Yeni Hayat’a başlarken
Bir gün bir futbol maçı izledim ve hayatım değişti... Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanını okurken kendimi bir şey okuyup izleyip ona bağlanma zorunluluğundan kurtaramadığım...
Bir gün bir futbol maçı izledim ve hayatım değişti...
Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanını okurken kendimi bir şey okuyup izleyip ona bağlanma zorunluluğundan kurtaramadığımı farkettim. Keşke gerçekten öyle bir futbol maçı olsaydı da hayatım değişseydi, yine de bugün hayali bir şekilde de olsa o maçı ve hikayesini yazacağım.
Baştan başlayalım öyleyse...
Bir gün bir futbol maçı izledim ve hayatım değişti...
En başlarda kendimi bu maçı düşünmekten alıkoyamıyordum. Maçı tekrar tekrar izliyor, bir takımın nasıl bu kadar çok futbolun doğrularını sahaya yansıtabildiğine, oyuncuların neredeyse her pozisyonda ne yapması gerektiğini bilerek topa müdahalelerine, topsuz alanlarda sanki yukarıdan belli belirsiz bir güç tarafından kukla gibi hareket ettirilmelerine, sözgelimi her saniye neler olacağını daha önceden bilmelerine henüz inanamıyordum. Artık, bu, bir futbol maçından ziyade başka bir dünyanın ya da başka bir halenin giriş kapısıydı benim için. Çok sonraları Celal Salik’in de bu takım için bazı yazılar yazdığını öğrenmiştim. (Daha sonra bu yazıları birlikte okuyabiliriz belki) İçimdeki hisleri bir takımın taraftarı olmaktan ziyade, her ne kadar hodbince bir davranış olsa da, ulu bir varlığa duyulan sonsuz aşk olarak nitelendirebilirdim ama bazen buna kendim de inanamıyordum ve daha ileri gitmemek için kendimi bir şekilde durdurmaya, hayır efendim o kadar da olur mu, her maçına, nerede olursa olsun gitmemeye çalışıyordum. Sonunda olan olmuştu, anneme içimdekileri elimden geldiğince anlatmaya çalışarak, hayır anne delirmedim, bu fikri içimden atamadığımı söyleyerek, merak etme hep seni arayacağım, onu ikna etmeye çabaladım. İlk fırsatta ilk maça gittim artık ve stadyumda kendimi daha önce hiç hissetmediğim kadar huzurlu bulduğumu fark ettiğimde; buradan nasıl ayrılacağım, daha çok bağırmalıyım, sadece kazanmamız önemli değil, oynayın yeter, düşünceleriyle boğuluyordum çoktan. Maç bittiğinde hiç tanımadığım bir çok insan, sırf aynı takımı tutuyoruz ve daha az evvel aynı şeyleri bağırdık diye sanki yüz binlerce yıldır, belki daha dünya yeni yeni bir gezegen olmaya başladığından beri arasından hiç su sızmazyan en sıkı dostlardık, zafer şarkıları söylüyor, en çocukça sevinçlerle stadyumun etrafında tur atıyorduk. Sonra deplasman maçlarının zamanı geliyordu, otobüslerden otobüslere, yollardan yollara vuruyorduk kendimizi, tuttuğumuz takım için ölmek uğruna şehir şehir geziyor, rakip takımların stadyumlarını fethetmeye giden bir asker edasında ciddiyetimizi hiç bozmuyorduk. Kimse bizim takımı yalnız bellememeliydi ve en çok bizim sesimiz çıkmalıydı, kaç kez boğazlarımız patlarcasına bağırıp sonraki günleri sessiz geçirdik, kaç kez en bıçkın yanlarımızı göstereceğiz diye kavgaya tutuştuk, kaç kez neler yaşadık, sayamadım. Sanki artık tuttuğum takımın gerçek varlığından ziyade ulvi varoluşuna tutkundum. Maçların dışında kalan günlere bırakın günleri, saatleri, dakikaları hatta saniyeleri, her nefes alışta içime çektiğim oksijen atomlarının tanelerini saydığımı hissediyordum.
(Devamı ‘belki’ gelecek...)