“Bu yıl, önemine göre perdesini pek sessiz sedasız açan çocuk tiyatrosu neden sonra, Hikmet Feridun’un bir itirazı ile akisler uyandırdı. Sayın arkadaşımız Refik Ahmet’i dile getirdi. Tiyatro bizde en az konuşulan bir konudur. Halbuki sık sık konuşulması lâzım gelen bir mevzu olmasını dilediğimiz için iki arkadaşın arasına giriyoruz.
Kemal Küçük’ün yazdığı, Şehir Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu “Tiyatro Dersi”, Hikmet Feridun’a göre “Tezi yanlış ve inkılâp tersine anlaşılır durumdadır.”
Refik Ahmet Sevengil’e göre: “Kemal Küçük inkılâba içten bağlı, öz yürekten Cumhuriyetçidir ve böyle bir gencin inkılâbı ters ve yanlış anlatan bir eser yazmasına imkân yoktur.”
Bize göre ise; Refik Ahmet arkadaşımız haksız, Hikmet Feridun yerden göğe kadar haklı değildir.
Dostum Refik Ahmet’le hangi noktalarda beraber, hangi noktalarda ayrı olduğumu söyleyeceğim. Kemal Küçük inkılâba içten bağlı, öz yürekten Cumhuriyetçi bir gençtir amma böyle olması inkılâbı yanlış ve ters anlatan bir eser yazmasına engel değildir. Misalini Hikmet çok güzel getirdi. İnkılâpçı, Cumhuriyetçi, kültür sahibi çok değerli bir edip olan Yakup Kadri de bir eserinde bu yanlışlığa düşmüş ve eserini derhal sahneden indirmişti. Halit Fahri de “Baykuş”unda bâtıl itikatları yıkayım derken, baykuş ötmesinin uğursuz olduğunu ispat eder bir duruma düşüvermemiş miydi? Bunlar olağan şeylerdir.
Ancak çocuklarımıza oynanan “Tiyatro Dersi” hakikaten inkılâp tezini ters mi anlatıyor? Bu noktada da arkadaşımız Hikmet Feridun’la birlik değilim. “Tiyatro Dersi” inkılâbı ters anlatan bir eser değildir, sadece inkılâbı lâyık olduğu derecede anlatamayan cılız bir eserdir. Hikmet’in görüşündeki bu yanlışlığı, eserin bünyesinden ziyade sahneye konuş ve temsil tarzında, kompozisyonunda aramak doğru olur.
Hikmet’in bir görüşü çok doğrudur. Boş adada senelerce yaşamış olan yabani adam hakikaten sahnede bir beyaz esir halindedir. Fakat bu kabahat daha ziyade yabani adamı oynayan aktöre racidir. Öyle dürüst bir durum takınıyor, ki kendisini tutmak isteyenler birer asrî asasbaşı kesilmek mecburiyetinde kalıyorlar ve o zaman da, kimin yabani olduğunda zihin kurcalanıyor.
Gene Refik Ahmet dostuma göre yabani adamın sözleri kaleme alınacak, üzerinde münakaşa edilecek değerde değildir. Bu sözlerin cevabı salonu dolduran kahkahalardır. Bu bir bakıma, yani büyük şehir bakımlarına kıyasen doğrudur. Fakat memleket mikyasında, bir çocuğa telkin eseri olarak düşünürsek, o yabaninin sözleri üzerinde birazcık durmak gerekli olurdu. Bir muhitte çarşaf, peçe, kafes ridikül olmuştur, fakat bazı çevrelerde ise henüz çarşaf, peçe ve kafesle mücadele etmek zorundayız. Bu eserin böyle bir muhit, Halkevinde temsil edildiğini farzedelim. Acaba: “Eyvah, kafesler yok, kadınlar çarşaf giymiyor, peçe örtmüyorlar!” diye feryat edip, kafessiz, peçe ve çarşafsız bir diyardan kaçmak isteyen yabaninin sözleri kahkahalarla karşılanır mıydı? Bana bu suali sorduran, tezin ters oluşu değil, vazıh olmayışıdır.
Hikmet Feridun’un beğenmediği, “Yeni insanı çocuklara mükemmel insan olarak tanıtmalıdır” dediği o Doktor Hep, Bayan Rüküş, Refik Ahmet’in dediği gibi eserin karikatür tipleridir. Hikmet Feridun’un o tiplere itirazı yerinde değildir. Ancak onda bu tiplerin antipati uyandırması, gene mizansen kusuru ve eserin kuruluş hatasıdır. Yabani adam çıplak gezen kadınlarla, sarıksız imamlarla, tekkesiz, kafessiz, fessiz yaşayanların diyarından kaçmak istiyor da onu zorla bırakmıyorlar. Eğer yabaniye, inkılâbın güzel eserleri benimsetildikten sonra o tipler sahnede görülseydi elbette çok daha iyi olurdu. Halbuki daha yabani eskiye hasret çekerken bu karikatürlerin arasına girince, kaçıp gitmek istemesini haklı görmemek biraz güçleşiyor ve insan tiyatrodan çıktıktan sonra şöyle düşünüyor: “Tiyatro Dersi çok güzel bir eser. Çocukları eğlendirerek, güldürerek inkılâbın eserlerini birer birer gösteriyor. Fakat ne yazık ki, kanava halinde. Kemal bunun üzerinde biraz daha çalışsaydı ortaya güzel bir eser çıkarmış olurdu.
Şimdi kendi görüşümle, eserin belli başlı kusurlarını sayacağım:
- Zaman ve mekân mefhumu hatta vahdeti lâyıkıyla gözetilmemiştir. Çocuğa bir çıkış ve bir sona varış noktası verilse daha iyi olurdu. Masalların bile “Bir evvel zaman içinde”si vardır, düğün dernek, kırk gün kırk gece sürer, kahramanlar az uz gidip bir iğne boyu yol yürürler. Yanılmıyorsam, “Tiyatro Dersi”nde bu mefhumlar da ancak bu derece mevhumdur. Eğer köy tablosu olmasa ve inkılâbın on ikinci yılında olduğumuzu bilmesek, ne zamanı tamamıyla kavrayabileceğiz ne de mekânı.
- Çocuğun zihninde o karikatür tipler yer edip de: “Neden? Niçin? Kimdir?” sualini uyandırdığı zaman hepsine birer kulp takılır. Ancak “Rüküş Hanım”a kulp takılamaz. Çünkü Rüküş Hanım, “Yavru” Bey’in karısıdır ve Şark mitolojisinde cinler periler kahramanıdır. Filvaki diyalekte, acayip giyinen kadın olarak geçmiştir amma, çocuğa doğruyu anlatmak lâzım geleceğine göre meseleyi kurcalamak ister, ki ilk mektep çağındaki çocukların zihnine kurt sokmaktan başka işe yaramaz.
- Eserin rüya ile bitmesi ve bitmeden evvel, tiyatro dersini veren muallimin seyircilere sorgusu; “Nasıl bitsin istiyorsunuz?” demesi iyi değildir. Biri kalksa da, “Biz nasıl istersek isteyelim, siz gene rüya ile bitirecek değil misiniz? Ben rüyaya inanmam” dese kendisine ne cevap verebiliriz?
Bu ayın başında perdesini açan çocuk tiyatrosu bir tecrübedir. Bu sahnemizin de öbür sahnemiz gibi gelişeceğine elbette ümidimiz vardır. Bu ilk temsilin bütün kusurlarına rağmen hayırlı bir başlangıç olduğu da muhakkaktır.” (Selâmi İzzet Kayacan, ‘Tiyatro Konuşmaları’ adlı gazete sütununda “Çocuk Tiyatrosuna Dair” başlıklı yazısı, Akşam gazetesi, 25 Ekim 1935 Cuma, Gazete yayın no: 6114, s. 5)
Görülüyor ki; daha 20 gün önce doğmuş olan çocuk tiyatrosu adındaki bebeği çekeleyen çekeleyene! Bu kavga basın üzerinden devam etmemiştir gördüğümüz kadarıyla ama kesin olarak devam eden iki şey vardır: Birincisi, çocuk oyununun gösterileri ve ikincisi, bu girişimi baltalama girişimleri!
27 Ekim 1935 Pazar günü, Son Posta gazetesi, çocuk tiyatrosu konusunda bir halk araştırması yaparak, onun sonuçlarını yayınlar sayfalarında. Yazının altında sorumlu bir imza da yoktur üstelik. “Bir yazıcımız” denilip geçilmiştir. Onlarca aşılamaz sanılan duvarı yıkarak sahneye ulaşan çocuk tiyatromuz adına hiç de iyi niyetli bir yayın değildir bu. Yayının başlığı bile olumsuz duygulara yol açar: “Halkın Sesi-Çocuklara Tiyatro Oynatılmasına Ne Dersiniz?” Ben bu soruşturmanın gerçekten halkla yapılıp yapılmadığından bile emin değilim, okuyun bakalım siz ne düşüneceksiniz?
“Birkaç haftadan beri Şehir Tiyatrosu’nda sade çocuklara mahsus piyesler temsil edilmektedir. Dün bir yazıcımız (!)
, rastgeldiği kimselerin bu yenilik etrafındaki düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Yukarıdaki sorgusuna aldığı karşılıkları aşağıya yazıyoruz.
- Tepebaşı, Çiçek Sokağı, Akasya Apartmanı, 3 numaralı dairede, Avukat Fahri:
Çocuk terbiyesi dünyanın her tarafında en fazla alâka ve ehemmiyet uyandıran bir şeydir. Çünkü çocuğu iyi yetiştirmek, yarını iyi hazırlamak demektir. Çocukların terbiyesinde kullanılan vasıtalardan biri de tiyatrodur. Bugün dünyanın birçok şehirlerinde çocuk tiyatrolarının bulunuşu, tiyatronun çocuklar üzerinde hayırlı tesirler uyandırmasının neticesidir. Geçenlerde bir yerde okumuştum; İngiltere’de çıkarılan bir istatistiğe nazaran orada tiyatroya giden çocukların miktarı, tiyatroya giden büyüklerin miktarına hayli yakınmış. Bu itibarladır ki; Şehir Tiyatrosu’nun yaptığı bu hayırlı yeniliği alkışla karşılamak lâzımdır. Bence Şehir Tiyatrosu bu sevabıyla, birçok günahlarını sildirebilir.
- Boğazkesen, Yenimesçit Sokağı, 27 nolu hane, Sabri:
Bugünkü halde, daha tiyatro zevki memlekette lâyıkıyla duyulmamış, tiyatronun kadri kâfi derecede anlaşılmamıştır. Operetlerden başka eserlerin çok mahdut seyirci bulabilişi de bunun delilidir. Bu itibarla, bence çocuklar için piyes temsil etmekte fazla acele davranılıyor. Çünkü çocukları tiyatroya getirecek olanlar büyüklerdir. Halbuki, çocuklarını getirmelerini beklediğimiz büyükler, tiyatroya daha kendi ayaklarını alıştıramamışlardır.
- Üsküdar, Bağlarbaşı, Çolak Şemsettin Sokağı, 14 numaralı hane, Vehbi:
Çocuklar için tiyatro oynatılması, bittabi sevinç verici bir teşebbüstür. Şehir Tiyatrosu, bu işi bittabi operetler gibi ticaret maksadıyla değil, hayır gayesiyle yapmaktadır. Halbuki bugünkü şerait bu hayrı teminden uzak kalmaktadır. Ben geçenlerde Tepebaşı’ndan geçiyordum. Kapının önünü içeri girmeye can atan fakir kılıklı yavrularla dolu gördüm ve sorup da tiyatroda çocuk piyesi oynandığını duyunca gözlerim yaşardı. Bu itibarla bence Şehir Tiyatrosu, çocuklara çektiği bu istifadeli san’at ziyafetinden, bütün küçüklerin nimetlenebilmelerini temin yolunu da bulmalıdır. Tiyatro tamamen bedava oynatılamasa bile, meselâ, mahallelerinden muhtaç olduklarını anlatan birer vesika getirenlere, bütün yıl için serbest birer dühul karnesi dağıtılabilir. Bu da yapılırsa, bu yeniliği yürekten alkışlamamak elden gelmez.
- Sultanahmet, Yıldız Sokağı, 19 numaralı hane, Seyfi:
Benim bundan hiç haberim yok. Benim haberim olmadıktan sonra çocukların nereden olacak? Bence Şehir Tiyatrosu, bu işin yürümesini istiyorsa, reklam cihetine biraz daha fazla ehemmiyet vermelidir.” (Son Posta gazetesi, 27 Ekim 1935 Pazar, Gazete yayın no: 1881, s. 2)
Bu yazıyı okuduktan sonra aklımdan tam olarak ne geçti, söyleyeyim mi: Sanki bir görüşün taraftarı olan gazete, böylesi bir yolla -hileli bir yolla- biricik sanatı tiyatro için yerle gök arasında kim yoluna çıkarsa dövüşmekten korkmayan, tiyatronun kapısında yedi başlı ejderhalara kafa tutar gibi dimdik duran, laftan sözden anlamayan bir nöbetçiye; Şehir Tiyatrosu’nun başında dağlar gibi duran Muhsin Ertuğrul’a şifreli bir mektup göndermektedir. Bu saptamayı yapmanın tarih önünde beni sorumlu kılacağını bilmiyor muyum sanıyorsunuz? Ama n’olur, elinizi vicdanınıza koyun da bir daha okuyun aşağıya alıntıladığım şeyleri… Bunların samimi görüşler olduğuna inanıyor musunuz sahiden? ‘Birileri’, -belli ki- kuyruk acısı olan birileri, Şehir Tiyatrosu’na dümen olmak arzusundadır. Muhsin Ertuğrul’a ‘bulaşmak da’ istemediklerinden, bu tuhaf yolu tercih etmişlerdir.
“Şehir Tiyatrosu, çocuklara çektiği bu istifadeli san’at ziyafetinden, bütün küçüklerin nimetlenebilmelerini temin yolunu da bulmalıdır. Tamamen bedava oynatılamasa bile, meselâ, mahallelerinden muhtaç olduklarını anlatan birer vesika getirenlere, bütün yıl için serbest birer dühul karnesi dağıtılabilir.”
“Bence Şehir Tiyatrosu bu sevabıyla, birçok günahlarını sildirebilir.”
“Şehir Tiyatrosu, bu işi bittabi operetler gibi ticaret maksadıyla değil, hayır gayesiyle yapmaktadır.”
“Bu işin yürümesini istiyorsa, reklam cihetine biraz daha fazla ehemmiyet vermelidir.”
Bütün bunların üstüne; ‘N’oluyoruz yahu!’ diye soruyorsam, bu beni çok mu kuşkucu yapar?
Muhsin Ertuğrul’a boşuna ‘Hocaların Hocası’ dememişler bence! Konu, tutkuyla bağlı olduğu tiyatrosu olunca; kendisi arada bir birkaç saat uyusa bile, kafasının içinde hiç uyumayan, tiyatro için bir şeyler yapmadan geçirdiği her dakikayı kayıp sayan bir mekanizma işlemektedir. Son Posta’nın bu tuhaf soruşturmayı yayınladığı gün, Muhsin Hoca da; o güne dek sadece ‘Çocuk Tiyatrosu’ duyurusuyla verdiği gazete ilanlarında, ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı bebeğinin adını bütün ülkeye duyurmaktadır. Aynı gün! 27 Ekim 1935 gününün gazetelerinde, ilk çocuk oyunumuz, adıyla ilanlara girer. İlk kez!
“İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu
Bugün gündüz saat 10’da Çocuklara Tiyatro Dersi - Komedi
Saat 15’te umuma Yarasa
Gece umuma saat 20’de Yarasa
Alt kısımda da bir not:
Tohum ve Caz-Saz bu hafta oynanacak”
“Biz; insanlığın, gerçek kültürün, sanat sınırından başladığına inanıyoruz. Ruh kalkınması olmadıkça, adamı hayvandan ayırt edemezsiniz. Gerçek medeniyet, edebiyat ve sanattan doğar. Güzel koku çiçekten dağıldığı gibi, medeniyet de güzel sanattan fışkırır. Tarih, tiyatrosuz yükselmiş bir millet gösteremez.” (Muhsin Ertuğrul)
Bütün ülkenin gözü önünde, gazete sayfaları üstünden yapılan bu kapışmanın, silinmez gölgeleri düşmüştür tarihin yüzüne. Şimdilerde kimselerin pek de ilgi göstermediği bu gölgeleri, incecik bacaklı karıncanın hırsıyla sırtlayan bir avuç insandan biri olmak -ne yalan söyleyeyim- hem zaman alıcı, ekonomik yükünü görmezden gelsek bile hem de son derece yorucu bir iş. Ama Muhsin Hoca’nın yüzünü bir kere bile görmeden, kendisini onun öğrencisi sayanlardan biri olarak; bu ıssız, karanlık ormana girmek, oradan aydınlık tohumları toplayıp, ardımızdan gelen çocuklar için bunları aktarmak boynumun borcudur. Çünkü Mevlana’nın dediği şeye çok inanıyorum:
“Ay doğmuyorsa yüzüne, güneş vurmuyorsa pencerene, kabahati ne güneşte ne de ayda ara! Gözlerindeki perdeyi arala!”
Son Posta gibi gazeteler, Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının ayaklarına dolanadursun; Muhsin Hoca’nın çocuk tiyatrosuna seyirci yaratmadaki inadı da gazete sayfalarına yansımıştır. Döneminin ve Türk çizgi tarihinin belki de en ünlü karikatüristlerinden biri olan Cemal Nadir, birçok kez Muhsin Hoca’yı çizgileriyle gazete sayfalarına taşımıştır. Sadece o mu? Münif Fehim de çizmiştir Hoca’nın karikatürlerini, diğerleri de… Meraklısı konunun araştırmasını yapabilir ama biz, yazımızı ilgilendirdiğini düşündüğümüz etkili bir karikatürü yazımıza alarak yolculuğumuzu sürdürelim.
1936 yılının Nisan ayında, İstanbul Yenikapı Camisinin minareleri onarılmaktadır. Bu onarım çalışmaları halkın ilgi konusu olmuştur. İşi gücü olmayanlar gidip, bu onarımı izlemekte; hiç de küçümsenmeyecek bir kalabalık oluşmaktadır inşaat alanında. İşte bu toplumsal gündem, Cemal Nadir ‘in çizgilerinde, Muhsin Ertuğrul’un çocuk tiyatrosuna seyirci yaratmadaki inadını gösteren, tarihsel değeri olan bir belgeye dönüşür. İnşaatta çalışmaları seyir yapan kalabalık topluluk nedense tiyatroya gelmemektedir. 27 Nisan 1936 günkü Akşam gazetesinde yayımlanan karikatürde, Muhsin Ertuğrul kalabalığı görünce kendi kendine şöyle konuşur:
“Hatırımda olsun, gelecek senenin sahne repertuvarına böyle bir numara koyayım!”