliyor.
Samandağ’da bazı insanlar gelecekten kaygılı konuşuyor. “Evlerimizi devlet bize hangi şartlarda yapacak?” diye meraklı sorular soruyorlar. Bu konuda onları rahatlatacak bir cevap bekliyorlar.
Dönüş yolundayız. Harbiye yolunda yol kenarında çadırlar var. Kimisinin yanında arabalar var. Kemeri yıkılmış süslü bir kapı çarpıyor gözüme. Adının yarısı silinmiş de olsa “Mahir Düğün Salonu” olduğunu anlıyorum. Dibinde insanlar çadırların önünde oturuyor. Bir halay ezgisini içlerine sindirerek ne zaman dinleyebilecekler acaba?