23 Haziran 1889’da Ukrayna’da, Odessa yakınlarında Bolşoy Fontan’da doğar; asıl adı, Anna Andreyevna Gorenko olan, ama dünya şiirinin onu, ‘Anna Ahmatova’ olarak tanıdığı büyük Rus kadın şair... Babası, Andrey Antonovic Gorenko, bir deniz mühendisi, annesi, Inna Erazmovna Stogova, aristokrat bir Rus soylusudur. Geleneklerine son derece bağlı bir yaşama inanan baba Gorenko, kızının şairliğinin,soylu isimlerinin saygınlığına gölge düşüreceğine inandığı için, şair, Tatar olan büyük annesinin soyismini kullanır şiirlerinde ; Ahmatova...
Ailesi, Anna henüz 11 aylıkken, St. Petesburg’a taşınırlar. Shirokaya Caddesi ve Bezymyanny Sokak’ta bulunan eve... Anne ve babası 1905'te ayrıldığı için mutlu bir çocukluk geçiremez Anna. 1906 ve 1910 yılları arasında okuduğu, Mariynskaya Lisesi'ni bitirir bitirmez, Kiev’de, hukuk fakültesini kazansa da, orada sadece bir yıl okuduktan sonra, o okulu bırakıp, Odesa’da Edebiyat Fakültesi’ne geçer. Çünkü onlu yaşlarından beri büyük bir tutkuyla bağlı olduğu şiir ve edebiyat çağırmaktadır onu. Hayatını şiir üzerinden yaşamaya kararlı olduğunu, 1910 yılında, henüz 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyken, dönemin farklı ve etkin şairi Nikolay Stepanoviç Gumilyov’le evlenerek ifade eder Ahmatova. Aslında, Gumilyev ve Anna, 1903 yılından beri tanışmaktadırlar. Gumilyov, Anna’nın, 1907 yılında“Anna G.” imzasıyla, ilk şiirinin de yayınlandığı ve yayın hayatını sadece üç sayı sürdürebilen, ‘Sirius’ adlı şiir dergisinin sahibi ve 1905 yılından beridir Ahmatova’ya eşi olmak üzere defalarca evlilik öneren genç bir şairdir. “Ona dikkatle bakan her sanat adamı, şiire dair onda birçok ışıltılı halkalar olduğunu görebilir. Onun benim eşim olmasının, kaderim olduğuna inanıyorum. Ben onu yıllardır seviyorum; olsun ya da olmasın, ama yine de, bu kader gerçekleşecek gibi geliyor bana”...
1910 yılının 25 Nisan günü, Anna Ahmatova, Kiev’de, karamsar sembolistlere karşı olduğunu iddia eden ve kendilerine ‘Akmeist’ diyen farklı bir şiir anlayışına inanan şair loncasının en göz dolduran liderinden biri kabul edilen Nikolay Stepanoviç Gumilyov’la evlenir; ancak, Ahmatova'nın ailesinden hiç kimse bu düğüne katılmaz. Gumilyov, Anna’dan 3 yaş büyük olmasına karşın tanınmış bir şairdir. (Meraklısına Not; Gumilyov’in sanat dünyasındaki lakabı ‘Şahin Pençesi’dir. Bu birliktelikten, 18 Eylül 1912'de Anna Ahmatova’nın en büyük eseri sayılan “Ağıt” (Requiem)’e, insanın içini acıtan bir tema oluşturacak, acının ve hasretin şiir karşılığı olan Lev Gumilyov doğacaktır. Lev, kimi çevrelerce tartışılsa da, bugün bile Rusya'nın en popüler tarihçilerinden biri olarak anılır.)
“Taş bir sözcük düştü parçalandı / Henüz yaşayan göğsümde / Zararı yok, ben zaten hazırdım / Gelirim bunun da üstesinden / Başımda işim çok bugün / Belleği sonuna değin öldürmek gerek / Taşlaşması gerek ruhun / Ve yaşamayı yeniden öğrenmek” (‘Taş Bir Sözcük Düştü Parçalandı’şiiri)
Birinci Dünya Savaşı’nın yakışıklı Rus süvarisi Gumilyov, orduya yaptığı katkılardan ötürü, St. George Haçı nişanıyla ödüllendirilse de, 1920 yılında Rus Yazarlar Birliği’nin kurucu üyeliğini yapmış olsa da, iktidardaki bolşevik komünist yönetiminin karşısında olduğunu hiç gizlemeyen tutumuyla, hatta çarlık düşleyen bir ‘monarşist’ olduğu iddiasıyla, iktidarın gizli polisi ÇEKA’nın peşine düştüğü, tehlikeli biri olarak algılanmaya başlar. Henüz siyasi bir kimliği olmayan (- hiç bir zaman da militanca bir taraflılığı olmayacaktır-) Anna Ahmatova’nın Gumilyov’la da arası açılır. Gumilyov-Ahmatova çifti, 5 Ağustos 1918'de boşanırlar. (Meraklısına Not; Birçok tarihçinin bir komplo olduğu konusunda hemfikir olduğu ve tarihe ‘Tagantsev Komplosu’ adıyla geçen bir ayıklama operasyonunda kurşuna dizilen 61 muhaliften biri de Nikolay Gumilyov’dur. Maksim Gorki’nin de içinde olduğu birçok yazar, Rusya’nın en büyük birkaç yazarından biri kabul edilen Gumilyov’un öldürülmesini engellemeye çalışsa da; 26 Ağustos 1921’de kurşuna dizilerek öldürülür Gumilyov... Ne Gumilyov’un, ne de diğer komplo kurbanlarının mezarlarının nerede olduğu bugün bile bilinmemektedir.)
Türkiye’de henüz bir tanımı olmayan ama Anna Ahmatova’nın da içinde olduğu ve Rus şiirinin ilgili dönemi anlatırken sürekli ondan söz ettiğimiz Akmeizm nedir peki?
Akmeizm’i daha iyi anlamak için, önce sembolizmi ve ‘Fransız parnasçılığı’ diye bilinen sanatsal anlayışı bilmek gerek bence. Sanatta sembolizm, en temelinde ‘realizm’ de denilen ‘gerçekçi sanat anlayışını’ reddeden bir sanatsal akımdır. Ondokuzuncu yüzyılda, realist anlayışın inandığı ve savunduğu, ‘Önemli olan gerçekçi olmaktır. Bu anlamda insan duyguları ya da kişisel izlenimlerin bir önemi yoktur’ düşüncesine karşı; duygusallığa ve insanın iç dünyasına yönelmiş bir sanat anlayışını savunurlar. Sembolistlere göre; somut varlıklar, dış dünya ile insanın duyuları arasında köprü kurmaya yarayan birer simgedir. Çünkü dış gerçek, ancak insanın algılayış biçimiyle var olur. Yani insan onu nasıl algılıyorsa öyle değerlendirilir. Bu anlayışla, onlara göre şiir, düşüncelere değil duygulara seslenmelidir; çünkü şiir birşey anlatmak için yazılmaz. Şiirde anlam kapalı olmalıdır ve herkes kendince yorum getirebilmelidir. Lirizm temel amaçtır. Sözcüğün anlam değerinden çok müzikal değeri önemlidir. Gerçeklerden kaçma, hayâle sığınma, çirkinlikleri hayâl yardımıyla güzelleştirme, bunlara bağlı olarak ortaya çıkan karamsarlık, sembolizmin en belirgin özelliklerindendir. Bu açıdan, sisli dizeler, alacakaranlık zamanlar ya da gölgeler ve ölüm teması en çok kullanılan temalar haline gelmiştir. 1860 yılında Fransa’da yayınlanan ‘Çağdaş Parnesse’ dergisi civarında toplanan ‘parnasçılara’ göreyse, şiir hayatın gerçeklerinden hareket alsa da; ‘sanat sanat içindir’ görüşü daha egemendir. Onlar, deyim yerindeyse, şiirde romantizme karşı çıkanlardır. Onlara göre, sanat adamı çok ince bir işçilikle, güzel ‘biçimlere’ ulaşmalıdır. Sembolistlerden ayrıldıkları yerse; şiirde nesnel bir algıya inanmaları ve yazacakları şiirlerde, ölçü, ses kardeşliği gibi biçim özelliklerine sadık kalınması gerekliliğine olan bağlılıklarıdır. Onlar şiirlerini; ışık, gölge, renk ve çizgilerle ‘kurmayı’ düşünürler. Bu açıdan da sembolistlerin,’şiiri herkes kendince yorumlamalıdır’ görüşünden farklı bir kaynaktan beslenip, uzak efsanelerinden yararlanmışlar ve şiirlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir. Theophille Gautier’in başını çektiği bu şiir anlayışının, ülkemizdeki en etkili şairi Tevfik Fikret ya da Yahya Kemal’dir demek çok da yanlış bir yaklaşım olmaz bence...
Akmeist anlayışa gelirsek; bunun Yunanca bir sözcükten türemiş ve ‘ayakları yere basan,aydınlık’ bir anlayışı ifade eden bir sözcük olduğunu söyleyebiliriz. 1912 yılında yeni yeni ortaya çıkan Akmeistler, başlangıçta sembolizme yakın dursalar da; sembolistlerin karamsarlığına karşı çıkan ama aynı zamanda onlardan miras kalan ‘kapalılığı’ olabildiğince ‘nesnel ve kişisel duygularla işleyip’ , kalıcı ve evrensel bir paylaşıma açan başka bir şiir anlayışını savunagelmişlerdir. Usta olarak Fransız yazarlardan, Rabelais ve özellikle Theophille Gautier’i işaret eden bu anlayış, hem nesnel gerçeklerden beslenen hem de lirizmden ve insan duygularından uzakta durmayan yeni bir şiir algısı yaratmaya çalışır. Akmeizmin öncüleri kabul edilen Gumilyov ve Sergey Gorodetsky’e göre, herkes ‘yeteneğine bakılmaksızın, yüksek kaliteli şiir üretmeyi öğrenebilir.’ Bunun için, ustalarını, yani Gumilyov ve Gorodetsky'i izlemeleri yetecektir. Onların Akmeist diye adlandırdıkları anlayışın beslenme kaynağı, Fransız Parnasse'ının temel izleğini kendisine rehber tutar. Bu bakış açısı, Gumilyov'un şiirlerinin rengarenk ve egzotik konu içeriğiyle birleşir ve ardıl birçok genç şairi etkiler. Birkaç büyük şair, özellikle Georgy Ivanov ve Vladimir Nabokov, Gumilyov'un şiir okulunu izleyerek gelişen sanatçılar olarak anılırlar. Akmeistler; şiirlerinde de, tıpkı mimarinin ihtiyaç duyduğu gibi bir ustalığa ihtiyaç duyduklarını düşünen bir görüşe yakın duran insanlardır. Onlara göre; “İyi bir şiir yazmakla, bin senelerce yaşayan bir katedral inşa etmek arasında fark yoktur.”
Akmeist grubun ideallerini tanımlamak için, Gumilyov 1910'da ‘Parlayanlar’ ve 1912'de ‘Yabancı Bir Gökyüzü’ adlı şiirlerini yayınlar. Ancak akmeist hareketin en güçlü eserlerinden biri; 1912 yılında, daha sonraları Anna Ahmatova’yla kısa bir gönül ilişkisine de girecek olan ve Stalin’in toplama kamplarından birinde öldürülecek, hareketin sağlam savunucularından Osip Mandelstam’tan gelir; ‘Taş’... Temalarını; genellikle, çok kısa olduğunu düşündükleri gerçek hayattan ve kişisel deneyimlerinden alan akmeistler, şiirlerini biçimsel ve içerik anlamda güçlendirmek için ihtiyaç duydukları ilham ya da gizemler içinse, ‘zanaat fikrini teşvik eden’ sembolist kaynaklardan yararlanmışlardır ilk dönemlerinde. Zamanla, akmeist büyüme, sosyo-politik etkilerin sonucu olarak da, bir anti-sembolist okula dönüşmüştür.
Kısaca anlatmaya çalıştığım, Rus şiirinin kabuk değiştirdiği bu yeni şiir dünyasında, Anna Ahmatova’nın yerine bakacak olursak; akmeist şairler loncasının 1912 yılında sadece 500 kopya bastığı, ancak çok çabuk tükendiğini bildiğimiz, Ahmatova’nın ilk kitabı ‘Akşam’ın yayınlandığını görürüz öncelikle. Kitap, küçük bir çevrede ilgi çektiyse de, Ahmatova asıl başarıyı, iki yıl sonra, 1914 yılının Mart ayında yayınlanan ‘Tespih’ adlı kitabıyla yakalar. Kitap üst üste altı baskı yapar. ‘Gümüş Çağın Ruhu’ diye anılan bu erken dönem şiirlerinde, genellikle, bir adamı ve bir kadını; en acı, en hasret, en sıcak, en coşkulu haliyle ‘sözcükler aracılığıyla resmeder’ şair... O kadar etkili olur ki bu cesur ve samimi kadın şairin seslenişi, ardından gelen birçok genç şair, bu dizeleri taklit etmeye başlarlar. Ahmatova, yıllardır suskun kalmış, tüm ‘dilsiz’ kadınların sesidir sanki. Sanki, yüz milyon sesle bağırmaktadır şimdi. Akhmatova, şöyle söyler o dönem kitabının yarattığı coşkuyu anlatmak için: "Ben, bizim kadınlarımıza nasıl konuşulması gerektiğini öğrettim, ama artık onları nasıl sustururlar, bilmem?" İncelemeciler, Ahmatova’yla, aristokratik biçimin sanatsal bir bütünlük kazandığını yazarlar bu etki için. Bu kadar sert esen bu yeni ‘kadın sesi’, Rus Edebiyatının büyük isimleri Aleksandr Blok, Boris Pasternak, Osip Mandelştam gibi birçok yazarın, Ahmatova’yı, sadece yazar yoldaşlığıyla değil, aşkla karışık bir hayranlıkla izlemelerine yol açar. (Meraklısına Not; Bu hayranlığın tarihe bıraktığı ilginç notlardan biri, ‘Doktor Jivago’ adlı romanıyla, Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış dünyaca ünlü Rus yazar Boris Pasternak’ın, evli olduğu halde, Anna Ahmatova’ya duyduğu karşı konulmaz duygular yüzünden ona evlilik önermesi olmuştur. Ahmatova, bu teklifi reddetmiş, yine evli olan bir diğer ünlü yazar Osip Mandelştam’la bir ilişkiye başlamıştır.)
“Siyah tülün altında sıktım elini… / “Bugün neden büründün bu solgunluğa?” / – İçirdim ona buruk kederimi, / Sarhoş ettim sızdırasıya. / Nasıl unuturum? Yalpalayarak çıktı gitti. / Eğri bir acı konmuştu ağzına. / Korkuluklara değmeden merdiveni indim / Ardından koştum avlu kapısına./ Soluk soluğa bağırım: “Şaka,tüm bu olanlar. Gidersen beni öldürürsün.” / Güldü tüyler ürperten bir rahatlıkla / Ve dedi: “Rüzgârda durma üşürsün.” (‘Siyah Tülün Altında’ şiiri)
‘Rus şiirinin çariçesi’ Ahmatova için , bir rüyadan farkı olmayan bu güzel günler; 1914’de Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması, Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan etmesi, bir de ülkesi Rusya’da, Ekim Devrimi’yle sonuçlanacak bir iç savaşın çıkmasıyla darmadağın olur. Birçok yazar ve sanat adamı ülkesini terk ederken, Ahmatova ülkesinde kalmayı tercih eder. Bir şiirinde dediği gibi; "Hayır, yabancı bir gökkubbenin altında değilim / Ne de yabancı kanatların korunağında. / Halkımın arasındayım / Halkımın kahrolduğu yer neresiyse, orada."
İlk eşi Gumilyov’dan ayrıldığı yıl olan 1918’de, ikinci evliliğini yapar Ahmatova. Bu kez eşi, ünlü bir bilimadamı olan Vladimir Shilejko’dur. Shilejko bir Asur bilimcidir. Akmeist anlayışa inanmış iddiasız bir şair ve çevirmen olan Shilejko, daha çok, Gılgamış Destanı’nın Rusça çevirmeni olarak bilinir. (Meraklısına Not; Anna Ahmatova’nın üç yıl evli kaldıktan sonra,1921’de boşandığı ikinci eşi Shilejko, birçok kaynakta bildirildiği gibi, ‘lanetli kadın Ahmatova’nın bütün erkekleri öldürüldü’ savının aksine, 5 Ekim 1930 günü, Moskova’da tüberküloz hastalığından ölmüştür.)
1921 yılı Ahmatova için yıkım yılıdır. İlk eşi, akmeist şair Gumilyov, bir komploya kurban gider ve idam edilir. Birçok araştırmacının ‘devlet terörünün Rusya’ya çöktüğü yıllar’ dediği bu dönemde, şair Ahmatova’da, kendilerinden olmayan her yazara, her sanatçıya savaş açan ‘devlet terörü’nden nasibini alır. Ona; “Halk düşmanı” ya da “Mezarlık kuşu” diyen yazılar görülür devletin yandaş dergi ve gazetelerinde. Örneğin, siyasi liderliğinin yanında, iyi bir sanat psikoloğu da olan Leon Troçki, ya da büyük devrim şairi Vlidamir Mayakovski bile, Ahmatova’ya yapılan bu saldırılarda, onun ve temsil ettiği yeni şiirin karşısında çok sert yazılar yazmaktan geri durmazlar. Bağnaz bir tutumla sosyalist gerçekçilikten başka bir sanat anlayışına tahammülü olmayan ve sonraki yıllarda, Stalinist tavrı nedeniyle, Stalin tarafından Kültür Bakanlığı görevine getirilecek olan Andrey Zhdanov (1896-1948), Ahmatova’nın şiirlerine en sert sözlerle saldırır; “Ahmatova’nın şiirinin malzemesi baştan sona bireycidir. Kilise mihrabıyla yatak odası arasında gidip gelen bir kadının şiirleridir bunlar... Bir yarısı rahibe, öbür yarısı fahişe; daha doğrusu, hem rahibe, hem fahişe olan birinin, fuhuşla duanın karışımı şiirleridir bunlar...”
1922 yılına kadar sırasıyla; ‘Akşam’(1912) ,‘Tesbih’ (1914), ‘Beyaz Sürü’ (1917), ‘Sinirotu’ (1921) ve ‘Anno Domini MCMXXI’ (1922) adlı şiir kitapları yayınlanan Ahmatova’nın , ‘devlet terörü’nün, tüm muhalif sesleri boğduğu bu günlerde, ‘parti kararıyla’, kitapları yasaklanır. Tam tamına 18 sene... (1922-1940) Yayınlanmış şiirleri de ortadan kaldırılır. Artık Ahmatova, kendi ülkesinde ‘sürgün bir şiir çariçesidir’. Ancak Ahmatova, bu zehirli günlerde bile yazmayı bırakmaz. ‘Aynaların Şiiri’nde, “Ve aynada okumak gerek beni” der hüzünlü bir sesle. “Ben artık istesem de istemesem de tersinden yazıyorum şiirimi, aynaya tut yazdıklarımı, aynada doğrusunu okuyacaksın!” der gibidir... Bir çeşit açlığa mahkum edilen şair, bu yasaklı dönemde; Victor Hugo, Rabindranath Tagore, Giacomo Leopardi gibi ustalardan çeviriler yaparak ayakta kalır.
Ülkemizdeki nadir Ahmatova çevirmenlerinden de biri olan değerli kalem Ferit Edgü, şair için şöyle bir saptama yapar; “Bir kavga şairi değildir o, yaşamın şairidir. (...) Ahmatova’nın şiirleri... sessizlikle yaratılmış gibidir. Ağladığında gözyaşları içine akar. Bağırması da sessiz sözcüklerledir, öylesine ki, uyuyan bir çocuğu bile uyandırmaz. Yalnızca okuyucunun yüreğini dağlar, sarsar, başkaldırtır.”
Tüm eleştirmenlerin ‘artık bu şairin yaşama şansı yoktur’ dediği Ahmatova, yazdıklarını bastıracak yayınevi bulamaz. Hiç parası yoktur ve ortamın kalleş oportünist iklimi içinde güven endişeleri de çekmektedir. Herkes Ahmatova’nın, bu baskıdan kurtulamayacağını düşünürken; şairin ‘çok uzun bir gece’ diye nitelediği bu karanlık günler onu öldürmek yerine daha da güçlendirecek ve dünya şiir tarihine geçecek en ünlü şiirinin, ‘Ağıt’ın (Requim) dizeleri bu günlerde birikmeye başlayacaktır. Herkesin başka başka şeyler söylediği Ahmatova, bu debdebeye karşı çok net bir not düşer defterine; “Durmadan yalan-yanlış, saçma sapan yorumlar geliyor kulağıma. Şiirimi daha anlaşılır kılmam yolunda telkinde bulunanlar bile var. Hayır.Yazdıklarımın üçüncü, yedinci, yirmi yedinci anlamı yok. Şiirimi ne değiştirebilirim, ne de açıklayabilirim. Yazılan yazılmıştır.”
(Birinci Bölümün Sonu)