- Herkes anlamıyor diye yeni imgeler ya da yeni sözcüklerle yazmayacak mıyız?
- Halk dili her fikrin açıklanması ve anlaşılması için yeterli midir?
- Her alanda Batıyı örnek alıyoruz da, dilde neden bunu yapmayalım ki?
- Her yeni durum bir taklit sonucu ortaya çıkıp, daha sonra kendi yolunu bularak özgün hale gelmez mi?
- Her ilerlemede olduğu gibi kullandığımız dili yaratan da sanatsal ihtiyaçlar değil midir?
Türk Edebiyatının karanlık son 33 yılı – 11
“DEKADANLAR” TARTIŞMASI – 2 DOKTOR CENAP ŞAHABETTİN SAHADA Ahmet Mithat Efendi, “Dekadanlar” makalesiyle, Servet-i Fünun edebiyatını taklitçi bir edebiyat olara...
“DEKADANLAR” TARTIŞMASI – 2
DOKTOR CENAP ŞAHABETTİN SAHADA
Ahmet Mithat Efendi, “Dekadanlar” makalesiyle, Servet-i Fünun edebiyatını taklitçi bir edebiyat olarak suçlayınca, 1800’lerin son yıllarında, Türk edebiyat denizinde dalgalar yeniden kabarır.
Süleyman Nesip’in makalesinin mürekkebi kurumadan; bu kez, Mütalâa dergisinin, 25 Mayıs 1897 tarihli sayısının üçüncü sayfasında Tevfik Fikret’in “Temsal-i Cehalet” adlı bir şiiri yayımlanır. Şiirin dili zehir gibidir ve her ne kadar ismi geçmese de, büyük ‘otorite’ Ahmet Mithat Efendi, “bağırıp çağıran, ablak yüzü ve süpürgeye benzeyen sakallarıyla” topa tutulmaktadır.
“Merkûz idi leylin nazar-ı hadşe-nisarı (*Saplanıp kalmıştı vesveseli bakışı)
Âfâk-ı şühûda; (*Bakışı sarmıştı ufukları)
Olmuştu bütün lem’aların ma’kes-i târı (*Güneş gibi parlayan ne varsa yansıtan köprüsü olmuştu)
Emvâc-ı gunûde (*Kıskançlık dalgalarında)
Bir samt-ı siyeh-reng ile meşbû’-ı hayalât (*Hayâller kara bir suskunlukla dolmuş )
Dağlar dereler sanki birer mahfil-i emvât; (*Dağlar dereler sanki birer ölüler yığını)
Yalnız koca bir fem (*Yalnızca koca bir ağız)
Bir dağ gibi âdem (*Dağ gibi bir adam)
Dikmiş nazar-ı gayzını, bî-havf u mübâlât (*Dikmiş hınç dolu bakışlarını endişesiz, dikkatlice)
Eylerdi o boş âleme irâd-ı makâlât… (*Boş âleme söz söylerdi…)
Kükrer, bağırır; dağlara çarpar da sadâsı (*Kükrer, bağırır; dağlara çarpar da sesi )
Bî-fâide, eylerdi bütün kendine avdet; (*Faydasız, kendisine hep geri gelirdi)
Ablak yüzünün lihye- i cârûb-nümâsı (*Ablak yüzündeki süpürgeye benzeyen sakalı)
Enzâr- ı temâşâya verib sıklet ü vahşet, (*Bakanlara ağırlık ve ürperti verirdi)
Titrerdi civârındaki, pîşindeki eşyâ (*Etrafındaki her şey titrerdi)
Nutkundan uçan zehr-i bürûdetle; o hâlâ (*Nutuklarından uçan o soğuk zehirlerle; o hâlâ)
Pürcür’et ü nahvet (*Cesaret ve kibirle)
Eylerdi hıtâbet; (*Yüksekten konuşurdu)
Eş’âr u fünûn hep o dudaklarda müheyyâ (*Şiirler ve bütün bilimler hep o dudaklardaki)
Çirkâb- ı taaruzdan ederlerdi tehâşâ… (*Çirkin saldırılardan korkar ve çekinirlerdi)
İnsanlığı muhtâc idi şâyân ı tefekkür (*İnsanlığı, kanıtlanamazdı düşünebilen)
Binlerce güvâha; (*Binlerce şahitle)
atmışdı bu manzar beni hem-reng- i teneffür (*Bu manzara beni nefret renginde)
bir havf -ı siyâha!” (*Kara bir korkuya bürümüştü!)
Tevfik Fikret, Dekadanlar kavgasına çok karışmaz ama karıştığında da çok sert konuşur. Bu şiirin ardından bir yıl sonra yazacağı “İki Söz” başlıklı makalesine kadar kavgayı izlemekle yetinir Fikret. Bu dönemdeki çatışmanın liderliğini Doktor Cenap Şahabettin üstlenir daha çok.
1870 doğumlu Şahabettin, babasını Osmanlı-Rus Savaşı’nda yitirmiş bir öksüzdür. Askeri Tıp okumuş, bu ateşli kavgaya girdiği 1897 yılında, Sağlık Müfettişi olarak gönderildiği Cidde’den, İstanbul Merkez Müfettişliği görevine tayin edildiği için dönmüştür.
Cenap Şahabettin bu kavgada çok önemli bir yerde durur; çünkü asıl yaygara onun bir şiirinde kullandığı ve gelenekçileri çılgına çeviren bir tamlama yüzünden kopmuştur. Şahabettin’in, 1896’da, “Mektep” dergisinde yayımlanan “Terane-i Mehtâp” şiirinde kullandığı “Sâât-ı semen-fâm” (*Yasemin renkli zamanlar) tamlaması, fitili ateşleyen kıvılcım olur.
“Evraak üzerinde (*Yapraklar üzerinde)
Pervâne-yi meh-tâb (*Mehtap kelebeği)
Mestâne perende, (*Kanat açmış)
Evraak ise şâd-âb. (*Yapraklar ise çok hoşnut)
Artık uyan ey mâh (*Artık uyan ey ay)
Ey mâh-ı dil-ârâm, (*Ey gönül alan ay)
Zîrâ geçiyor âh! (*Çünkü geçiyor ah!)
Sâât-ı semen-fâm!” (*Yasemin renkli zamanlar!)
Bu ne demek şimdi? Yasemin renkli zaman mı olurmuş? Lafa da bak!
Cenap Şahabettin, 8 Temmuz 1897 tarihli Servet-i Fünun dergisinin 330 numaralı sayısının 290 ve 292 sayfaları arasında yayımlanan “Yeni Tabirat” başlıklı yazısıyla Dekadanlar kavgasına karışır. Uzun uzun, aynı taşları kullanarak yeni bir bina yapılamayacağını anlattıktan sonra; Servet-i Fünun yazarlarının görüşlerini savunmaya geçer. Henüz 27 yaşındadır ve “Tâmât” (Aykırı Söz) adlı, 18 şiirden oluşan bir kitabından başka kitabı da yoktur.
“(Servet-i Fünuncu yazarlar) bütün maarif-i kamusiyesini zihninde topluyor, bütün anasır-ı lisaniyeye karşı bir mücadele-i mefturaneye başlayarak kelimeleri eğiyor, büküyor, tabiratı mıtraka-i kalem altında eziyor; uslûb-ı marufun erkân-ı maddiyesini bir haddad-ı mütehevvir gibi hırpalıyor, enkaz-ı ifadata yeni bir şekl-i beyaz vermeye çalışıyor. Bu esnada o kalemden nadide kelimeler, naşinide terkipler, yeni cümleler, asabî bir numune-i lisan (…) edebî bir şey çıkıyor. Orada yazanın his ve fikrine muvafık bir şekl-i matbu almak için eritilmiş, yoğurulmuş tabirler, bir hayal ve manayı anlatmak için şimdiye kadar yan yana gelmemiş iki eski kelimeden yapılmış bir vasf-ı terkibî, muharririn heyecanını ruh-ı kariîne gösterebilecek yeni, eski ne mevcutsa hepsi var.
Bu adamın yazdığını okuyanlar arasında âsâr-ı hazıra-i edebiyeden hoşnut görünmemeyi meslek ittihaz edenler barid ve mudhik bir kayd-ı zarafetle:
-Yeşil rüya, mai hülya… Bunlar ne demek? Hiç rüya ve hülyanın rengi olur mu?...
Rüya ve hülya ruha mün’akis bir âlem-i hariciden, bir hayal-i hayattan başka bir şey midir? Esna-yı istiğrakta gördüğümüz şeyler melekât-ı akliyemize iras-ı heyecan eden elvah-ı müessire-i tabiattan başka şeyler midir? Bütün hayalât menba-i ibtidaîsi mahsüsat değil midir? Âlem-i harici nasıl zi-şekl ü rengin ise rüya ve hülya da öyledir; o da bir âlem, âlem-i hariciye nispetle bir hayal âlemidir.”
Edebiyatta gerçekçilik ve hayal gücü üzerine sert tartışmaların kopacağı ilk yazılardan biridir bu. O güne dek Servet-i Fünuncular, edebiyata yeni imge, yeni ifade katma adına saçmalamakla ve taklitçilikle suçlana gelmiştir. Oysaki büyük bir cesaretle, ilk kez, düşüncelerini bir sanat kuramına dönüştürdüklerini görürüz bu kavgaları okudukça. Diyorlardı ki; dilin sadeleştirilmesine peki ama;