“Sen başlangıca bakma, bizde hangi yenilik, hangi başlangıç daha ilk adımda tam randıman verebilmiştir? Yavaş yavaş… Acelemiz ne? Görürsün nasıl alışacaklardır. Bir gün gelecek ki -eliyle salonun boş yerlerini göstererek- bütün buralar güneşe karşı neş’e ve sıhhat içinde kıvıl kıvıl oynaşan ve cıvıl cıvıl ötüşen kuşlarla dolu bir park köşesini andıracak.”
Öyle de olur.
- Kemal Küçük’ün, ölüm döşeğinde tamamlayabildiği, tiyatro tarihimizin ikinci çocuk oyunu olan ‘Gülmeyen Çocuk’, 1 Ocak 1936 Çarşamba günü, saat 14’te seyirci karşısına çıktığında, kendine güveni tamdır. Çünkü öncülü olan ‘İlk Tiyatro Dersi’ ona rahat yürüyeceği bir zemin hazırlamıştır. Sadece zemin mi? Seyirciyi de hazırlamıştır. Bu işi yapanların nelere dikkat etmesi gerektiğine dair bilgiyi de hazırlamıştır. Her şeyi, her şeyi hazırlamıştır. Hem de şeytanlarla güreş tuta tuta, üç ayda!
Muhsin Ertuğrul çok dikkatli bir babadır. İlk bebeğinin büyümesini kocaman gözlerle izlemiş; ne zaman ve niçin ağladığını, neden gülümsediğini, ne zaman uyuması gerektiğini, acıktığında ne verilmesi gerektiğini… Tek tek not etmiştir kenara. Şimdi kucağında ‘Gülmeyen Çocuk’ adını verdikleri ikinci bebeği tutmaktadır. Bu bebek belli ki daha şanslı büyüyecektir.
Daha ilk gösterimini yapmadan günler önce toyu vurulmaya başlar ‘Gülmeyen Çocuk’un. 15 Birinci kânun (Aralık) 1935 tarihli Türk Tiyatrosu dergisinin 64. sayısının, 15. sayfasında görünür ilk olarak ikinci çocuk oyunumuz. Adıyla, sanıyla, bütün künye bilgileriyle hem de!
“Dikkat! Çocuk Tiyatrosu
1.1.936 Tarihinden İtibaren “Gülmeyen Çocuk”, Yazan: M. Kemal Küçük
Çarşamba ve Cumartesi günleri 14’de / Çocuk Tiyatrosu Mecmuası 7,5 kuruştur. Kuponu ile parasız tiyatroya girilir.”
Bu çağrının yayımlandığı Türk Tiyatrosu dergisi, döneminin -belki de bütün dergicilik tarihimizin- en önemli tiyatro dergisi olduğu için yeni oyunu biraz şımartmışlar diye düşünebilirsiniz. Ama hayır; oyunun gösterime girdiği 1 Ocak 1936 tarihli bütün gazetelere verilen duyurumda da aynı bilgiler vardır. İlk çocuk oyununu “adıyla” duyurmak için, sekizinci gösteriyi bekleyen uygulayıcılar, ikinci oyun için daha cesur davranmışlardır.
‘Gülmeyen Çocuk’ da aynı ‘İlk Tiyatro Dersi’ gibi, öğretmek ve Cumhuriyet değerlerini örgütlemek amacı taşıyan, 32 kişilik, kalabalık kadrolu bir oyundur. Kemal Küçük yine eskiyle yeniyi karşı karşıya getirmektedir oyununda. Çocuklara saatin nasıl çalıştığının, hastalıkların kocakarı üfürüğüyle değil de doktor tedavisiyle iyileşeceğinin anlatıldığı, atasözleriyle bezenmiş bu oyunda, Nasrettin Hoca fıkraları da canlandırılmaktadır.
1947/48 sezonunda oyunu yeniden sahneye koyan Celâl Balkır, bu konuda bakın neler diyor:
“Çocuk tiyatrosu deyince, çocuklara oynanan çocukça basit temsiller akla gelir. Filhakika, bu gibi tiyatrolar, çocuklara oynanan, çocukların hoşuna gidecek piyesler gösteren temsillerdir. Fakat bunu, ismi gibi küçümsemek büyük bir hata olur. Çünkü çocuk tiyatrolarının iki büyük gayesi vardır. Birincisi yarının seyircisini hazırlamak; ikincisi de, geleceğin sanatkârını yetiştirmek (…) Şu halde, çocuk tiyatrolarının, yarının mükemmel tiyatro seyircisini hazırlamak bakımından, sırtında ne kadar büyük ve kutsal bir vazife taşıdığını kabul etmek lâzımdır. Diğer yandan, çocuk tiyatrolarında çalışan yavruların içinde, istidatlarını küçük yaşta işletmek fırsatını bulan çocuklardan, bir gün sahnelerin iftihar edeceği büyük sanatkârlar yetişmeyeceğini kim inkâr edebilir?” (Celâl Balkır, “Çocuk Tiyatrosu ve Temsillerimiz” başlıklı yazısından alıntı, Türk Tiyatrosu Dergisi, 1 Ekim 1947, Sayı: 206, s. 15)
Balkır konuya böyle yaklaşırken, oyunla ilgili kalem sallayanlardan Selami İzzet Kayacan’ın yazısının, her bir sözcüğünden zehir akmaktadır sanki. Oyunu metin olarak beğense de, oyunun sahnelenmesini hiç beğenmemiştir yazar.
“Çocuk tiyatrosu ikinci eserini nihayet sahneye koydu: Gülmeyen Çocuk. Bu eser de Küçük Kemal’indir ve muvaffak bir eserdir. Atasözleriyle, Nasrettin Hoca fıkralarından alınmış hoş, eğlenceli, öğretici ve terbiye edici, çalgılı, danslı revü olan “Gülmeyen Çocuk” ne yazık ki, Şehir Tiyatrosu’nda beklediğimiz itina ve titizlikle sahneye konamamıştır. Ve bu yüzden de eser -bütün güzelliğine ve muvaffakiyetine rağmen- manasızlaştı. Nasrettin Hoca fıkraları, lüzumsuz bir grotesk halinde kaldı ve bize ; “Keşke bu fıkralar canlandırılmasaydı!” dedirtti.
Küçük Kemal bu eserinde, bize garp kültürü ile yetişen çocukla, elifba okuyan eski şark çocuğunun tezadını gösteriyor. Çoğu kere, pek yerinde kullandığı atasözlerinin anlamını kavratıyor. Çocuklara saatin, yelkovanın, akrebin ne olduğunu tarif ediyor. Alevi canlandırıyor, yeşil Bursa’nın methini yapıyor. Hastalığın nefesle, kocakarı ilaçlarıyla değil, doktor tedavisiyle geçeceğini ve insanın kendini dev aynasında görmemesi lâzım geldiğini, kendilerini dev aynasında görenlerin gülünç olduklarını gösteriyor. Bay Kahkaha ile küçük seyircilerini güldürüyor. Bu arada da Nasretin Hoca fıkralarıyla hoş vakit geçirtmek istiyor.
Eserin diğer kısımları ne derece muvaffaksa, bilhassa ikinci perde, Cahide, Samiye, Avni, Necdet Mahfi, Müfit ve Feriha tarafından oynanan ikinci perde ne kadar canlı ise, acemiler eline bırakılan Nasrettin Hoca fıkraları o derece sönük, tatsız kalıyor. Bilhassa istidatsız bir gence verilen Nasrettin Hoca rolü, sahnede her an ölüyor.
Gülmeyen Çocuk’un muvaffakiyeti, çocuklar kadar, muallimlerini ve velilerini de alâkadar ettiğindendir. Eser noktasından Küçük Kemal’i tebrik ederiz. Bu vesileyle de şunu kaydetmek isteriz:
Şehir Tiyatrosu, genç istidatları meydana çıkarmak vazifesini üzerine alan kıymetli bir sanat müessesesidir. Ancak isdidatları kullanmalı ve istidatsız olanların istikballerine engel olmamalıdır.” (“S. K.” İmzasıyla Selâmi İzzet Kayacan, ‘Tiyatro Konuşmaları’ sütununda “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı yazısından alıntı, Akşam gazetesi, 6 Kânunisani (Ocak) 1936, Gazete yayın no: 6185, s. 5)
Selâmi İzzet Bey; sözcükten mermileri ağzına doldurmuş, gözü kapalı saydırırken; 25 Ocak 1936 günü, yine Akşam gazetesinde yayımlanan, imzasız, küçücük bir haber, çocuk tiyatrosu üzerinde yapılan bu çekişmeyi kimin kazandığına dair bütün tartışmalara son noktayı koyar:
“Çocuk Tiyatrosu - İzdihamın Önüne Geçmek Lâzımdır
Şehir Tiyatrosu, Cumartesi ve Çarşamba günleri Tepebaşı’ndaki tiyatro binasında çocuk temsilleri vermektedir. Bu ay, bu temsillerle alâkadar olan İstanbul Maarif Direktörlüğü, ilk ve orta mekteplere bir tamim göndererek, çocukların grup grup tiyatroya gönderilmesinin faydalı olacağını bildirdi. Şimdi Pazar (*Cumartesi olmalı-HF)
ve Çarşamba matineleri tiyatro, temelinden çatısına kadar doluyor.
Tiyatromuz ve çocuklar hesabına memnun olunması lâzım gelen bu kalabalık ve tehacüm (*Hücum etme)
son haftalarda o derece arttı ki, idaresizlik baş gösterdi.
Çocuk tiyatrosunun bir gayesi de çocuklara tiyatro âdâbını öğretmektir. Tiyatroya nasıl girilir, nasıl oturulur, nasıl çıkılır? Halbuki değil bunları öğretmek, çocuklara nefes bile aldırılmıyor ve âdâba mugayir bir şekilde oturtuluyorlar: Tek kişilik kanepeye ikişer ikişer… Vu bu hay huy, hercümerc içinde tiyatro seyrediyorlar.
Bu halin hem terbiye, hem de sıhhat noktasından zararları meydandadır. Bu izdihamın önüne geçmek, tiyatroya istiap ettiğinden fazla çocuk almamak elzemdir. Bu işle meşgul olanların nazarı dikkatini celbederiz.” (Akşam gazetesi, 25 Kânunusani (Ocak) 1936, Cumartesi, Gazete yayın no: 6204, s. 3)
Bu haberden neler öğreniyoruz, hadi birlikte sayalım:
- 1 Ocak 1936 Çarşamba günü başlayan ‘Gülmeyen Çocuk’, eğer Çarşamba-Cumartesi gösterileri düzenini bozacak özel bir durum olmadıysa; bu haberin yayımlandığı tarihe kadar 8, ay sonuna kadar da toplamda 10 kez çocuklarla buluşmuş demektir. Daha üç ay önce, 15 çocuğa oynayan Şehir Tiyatrosu Çocuk Şubesi’nin bu yıldırım çarpmasından farkı olmayan ‘izdiham’ etkisini durup bir daha düşünmek gerek bence. Düşünürken de iki şeyi aklımıza getirmek yararlı olur: Muhsin Ertuğrul’un Moskova notlarını ve bükülmez inatçı kişiliğini!
- Devleti yönetenlerin, bir örgütlenme aracı olarak görseler bile, bu kuvvetin hiç de küçümsenmeyecek bir kuvvet olduğunu anladıkları da ortadadır. Yoksa neden ‘tamim’ yayınlasınlar, değil mi?
- Sonra, çocuk tiyatrosunun siyasi bir kimlik taşıdığının onaylanması değil midir izlediğimiz hikâyenin özü? İster savun, ister karşı çık; aynı yere, siyasete gitmez mi bu tartışmaların ucu? Madem böyle; o zaman, çocukları aptal yerine koyan o soytarlıkların çocuk tiyatrosu diyerek, günümüz çocuklarına dayatılması ne anlama geliyor peki? Biz ne zaman terk ettik aklımızı? Azıcık uzaklaşarak fotoğrafa bir daha bakınız lütfen; bu da siyasi değil midir aslında? Onları uyutup, siyasetten uzak tutma siyaseti! Ne uğruna bu barbar katliama ortak oluyoruz? Para kazanmak için! Soru şudur şimdi: Para ya da ‘sahnede olmak istiyorum’ magazini için, çocukların dengesini bozmaya, onları sistemin birer kölesi ve biatçısı yapmaya hakkımız var mı ya da değer mi buna? Siyaset ekmektir yahu, tarihsel akışta insan olmayı kolaylaştıran toplumsal bir oyuncaktır, ne sanıyorsa bazıları? Bir korku sopasına dönüştürülen siyaseti çocuklara bırakın da, mutluluğun, üleşmenin ve adaletin nasıl ‘izdiham’ yaptığını görün!
- Bir de ‘mantığa bürüme’, kuyruğu kurtarma tarafı var bu işin. Ne diyor Akşamcılar; “Bu halin hem terbiye, hem de sıhhat noktasından zararları meydandadır”… Sıhhat ha? Güldürmeyin beni… Çocukları çok düşünen varsa, Çanakkale Şehitliği’ne bir bakıversin; 13-14 yaşındaki ölü çocukların mezar taşları onlara gereken yanıtı verir. Birileri ülkeyi yani çocuklarının geleceğini satarken, onları yok sayıp küçümserken, başkalarına boyun eğmesini utanç saymazken, o insanların şair kılığındaki ihanet askerleri, işgal altında oynaşlarının sürmeli gözleri için aşk şiirleri yazarken, çocuklar ölüyordu… Durduramadık diyemiyorlar da, sıhhatmiş, peh! Ağızlarında Fenerbahçe Marşı, üstlerinde Galatasaray forması, ellerinde Beşiktaş bayrağı! Sahi, kimsiniz siz? Konuşun ki, nerede durduğunuzu bilelim!
Açın kulaklarınızı da, memleketini kendi özünü sever gibi, her biri memleket olarak doğan ve doğacak olan her çocuğu memleket gibi bağrına basan bir ustanın, çocuk tiyatrosuna dair ne dediğini duyun:
“Çocuk tiyatrosunu tek başına ele alarak öteki tiyatrolardan ayırmak gerek (…) Şimdiye kadar olduğu gibi, Devlet veya Şehir Tiyatroları’nın bir kambur gibi taşıdıkları uğraşı olmaktan kurtarmalı; tüm özerkliğiyle ve apayrı yönetimle işleyen kurumlar olarak çalıştırılmaları (sağlanmalıdır)…” (Muhsin Ertuğrul, “Çocuk Tiyatrosu Yaşamın İlk Sayfasıdır, Doğruyu Seçme Gücünü Yetiştiren Etkendir ve Okulla Eşdeğerdedir ” adlı yazısından alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, 11 Eylül 1978, Sayı: 288, s. 3)
Biraz sinir yaptım galiba, sinir iyi bir şey değil ama tutamadım kendimi, özür… İzninizle bir çay alayım kendime, sonra da kaldığımız yerden hikâyemizi anlatmaya devam edelim.
‘Gülmeyen Çocuk’un, 1936 Şubat ayı gösteri listesi var arşivimde. Oraya bakarak söylüyorum: Oyun, 5, 12, 19 ve 26 Şubat’a denk gelen Çarşamba ve 1, 8, 15, 22 ve 29 Şubat’a denk gelen Cumartesi günleri seyirci önüne çıkmış. Ben konumuz sınırlarında kalmaya çabalayıp sağ gözümle listeye bakarken, sol gözüm kafasına göre davranıp, Şubat ayı yetişkin seyircilerinin ne izlediğine de bakıyormuş. Konuyu dağıttığı için ona çıkışınca da bana ne dedi biliyor musunuz? “Acaba bizim çocuk oyunumuz, hangi çalımlı beylerle sahaya çıkmış, anlamak istediğim buydu!” Hak verdim. Şimdi onun gördüklerini yazalım bakalım: Dostoyevski’den ‘Karamazof Kardeşler’, Henrik İbsen’den ‘Per Günt’, Musahipzade Celâl’den ‘Aynaroz Kadısı’, Jeffrey Dell’den ‘Geciken Ceza’ ve Afif Obay’dan ‘Mırnav’!
Demek ki ikinci çocuk oyunumuz ‘Gülmeyen Çocuk’; benim hesabıma göre; 1, 4, 8, 11, 15, 18, 22, 25 ve 29 olmak üzere, Ocak 1936’da 9 kez, yukarıda programını verdiğimiz Şubat 1936’da 9 kez ve Mart 1936’da da 3 kez olmak üzere, toplam 21 kez seyirci önüne çıkmıştır. Bu gösterilerin toplamında da 8.750 seyirciye ulaşmıştır.
Ardından yeni bebekler doğar çocuk tiyatrosu sahnelerine… Afif Obay’ın yazdığı “Fatmacık”, ardından Halit Fahri Ozansoy’un “Doğan’la Selma”sı çıkar çocukların önüne. Bir sezon sonra, Türk çocuk tiyatrosu dört kardeşli bir aile olmuştur.
Söz verdiğim gibi, bütün çocuk oyunlarını ya da dönemi tek tek anlatmayacağım. Sadece üçüncü çocuk oyunumuz olan ‘Fatmacık’ üzerinde biraz duracağım; çünkü, son derece ilginç bir konusu var oyunun. Daha sonra kartal kanatlarımızı sırtımıza bağlayacağız ve Türk çocuk tiyatrosu tarihinin üzerinde 85 senelik bir uçuşa geçeceğiz. Gökyüzünden yapacağımız bu seyirle; çocuk tiyatromuzun çok da eski sayılamayacak zorlu yolculuğunu, repertuvarını ve bu yolculuğunda memleketi yöneten iktidarlarla nasıl bir ilişki içinde olduklarını anlamaya çalışacağız.