Türkiye’de çocuk tiyatrosunun kuruluş günleri-5

Muhsin Ertuğrul’un, 1935 yılının yaz aylarında düzenlemiş olduğu ‘Mükâfatlı Çocuk Piyesleri Müsabakası’nın nasıl sonuçlandığı...

Abone Ol
Muhsin Ertuğrul’un, 1935 yılının yaz aylarında düzenlemiş olduğu ‘Mükâfatlı Çocuk Piyesleri Müsabakası’nın nasıl sonuçlandığı hakkında bilgimiz olmasa da; 30 Eylül 1935 tarihli Haber gazetesinde yayımlanan bir ilân, Türkiye çocuk tiyatrosunun nasıl başladığını göstermesi adına önemli bir belgedir. Gazete, sezonun açılışında oynanacak ilk oyunların listesini yayımlar: 1 Ekim 1935 Salı gününden başlamak üzere, Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri Tepebaşı Şehir Tiyatrosu’nda, saat 20’de, Shakespeare’in “Ölçüye Ölçü” adlı oyunu oynanacaktır. 5 Ekim 1935 Cumartesi günü saat 15’de de -adı sanı yazılmamak kaydıyla-, sadece “Çocuk Tiyatrosu” ibaresiyle bir oyundan söz edilir ilân edilen programda. Aynı “Çocuk Tiyatrosu” 6 Ekim 1935 Pazar günü de sabah saat 10’da tekrarlanacaktır. Türk tiyatrosu tarihindeki ilk profesyonel çocuk oyunu, haftalık programda adı yazılmadan duyurulan işte bu oyundur. 5 Ekim 1935 tarihinde, Tepebaşı Şehir Tiyatrosu’nda, saat 15’de seyirci önüne çıkan bu oyunun adını biliyoruz: Mehmet Kemal Küçük tarafından yazılan “İlk Tiyatro Dersi”dir bu oyun… 1 Ekim 1935 tarihli Haber gazetesinde, Muhsin Hoca’yla yapılmış, M. (*Murat) Sertoğlu imzalı bir söyleşi yayımlanır. Söyleşinin konusu, başlayacak yeni tiyatro sezonuyla ilgilidir. “Şehir Tiyatrosunda Bu Mevsim On Bir Dramla İki Operet Temsil Edilecek” başlığıyla yayımlanan söyleşinin bir bölümünde, Türk çocuk tiyatrosunun kuruluş günlerinde nasıl bir yol izlendiğine dair bilgiler çıkar karşımıza:
  • Çocuk temsilleri etrafında biraz malûmat verir misiniz?
  • Evvelce çocuklar için yazılacak tiyatrolar hakkında bir müsabaka açmıştık. Burada birinciliği kazanacak eserin sahibine 150, ikinciye 100, üçüncüye de 75 lira vereceğimizi ilan etmiştik. Bize birçok eserler geldi. Şimdi bunları tetkik ediyoruz. Daha tetkikatımızı bitirerek birinci, ikinci, üçüncüyü tayin etmedik. Fakat çocuklar için muhakkak surette vakit kaybetmeden oyunlar vermeyi kararlaştırmış olduğumuzdan şimdilik Küçük Kemal’in yazmış olduğu “Tiyatro Dersi” eserini temsil edeceğiz.
Bu noktada kısa bir durak yapalım; çünkü bazı sorularım var benim. Ülkemizde, konunun ilgilisi olan kâğıt ya da dijital kaynakların tümünde, evet evet, tümünde, Türkiye’de çocuk tiyatrosunun 1 Ekim 1935 tarihinde başladığı yazılıdır. Dosyanın ilk yazısından bu yana belgelere dayandırarak sürüp getirdiğim hikâyem bunun doğru olmadığını söylüyor. Bu bir araştırma tembelliği midir yoksa çocuk tiyatrosuna önem verilmeyişinden, bilginin artık sorgulanmadan -şimdilerin deyimiyle- “kes-yapıştır” dedikleri bir cehaletten, bir sanatsal yoksulluktan mı kaynaklanıyor? Bu önemsiz bir ayrıntı mıdır? Bir bilginin doğruluğunu araştırmak, bilimsel kuşkunun gereği değil midir yoksa, yanlış mı biliyorum ben? Bu bilinci de tiyatrodan öğrenmiş biri olarak bana abarttığımı söyleyenlere kısa bir soru soracağım: Biricik çocuk tiyatromuzun, gerek eğitsel, gerek psikolojik kazanımlarını saymakla bitiremiyorken; üstelik belgelere dayanan açık kimliği de elimizdeyken, çocuk tiyatromuzun başlangıç tarihine dair bilgiyi neden yanlış örgütleyip duruyor ki bazıları? Bunu önemseyerek işgüzarlık mı yapıyorum ben? Ne var canım; ha ayın biri, ha beşi, ne fark eder? Yoksa siz de ‘bu kadar yaygaraya ne gerek var’ diyenlerden misiniz? Sizi bilemem ama bana göre bilginin kirlisi, en az cehaletin yapıştığı aydın kılığındaki sahtekârlar kadar pis kokar. O sahtekârları, bir elinde kebap diğer elinde şarap olduğu halde her yerde ama her yerde görebilirsiniz. Hani eski bir deyimdir, tam da o Ağustos böceklerinin zavallılığını anlatır: “Şarap kebap hay hay, hesap kitap vay vay!” Vay ki ne vay böylelerine! Araştırdım, aklıma takıldı çünkü. Ulaşabildiğim, konuyla ilgili bütün kaynakları araştırdım. Döneme tanıklık yapmış sanatçıların anılarını okudum. Dönem gazetelerini gün be gün taradım. Akademik çalışmaları, ders notlarını, bu konuda yazılmış makaleleri, döneminde yayımlanmış dergileri inceledim. Peşinde olduğum soru; bu kadar belge ortadayken, neden Türkiye’de çocuk tiyatrosunun başlangıcı olarak, olması gerektiği gibi 5 Ekim 1935 tarihi değil de, -ısrarla- 1 Ekim 1935 tarihinden söz ediliyor? Bunca uğraşıdan, bunca tiyatro madeni kazısından çıka çıka ne çıktı karşıma biliyor musunuz? İçimi acıtan bir sonuç! Neymiş; Muhsin Ertuğrul, ilk olarak 1 Ekim 1935 tarihli Darülbedayi dergisinin (Sayı 60) arka kapağında bu çocuk oyunuyla ilgili resmi bir duyuru yayımlamış, tiyatro tarihimizin ilklerinden biri olan çocuk tiyatromuzun başlangıç tarihine dair yanlışlık buna dayanıyor. İyi de, bu duyuru, olsa olsa tiyatro tarihimiz için bir belge yeteneği taşıyabilir sadece. Bu belge, o tarihte seyirci önüne çıkıldığı ve yeni bir dönemin başladığı anlamına gelmediği gibi, tarihe “ilk” sıfatıyla yazılacak bir gün de olamaz ki! O gün duyurulmuş sadece, hepsi bu! Üstüne üstlük; bu duyuruda, oyunun başlama saati de doğru ilân edilmemiştir. Bildiğimiz gibi oyun, 5 Ekim 1935 Cumartesi günü saat 15:00’da oynanmıştır; ancak duyuruda bildirilen saat 15:30’dur. Sonra başka belgeler de var elimizde. Örneğin, 6372-312 numaralı, 6 Ekim 1935 tarihli Kurun gazetesinin üçüncü sayfasında, “Çocuk Tiyatrosu Dün Temsillerine Başladı” manşetiyle yayımlanan, fotoğrafsız küçücük bir haber, çocuk tiyatromuzun 1 Ekim 1935 günü değil, 5 Ekim 1935 Cumartesi günü başladığını kanıtlamaktadır. (Meraklısına Not: Kurun’da yayımlanan haber metni, büyük olasılıkla Şehir Tiyatrosu tarafından hazırlanarak tüm gazetelere servis edilen bir metindir. Çünkü aynı metin, aynı gün Haber-Akşam Postası gibi diğer gazetelerde de karşımıza çıkar. Ayrıca dikkat çekilmesi gereken başka bir konu da, 1 Ekim 1935’in Salı gününe denk geliyor olmasıdır. Özel bir durum olmadıkça, dünyanın hiçbir yerinde Salı günü çocuk oyunu oynandığı görülmemiştir.)İstanbul Şehir Tiyatrosu bu yıldan itibaren çocuklar için de oyunlar vermeyi kararlaştırmıştı. İlk oyun dün öğleden sonra verilmiş, M. Kemal Küçük tarafından yazılan “Tiyatro Dersi” isimli çalgılı oyun oynanmıştır. Aynı oyun bugün saat onda gene çocuklara oynanacaktır. İstanbul Şehir Tiyatrosu “Çocuk Tiyatrosu” adı ile bir çocuk mecmuası çıkarmaya başlamıştır. On beş kuruşa satılan bu mecmuada faydalı yazılar bulacak olan çocuklar, tiyatroya da para yerine mecmuadan kesecekleri kuponu vererek gireceklerdir. Çocuklar tiyatroda boy sırasıyla oturtulmaktadır.” (Haber gazetesi, 6 İlkteşrin (Ekim) 1935 - Pazar, s. 3, no: 1347) Kurun gazetesinin, 6371-311 numaralı, 5 Ekim 1935 tarihli sayısının dördüncü sayfasında ilk çocuk oyunumuzun tanıtımı da yayımlanmıştır. Bu tarihe dikkat çekmek isterim; tiyatro tarihimizdeki ilk çocuk oyunumuzun oynandığı günün tarihidir bu! Ancak tanıtımda, gösterinin yapılacağı yer, gün, tarih, saat gibi künye bilgileri yer alırken, -çok şaşırtıcıdır ki- oyunun adı yazılmamıştır tanıtım levhasına! Oyun ismi yerine “Çocuk Tiyatrosu” ibaresi kullanılmıştır sadece. Bilmem ki benden sonra konuyla ilgileneceklerin işine yarar mı ama tanıtımda bir tek “çocuk” sözcüğü büyük harflerle yazılmıştır. Bir özelliği var mı bunun yoksa gazetenin halt etmesi mi, orasını bilmiyorum. İlk çocuk oyunumuzla ilgili ayrıntılı bir incelemeye girişmeden önce, bu oyunun nasıl bir aslanlar sofrası içinde yer bulmaya çalıştığına göz atalım. 1934/1935 sezonunda, Şehir Tiyatrosu’nun repertuarında dünya devlerinin eserleri vardır. Dostoyevski vardır örneğin “Cürümve Ceza”yla. Sardou vardır “Madame Sans-Gêne” adlı oyunuyla. Sonra aylarca sahnede kalan “Yarasa” vardır. Yarasa, Fransız tiyatrosunun usta iki kalemi Meilhac ve Halevy’in eseridir.Balzac’ın ünlü romanı Goriot Baba’dan esinlenilerek kaleme alınan “Vautrin” (İnsanlık Komedisi), Gogol’den “Müfettiş”, Nâzım Hikmet’ten “Unutulan Adam”, Ekrem ve Cemal Reşit Rey kardeşlerden “Deli Dolu Opereti”, Selma Muhtar’dan “Bu Bir Rüyadır” ve Shakespeare’den “Hamlet” vardır sahnede, daha ne olacaktı?… Repertuarın, gelişmekte olan genç Türkiye Cumhuriyeti insanına evrensel değerler ve kültürel kazanım olarak neler kattığını varın siz düşünün. Bu yüksekliğe çıkmanın şans eseri de olabileceğini, asıl olanın, çıkılan yükseklikte kalmayı başarmak olduğunu bilen Muhsin Ertuğrul; bunun için, yarının kaliteli seyircisini yaratmada, işe çocuklardan başlanması gerektiğini, bunun çok önemli bir hamle olduğunu keşfetmiştir. Özellikle Sovyetler Birliği’nde katıldığı ve on parmağı ağzında izlediği uygulamalardan sonra çocuk tiyatrosunun, ulusal tiyatroların temelinde ele alınması gerektiği konusunda hiç kuşkusu kalmamıştır artık. Geriye, heyecandan ağzını kurutan düşlerini gerçekleştirmek kalmıştır sadece. 1935/1936 sezonuna girerken, sahnede dev ayaklarıyla yürüyen aslanların arasına bir de Türk tiyatrosunun, ağzı süt kokan ilk bebeğini salar Muhsin Hoca. Eli yüreğinde, onun ilerleyişini izlemeye başlar. M. Kemal Küçük’ün yazdığı “İlk Tiyatro Dersi” adlı oyun, işte bu iklimde doğar. Emekleyerek sahneye doğru yürüyen ilk çocuk oyunumuz; Shakespeare’in “Ölçüye Ölçü”, Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler”, Goethe’nin “Faust”, Rey Kardeşler’in “Saz-Caz”, Kingsley’in “Beyaz Gömlekliler” gibi bastığı yeri titreten oyunlarının arasında büyümeye başlar. Neredeyse bir yıl, kuyumcu hassasiyetiyle hesaplanarak uygulamaya geçirilen ilk çocuk oyunumuzun metninin yazım aşamasında da Muhsin Ertuğrul’un büyük çabası vardır. Prof. Dr. Özdemir Nutku bu konuda şöyle yazar: Muhsin Ertuğrul’un Darülbedayi aracılığıyla Türk tiyatrosuna getirdiği yeniliklerden biri de ulusal oyunlar oynanması için gösterilen özel çabadır. Yazarların sahne yapıtı yazmaları özendirilmiş, böylece yabancı dillerden yapılan uyarlamaların sayısı düşerken, ulusal oyunların sayısında artış olmuştur. Türk tiyatrosunun ünlü çoğu yazarları o dönemde ilk çıkışlarını yapmaya başlamışlardır.” (Benden Sonra Tufan Olmasın, Muhsin Ertuğrul- Anılar, Derleyen: Prof. Dr. Özdemir Nutku, Dr. Ferit F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, Toplumsal Belgeler Dizisi: 3, Temmuz 1989, İstanbul, s. 470) Bu savı da Muhsin Ertuğrul’un bir yazısına dayandırır Özdemir Hoca: Önüme geleni piyes yazmaya teşvik ederdim ama yazdıklarına hiç karışmazdım. Şurasını burasını çıkar ya da değiştir demedim hiçbir yazara. Musahipzade Celâl’in ilk piyesleri çok ilkeldi. Sözleri duymaya tahammül edemezdim bazen. Ama çok çalışırdı, yapabileceğinin en iyisini yapar, getirirdi. Hüseyin Rahmi (Gürpınar) tiyatroya gelirdi; “Ne olur piyes yaz” derdik. Yazdı, getirdi bir gün. Neyyire çok iyi oynadı o piyeste. Hüseyin Rahmi heveslendi, yazmaya devam etti (…) Yahya Kemal’in piyes yazmasını çok isterdim. Hep söz verirdi ama yazmadı. Necip Fazıl’ın ilk piyesi “Tohum” kötüydü. Teşvik etmek için sahneye koydum ve başrolü oynadım. Ama sonra “Bir Adam Yaratmak”ı yazdı. Güzel piyestir “Bir Adam Yaratmak”. Necip Fazıl memnun olmazdı. Her gece, perde arasında not gönderirdi bana. Birinde “Şu sözler arasında virgül değil noktalı virgül vardır, ona göre oynayın” diyordu. Arkadaşlar, “Nasıl tahammül ediyorsun bu adama?” derlerdi. “Biz yazarların hizmetkârlarıyız, onların eserlerini oynuyoruz, bize eser vermeleri için bizim onlara istediklerini vermemiz lâzım” derdim. Aktörlerin yazara saygı göstermelerini isterdim. Nâzım Hikmet’i de teşvik ettim. Yazmaya hazırdı, dolmuş, akümüle olmuştu. “Kafatası”nı yazdı. Oyununu sahneye koymadım diye bana darılanlar oldu. Bu yüzden çok dost kaybettim. Genç bir yazarın oyununu oynadık. İkinciyi getirdi. Baktım ilkinden farklı değil. Onu da oynadık, belki gelişir diye. Seyircinin düşüncesini anlayabilmek için salona giriş kapısından seyrederdim oyunları. “Acemi berberlere tıraş olmaya gelmedik” diye söylenmeye başladılar. Sonra yazar üçüncü oyununu da getirdi. Onda bir aşama yoktu; oynatmadım, bana darıldı.” (Haldun Taner- Şakir Eczacıbaşı, “60. Sanat Yılında Bir Konuşma”, Muhsin Ertuğrul’a Saygı, İstanbul, Aralık 1969, ss. 46-47) Bu genel açıklamayı neden yaptım biliyor musunuz? Muhsin Ertuğrul, tiyatro tarihimize geçen ilk çocuk oyunu metninin yazılmasında Kemal Küçük’ü de teşvik etmiştir de ondan. Kulağımız Muhsin Ertuğrul’un ve Kemal Küçük’ün çalışma arkadaşı olan dönemin tanığı Vasfi Rıza Zobu’da:Muhsin Ertuğrul, gelecek yıllarda seyirci olacak kimselere (tiyatro eğitimi verilmesinin) daha küçük sınıflardan başlamanın uygun olacağını savundu. Ve çocuk tiyatrolarına dair, Rusya’da gördükleri, burada okuduklarıyla edindiği malûmatı M. Kemal Küçük’e aktardı… Bu işin kurulmasını; piyesinin yazılmasını ve sahneye koyma vazifesini de, sanatının ehli olan Kemal Küçük’e havale etti. “Çocuklara İlk Tiyatro Dersi” adıyla, ilk çocuk piyesini Kemal yazdı. Türk tiyatro tarihinde de ilk “Çocuk piyesi” bu oldu.” (Vasfi Rıza Zobu, “O Günden Bu Güne”, Milliyet Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 1977, s.482) Zobu; Türk Tiyatrosu dergisinin, 1981 yılının Aralık ayında basmış olduğu (Sayı: 429) “Çocuk Tiyatomuz 46 Yaşında, 1935-1981” adlı özel sayıda da, M. Kemal Küçük’ten söz eder:Dünya üzerinde “Çocuk Tiyatrosu” adı ile mevcut olan bir sanat tiyatrosundan haberimiz yoktu. Muhsin Ertuğrul nereden duymuş, nereden görmüşse bu faydalı teşekkülün bizde de olmasını pek uygun gördü. Bizim tiyatromuzun çok kıymetli bir sanatçısı vardı. Adı Küçük Kemal, Muhsin Ertuğrul kuracağımız bu çocuk tiyatrosunda oynanması için lâzım olan piyesin yazılması ve hazırlanmasını Küçük Kemal’e havale etti. Böylece memleketimizde ilk çocuk tiyatrosunu kurmak Şehir Tiyatrosu’na, ilk çocuk piyesini yazmak ve sahnelemek de Küçük Kemal’e nasip olmuştur.” Vasfi Rıza’ya yine başvuracağız ama isterseniz önce M.Kemal Küçük’ten ve tiyatro tarihimize ilk çocuk oyunu olarak geçen “İlk Tiyatro Dersi”metninin hangi koşullarda yazıldığından söz edelim biraz da. Bu kez Kemal Küçük’ün yakın arkadaşlarından Refik Ahmet Sevengil’in anlattıklarını dinliyoruz:1901’de Girit’te doğmuştu; babası Girit eşrafından Mehmet Fazıl’dır. Küçük yaşta İstanbul’a geldi. Vefa Lisesi ve İtalyan Mektebi’nde okudu (…) Henüz pek genç yaşında iken (*1919’dur bu tarih-HF) Beyazıt’ta, Türk Ocağı’nda, “Babür Şahın Seccadesi” isimli komediyi oynamak suretiyle sahneye çıktı, aynı sene Darülbedayi’ye aktör olarak girdi; o zamandan beri tiyatromuzda vücuduyla, kafasıyla, kalemiyle çalıştı, uğraştı, didindi, hırpalandı, hastalandı ve nihayet… (Meraklısına Not: Babür Şahın Seccadesi, Reşat Nuri’nin bir oyunudur.) Komedi istidadı fazla idi, Fransız tiyatro neşriyatını muntazam surette takip ederdi; tiyatro, edebiyat ve ruhiyat mevzularına dair eserleri derin bir alâka ile okurdu. Okudukça ve sahnede çalıştıkça bir yandan zevki inceliyor, yükseliyor, bir yandan da san’atkârlık kudreti artıyor, inkişaf ediyordu (…) Bilhassa klasik komedilerde yarattığı fevkalâde sevimli ve muvaffakiyetli tipler, daima sempati ve alkış ile karşılanırdı. M. Kemal düzgün, sağlam, güzel bir üslûpla tiyatro mevzuları üzerinde makaleler yazardı (…) Ecnebi dillerden bazı piyeslerin adaptasyonuna iştirak etmişti; Molyer’in Tartüf’ünü, “Müraî” ismiyle ve Bayan Seniha isimli bir kadın muharrirle birlikte Türkçeye adapte etti. “Bekârlar” isimli komediyi Nabi Zeki ile birlikte dilimize çevirdi; “Sarı Zeybek” isimli opereti Hüseyin Kemal ile birlikte yaptılar. Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü münasebeti ile tertip ettiği bale pandomimik, İstanbul Halkevi’nin Temsil Şubesi san’atkârları tarafından Alayköşkü Sahnesi’nde temsil edilerek büyük bir muvaffakiyet kazanmıştı. M. Kemal, İstanbul Halkevi Temsil Şubesi’nde senelerce tiyatro dersi okutarak genç arkadaşlarının yetişmesine hizmet etmiştir (…) Bizde tiyatro bilgisine ait ilk modern eseri de M. Kemal yazmıştı; bu kitap “Tiyatro” ismiyle neşredilmiştir. Bundan başka “Konuşma San’atı” adı altında vücuda getirdiği eser de Şehir Tiyatrosu mecmuasında bir sıra makale halinde çıkmıştır. İstiklâl Harbi’ni ve millî dava ve muvaffakiyeti tiyatro edebiyatımıza geçiren “Çınar” isimli telif piyesi de kitap halinde bastırılıp çıkarılmıştır. Bu piyes Halkevleri sahnelerinde oynanmak üzere kabul edilmişti. Sahnemizde oynanan ilk çocuk piyesleri de M. Kemal’in kaleminden çıkmıştır. Şehir Tiyatrosu’nun bu sene (*1936-HF) bütün bir mevsim oynadığı “Tiyatro Dersi” ve “Gülmeyen Çocuk” isimli çocuk piyeslerini hasta döşeğinde yazdı. M. Kemal ufak tefek bir adamdı; hem bundan dolayı hem de sahnede Hüseyin Kemal isimli bir başka san’atkâr daha olduğu için arkadaşları M. Kemal’e “Küçük Kemal” derlerdi; bu sıfatı sonraları soyadı olarak kabul etti, adını deftere “Kemal Küçük” diye yazdırdı. Bundan sekiz yıl önce yerli filmlerin çevrilmesi mesaisine iştirak etmişti; o sırada ciğerlerinden hastalandı; önce Heybeliada’da tedavi gördü, iyileşti, tekrar sahneye çıktı, tekrar hastalandı, bu sefer İstanbul Belediyesi’nin yardımıyla Viyana’ya gönderildi, senatoryumda bir ciğer ameliyatı geçirdi; iyileşti, sıhhatli bir halde memlekete döndü; tekrar sahneye çıktı, tekrar hastalandı… Ne o sahneden vazgeçebiliyor, ne de hastalık onun yakasını bırakıyordu. M. Kemal son birkaç yılını böyle bazen ayakta, bazen yatakta fakat daima işini düşünerek ve işi için temiz bir sevgiyle çalışarak geçirdi. Verem günden güne ilerliyordu. Nihayet bundan birkaç ay önce yeniden ve bu sefer şiddetli bir halsizlik ile yatağa düştü. Beyoğlu’nda, Aynalıçeşme’de, Kamerhatun Mahallesi’nde bir apartmanda oturuyordu. Son hafta içinde hekimler Çamlıca’ya nakledilmesine lüzum gösterdiler; ev tutuldu, geçen Salı günü hasta, Ertuğrul Muhsin’in bizzat kullandığı otomobille, itina ile denizi araba vapuruyla ve otomobil içinde geçerek Üsküdar’a, Kısıklı’ya götürüldü. Burada iki gece kaldıktan sonra üçüncü akşam -Perşembe saat 22’de- Doktor Şerafettin Fazıl’ın ihtimamı arasında gözlerini hayata kapadı.” (Kurun gazetesi, 25 Nisan 1936 Cumartesi, Sayı: 6568-508, Refik Ahmet Sevengil’in “Sahnemizin Yası Var / Aktör Kemal Küçük Bugün Eyüp’te Gömülecek” başlıklı yazısı / Bu yazı 5 gün sonra da; Uyanış Servetifünun Siyasa, Bilgi, Sanat gazetesinde yayımlanmıştır. 30 Nisan 1936 Perşembe, “Değerli Artist Küçük Kemal’in Yaşayışı ve Gömülme Töreni” başlıklı yazı, Yıl: 46, Cilt: 79/15, no: 2071/386, ss. 356-357) Her ne kadar bugün böylesi öncü ve değerli bir sanat devrimcisinin adını birçoğumuz bilmesek de; adına Türk Tiyatrosu dergisinin özel sayı çıkardığı, Nâzım Hikmet’ten Hüseyin Rahmi Gürpınar’a, Musahipzade Celâl’den Mahmut Yesari’ye kadar hemen herkesin ölümü üstüne yazılar yazdığı, tiyatromuzun tutkulu sanatçılarından Kemal Küçük, 23 Nisan 1936 günü, henüz 35 yaşındayken ölüp gitmeseydi daha neler neler yapacaktı kim bilir?