Türkçe’nin başına konan şans: Ahmed Arif

Ahmed Arif’in ölümsüz eseri “Hasretinden Prangalar Eskittim” 53 yıldır okunmaya devam ediyor. Mahmut...

Abone Ol
Ahmed Arif’in ölümsüz eseri “Hasretinden Prangalar Eskittim” 53 yıldır okunmaya devam ediyor. Mahmut Temizyürek, Türk şiirine damga vuran şairi anlattı edebiyatımızın şansı olarak anlattı Türk şiirinin en önemli eserlerinden “Hasretinden Prangalar Eskittim” 50 yıl önce yayımlandı. Yarım asırlık zaman içinde hemen hemen her yıl birkaç defa basılarak okuyucudan büyük ilgi gören kitap, Türk şiirinin de kilometre taşlarından biri oldu. Şair Ahmed Arif’i ve “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabını şairliği kadar edebiyat araştırmalarıyla da tanınan Mahmut Temizyürek’le konuştuk. Temizyürek, 1968’de basılan eserin Nazım Hikmet’in 1929’da yayımlanan “835 Satır”ı kadar etkili olduğunu söyledi. Temizyürek, “O günden sonra, orkestraya ya da yüzlerce havaya alışmış kulaklar ilk kez duyduğu bu solo sesle büyülendi ve asla doyamadı” diye konuştu. -Sayın Temizyürek, siz Türkçe şiir için 1929 ve 1970 tarihlerinin altını çiziyorsunuz. Öncelikle bu tarihsel yaklaşımınızı biraz açar mısınız? Neden 1929 ve neden 1970? İlkinde Nâzım Hikmet’in 835 Satır’ı yayımlandı. Yani bir göktaşı düştü şiir dünyasına, toplum yaşamına. Öyle anlamaktayım. Bu kitap Türkçe’de bir ihtilal gibidir. “Şiirdeki cumhuriyet”in kuruluş tarihi desek daha doğru. Çünkü ilk kez çok seslilik, çoğul seslilik, Türkçe şiirde canlanıyordu. Yayımlandığı anda çok güçlü bir toplumsal titreşim yaratmıştı. Dönemin yönetiminde korku, şairlerde kaygı yarattı ama bu “şiir olayı”na şapka çıkarmayan tek kişi vardı: Yahya Kemal. (“Gürültü patırtı” diyordu bu şiire.) Onun dışındaki her şair, hatta her yazar, her kesimden, her düşünceden kişi şaşırmış, sarsılmış biçimde övdü, değer verdi bu “yeni şey”e. Bu “yeni şiir”in bir övgüsünü de büyük şair Ahmet Haşim’den duymuştu Türkiye. Haşim, Nâzım’ın şiirde bir orkestra kurduğunu, her sazın bu orkestrada ahenkle çaldığını, bugüne kadar üç telli sazla ya da kavalla yetinen Türkçe şiirde böyle bir şey görülmediğini hayret ve hayranlıkla yazmıştı. Modern çağda bu türden şiirsel sarsıntılar nadir de olsa görülür. Beklenmeyen bir anda, şiirin büyük saatinin gongu duyulur. 1928’da duyulan işte o sesti. Garip de benzer bir gonk sesidir, İkinci Yeni de. Şöyle de benzetebiliriz: Şiirin cumhuriyeti 1929’da; ilk demokratik devrimi 1940’ta (Garip ile); ikinci demokratik devrimiyse imgeyi, dolaysıyla dili bambaşka biçimde havalandırmış olan İkinci Yeni hareketiyle gerçekleşti. Yenilikler 1970’lere kadar güçlüydü; sonrasında tekrar ve tekrar ustalık gösterisi... -Az önceki soruyla bağlantılı olarak sormaya devam edecek olursak, 1968 yılında okuyucuyla buluşan “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirimizde nasıl bir etki yarattı ve sözünü ettiğimiz tarihsellik içinde nasıl bir yerde durur? Bu zaman içinde bir gonk sesi daha vardır: 1968’de; hiç beklenmezken, öngörülemezken zuhur eden Hasretinden Prangalar Eskittim. O günden sonra, orkestraya ya da yüzlerce havaya alışmış kulaklar ilk kez duyduğu bu solo sesle büyülendi ve asla doyamadı. Nasıl ki “835 Satır”, kimsenin beklemediği bir anda, hiçbir belirtinin olmadığı bir ortamda bir göktaşı gibi gümbürtüyle düştüyse şiir ortamına, Hasretinden Prangalar Eskittim de aynı duyguyu yaratmıştı yayımlandığında. Şapka çıkarmayan kimse kalmamıştı bu şiire; birçoğu övgü dolu şiirler bile yazdı bu şiir üstüne. İşte, bu da bir gong vuruşuydu. Ama sanki başka bir çan dökümünden geliyordu bu ses. Tarihte unutup bir tarafa bırakılan her derdin ve her umudun uğultusu gibiydi bu ses. Şiir tarihinin sayısız bileşiminden dövülmüş bir gonk. Herkes durup dinledi. Yeni bir şiir dini doğmuş gibiydi bu ülkede. İnsanlar dua okur gibi onun şiirini okuyordu. Nâzım’la aynı ütopik çağrıyı içerse de bu ses, söyleyiş, eda ya da duyguyla çok farklıydı. Bir orkestra değil, solo bir söyleyişti; fısıltısında bile köklü bir ağıt ya da gürleyiş duyuluyordu. En eskilerden yeni zamana ustaca figürler devşirmişti. Bir dilde söylenmişse başka dilde o havada söylemek imkânsız denecek kadar içine gömülmüştü yazıldığı dilin. Herkesin her an yalnız başına da söyleyebileceği nefis bir senfonisi vardı bu şiirin. Bir toplulukta okunduğunda da aynı duygu. Hep umuttan müjdeliyordu şair acılarını. Cemal Süreya demişti şunu: “Toplar dağların rüzgârını/ Dağıtır çocuklara.” Necatigil demişti ya, her şiir kendi zamanını bekler diye. Bu tam öyle. Yazılış tarihleri eski olmasına karşın hepsi birden tam da 1968’de gün yüzüne çıktı. Dünyada yeni bir umut çiçeği açmış gibiydi, şiirde ve zamanda. -Sizin de yakın dostunuz şair Haydar Ergülen, bir belgeselde “Ahmed Arif, Yılmaz Güney’in sinemada yaptığını şiirde yapmıştır” dedi. Bu karşılaştırmayı nasıl buluyorsunuz? Sevdiklerimizin ortak yanları çoktur. Ama her biri kendi başına sevilmeyi, bilinmeyi, anlaşılmayı isterler. Bir aforizma da ben savursam: Yaşar Kemal’in kırk ciltte yaptığını Ahmed Arif, tek kitapta yaptı. Ama bu sözün, altını doldurabilirsek bir anlamı var. -“Hasretinden Prangalar Eskittim”in şairin tek kitabı olarak kalması hala tartışılan bir konu oldu. Sizce şairin tek kitapla meseleyi kapatmış olması (Ahmed Arif’in) etkisini sınırlamış mıdır? Tek kitaplık toplam 26 şiir, 1013 dize olması bir kusur değil aksine bir erdem oldu. Sonra bir kitabı daha çıktı, Kalbim Dinamit Kuyusu. Ama aynısının tekrarı gibi oldu bu şiirler. Güçlü şiirler şairine karşı da güçlü kalabilen şiirlerdir. Kendisinden bir kopya daha istemezler. Ahmed Arif 1950’li yıllardan bu yana yazıyordu. Birçoğu ezberlere yerleşmişti bile. Şiir kendi muhatabını ancak1968’de bulabilirdi. Çook eskilerden, halk şiirinin en eski ses gözelerinden gelip modern şiire süzülmüş bu toplamda her şiir adeta özerktir, karıştırılamaz. Kitabın kendisi kadar da tek tek şiirleri hatırlanır. 33 Kurşun, Karanfil Sokağı, Sevdan Beni, Hani Kurşun Sıksan vd. Ayrıca tek kitapla peygamber olunuyorsa, tek kitapla şair olmaya hiç engel yoktur. -Siz, yazarları ve şairleri anlatırken onların beslendiği kaynağı özellikle anlatmaya gayret ediyorsunuz. Ahmed Arif’in beslendiği kaynağı anlatacak olursanız kısaca neler söylemek istersiniz? Ahmed Arif’in kültürel coğrafyası Ortadoğu gibi. Ana dili Kürtçe, baba dili Türkçe, çocukluğundan beri konuşabildiği dillerse Zazaca, Arapça, Farsça. Çocukluk oyunlarını bu dört beş dili birden işleterek oynamış, öyle büyümüş. Edindiği kültür(ler)se, Balkanlardan Uzak Asya’ya kadar. Bunlar nasılsa birbirinin içine geçmiş, 5 bin yıldan beri aynı coğrafyada oradan oraya sızmış, akıp geçmiş bir kültürler yumağı. “Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır” bu coğrafyada. Aynı zamanda Diyarbakır, aynı zamanda Karanfil Sokağı, ya da mayın tarlası. Sınırda ya da mahpusta. Zulüm kadar isyan var, isyan kadar da halklaşmış kültürler kaynaşıyor şiirde. “Kanım Dicle’ye akar/ İster Erzurum’da vuralar beni/ İster İzmir’in içinde.” O denli yerli, o denli somut. Türkçe başına konan bu şansını kolay kolay unutamaz. -Son olarak, şair Mahmut Temizyürek’e Ahmed Arif’in etkisini sormak isterim. İlle de yazdıklarınızda değil, Ahmed Arif’in yaşantınızdaki hacmini anlatacak olursanız neler söylemek istersiniz? Kendisini tanıma fırsatı da bulmuştum. Bir yıl çalıştığım Toplum Kitabevi’ne gelip giderdi. Remzi Ağabey’in (İnanç) yakın dostuydu. Tanıdığım Ahmed Arif huysuzun tekiydi. Sertliği, öfkesi bazen hoyratçaydı. Biraz da paranoyak bulmuştum. Ama hayrandım şiirlerine. Ne zaman bir şiire sığınmak ihtiyacı duysam ilk el attıklarımdandır. Bu kitabı (Hasretinden Prangalar Eskittim) satın aldığım kadar çok hiçbir kitabı almamışımdır. Benimle dolaşan kitap, konakladığım her yerde kaldı, nerdeyse.