Türk edebiyatının karanlık 33 yılı – 2
Zemzeme-demdeme kapışması – 1 Kayınpeder damat, boğaz boğaza: Zemzeme’nin mukaddimesi Recâizâde Ekrem tarafından yazılan Tal’im-i Edebiyyat ad...
Zemzeme-demdeme kapışması – 1
Kayınpeder damat, boğaz boğaza: Zemzeme’nin mukaddimesi
Recâizâde Ekrem tarafından yazılan Tal’im-i Edebiyyat adlı kitap, özünde eskilerin ‘nazariye’ dediği bir edebiyat kuramı kitabıdır. Recâizâde; kitabına, her ne kadar isimlerini vermese de; Boileau, Victor Hugo, Lamartine, Chateaubriand, Charles-Louis de Secondat ya da daha çok bilinen adıyla Montesquieu gibi Fransız şairlerin şiirlerinden örnekler aldığı gibi -ilginçtir- kitabına, yakın zamanda kanlı-bıçaklı olacağı Muâllim Naci’den de iki örnek almıştır: Sehl-i Mümteni türü için “Feryad”, Vuzuh örneği olarak da “Kuzu” şiirlerini! (*HF Türkçesiyle)
“Ey süt kuzusu nedir bu nâliş? (*Ey süt kuzusu nedir bu inleme?)
Kim oldu sebeb bu infiâle (*Kim neden oldu böyle acı çekmene)
Mâder vererek sana nevâle (*Annen vererek sana azığını)
Pehlûsunu etmiyor mu bâliş (*Böğrünü sana yastık etmiyor mu )
(…)
Ümmîd iledir bükâ-yı etfâl (*Çocukların ağlaması bir ümit içindir)
Süt vermede bî-emel mi mâder (*Annen çaresizce süt veriyor sana)
Herkes bir ümîde hizmet eyler (*Herkes bir ümit için yaşar)
Ümmîd iledir cihanda her hâl” (*Dünyada her şeyin temeli ümit etmektir)
(Muâllim Naci’nin “Ateşpâre” kitabından, “Kuzu” şiirinden alıntı)
(Meraklısına Not: Sehl-i Mümteni; anlamı derinlerde olan, basit gibi görünen ama kurulması göründüğünden çok daha zor olan özlü sözlerin şiir formudur. Vuzuh ise; açıklık, anlatımda temizlik anlamında kullanılan bir edebiyat terimidir.)
Ta’lim-i Edebiyyat; uzun bir önsöz ve “Kuvâ-yı Zihniyenin Edebiyattaki Fi’li” (Ulusal Düşüncenin Edebiyata Etkisi), “Esâlib” (Tarz, biçem), “Üslûb-ı Hakiki” (Gerçeğin Tarzı) ve “Sanayi-i Lafziyye” (Söz Sanatları) adlı dört bölümden oluşur.
Kitabın birinci bölümünü; zihin, fikir, hüsn-i tabiat (zevk güzelliği), hayâl, hâfıza, incelik, şaka yapabilme becerisi gibi insan psikolojisini belirleyen konu başlıklarına ayırmıştır yazar. İkinci bölüm, biçemin (üslûbun) tanımlandığı bölümdür ve altı konu başlığı altında incelenmiştir: “Kavânîn-i Üslûb” (Biçemin Kuralları); “Fesahat” (Dil kurallarında sadelik, açıklık), “Vuzuh” (Dilde arılık, anlaşılabilir olma hali), “Tabiiyet” (Bağlılık), “Munakkahiyyet” (Gereksiz olanlardan arındırılmış özlü ifade), “Âheng-i selâset” (Akıcılık) ve “Muvafakat” (Uygunluk)… Bu bilgilerden sonra biçemi de üçe ayırır Recâizâde: “Üslûb-ı sâde” (Sade biçem), “Üslûb-ı müzeyyen” (Süslü biçem), “Üslûb-ı âlî” (Yüce / soylu biçem).
Kitabın “Üslûb-ı Hakiki” başlıklı üçüncü bölümü; “Tezyînât-ı Üslûb-ı Envâ-ı Mecâz” (Değişik Türlere Göre Biçem Süslemeleri / Teknikleri) ana başlığı altında üçe ayrılmıştır: “Mecâz-ı tahyîlî” (Zihinde canlandırma yöntemiyle değiştirme, -Kurmaca-), “Mecâz-ı teblîğî” (Bildirim yöntemi) ve “Marifet-i mecâz” (Değiştirme yeteneği). Kitabın dördüncü bölümünüyse, söz sanatlarına ayırmıştır Ekrem.
Ta’lim-i Edebiyyat’ın son bölümünde “Hatime” başlığıyla bir bölüm daha vardır. Son söz anlamındaki bu bölümde yazar, eserini Arap belâgatinden uzak (*Güzel ve etkili konuşma, sözle etkileme), tamamen Türkçenin kendi olanakları ve dil yapısına uygun olarak hazırladığından söz eder.
Dönemi içinde, Türk edebiyatına yön vermiş önemli bir çalışma olan bu kitap için Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle der:
“Bu ders kitabı daha ziyade bir hareket olarak mühimdir. Filhakika “Arabın bedî ve beyânı” ve “belâgat”ıyla ilk hesaplaşmamız onunla başlar. O zamana kadar söz sanatlarından bahsedenler, ister umumî çerçeveler içinden (yani, mevzuat-ı ulûm cinsinden ilim tasnifi eserlerinde olduğu gibi) ister tek başına meseleyi ele alsınlar daima Arap edebiyatına bağlı idiler. Ve Aristo’dan, Araplara intikal etmiş estetik kaideleri içinde onun gelişmesinin verdiği verilere dayanarak konuşurlardı.”
Ekrem, kitabını Batılı edebiyat kuramlarından yararlanarak kaleme almıştır. Bu yüzden, Batılı anlamda tarihimizdeki ilk kuramsal edebiyat kitabıdır Ta’lim-i Edebiyyat. Kitabına örnek olarak seçtiği şiirler, genellikle Batılı şairlerin, -Fransızların- çalışmalarıdır. Bunun yanı sıra, Abdülhak Hamit gibi 26 yaşında ve çok tanınmamış genç bir şaire de yer verir kitabında. Ekrem’in kitabına Divân şairlerinden çok az örnek alması ve Arapça dil kurallarına yeterince yer vermemesi, üstüne üstlük adı sanı duyulmamış Abdülhak Hamit (Tarhan)’a, seçkisinde Muâllim Naci’den daha fazla yer vermesi, gelenekçi edebiyata inanan kalemleri çok kızdırır. Muâllim Naci, Tercüman-ı Hakikat’te yazarlığının doruğundadır ve sadece “Kuzu” ve “Feryâd” adlı yeni biçeme yakın iki şiiriyle kitaba girerken; Hamit’in şiirlerinin onun şiirlerinden daha çok kitaba alınması da nedir? Bu bir kepazeliktir Muâllim ve gelenekçilere göre.
Dananın kuyruğu, işte bu gerilim sonucu kopar. Bahane bulunmuş; Divân Edebiyatı’nı savunan gelenekçilerle, yüzü Batıya dönük yenilikçiler kapışmaya hazırdır artık.
Recâizâde Mahmut Ekrem’in, gelenekçi kalemleri küplere bindiren ve büyük bir kavgaya neden olan Ta’lim-i Edebiyyat kitabına duyulan öfkenin tepkisi doğrudan gerçekleşmez. Divâncılar; homurdanır, bir- iki diş gıcırdatırlar, iş soğumaya başlar… sanılırken; Ekrem’in üç kitap olarak yayımladığı “Zemzeme” adlı şiir kitabı üzerinden, başka ve çok şiddetli bir kavga başlar. Bu yüksek tansiyonlu kavga, eski ile yeninin kapışmasından çok, iki yazarın -Recâizâde ve Muâllim Naci’nin- kişisel sürtüşmesinden çıkan kıvılcımlarla, zaman içinde etik değerleri yerle bir edecek seviyelere düşer; üstelik bu şiddetli kapışma, gazete sayfalarında, bütün edebiyatseverlerin gözü önünde yapılır. Bu kavgayı edebiyat tarihçileri “Zemzeme-Demdeme Kapışması” olarak kayıtlarlar defterlerine. Bu, zincirleme bir kavganın ilk çarpışma anı olduğundan mıdır nedir, senelerce hiç hız kesmeden devam eder. Ringe yeni boksörler eklenerek sürer gider kavga! Bu bitmeyen hır-gür, kan içinde kalan sözcükler, birbirlerinin yazdıklarını, altta kalmamak için virgülünü bile gözden kaçırmadan satır satır okumalar, aslına bakarsanız bir doğumun müjdecisidir. Bu şiddetli kavga sırasında, bu keşmekeş, bu zemzemeydi, demdemeydi sesleri arasında bir bebek doğacaktır. Bebeğin adı; Servet-i Fünun’dur!
Zemzeme diye bilinen kitap; Recâizâde Mahmut Ekrem’in eski biçemleri kullanarak yazdığı manzumelerinden oluşmuş üç ayrı kitaptır aslında. Her ne kadar yazarın kitabı bugün; Zemzeme-I, Zemzeme-II ve Zemzeme-III diye anılsa da; sadece birinci kitabın adı Zemzeme’dir. Diğer iki kitabın kapağında, kitap adının hemen altında sadece “İkinci Kısım” ve “Üçüncü Kısım” yazılmıştır.
(Meraklısına Not: Biliyorsunuz ya, yine de söylemeden geçmeyelim; Osmanlıca metinler, “manzum” ve “mensur” olarak sınıflandırılırdı temel olarak. Manzum, şiiri; mensur da düz yazı olduğunu anlatmak için kullanılırdı. Bu anlamıyla Ekrem’in ‘manzumeleri’ onun şiirleri demektir.)
Zemzeme’nin birinci kitabında yazarın 34 manzumesi vardır ve h.1299 (1881) yılında, İstanbul’da, Matbaa-i Ebüzziya’da basılmıştır. 84 sayfalık kitapta, yazarın; gazel, tevhid, murabba türünden, eski biçemle kaleme alınmış şiirleri yer alır.
Zemzeme- II, birinci kitaptan iki sene sonra, 1883 yılında aynı basımevi tarafından basılır ve 111 sayfadır. İkinci kitapta 40 manzume ve bir mensur yazı vardır. Bu kitabı diğerinden farklı kılan, Zemzeme-II’nin dış kapağında Ekrem’in bir dörtlüğünün yer almasıdır: (*HF Türkçesiyle)
“Bir zemzemedir bu rikkat-âver (*Merhamet uyandıran bir su şırıltısıdır bu)
Her nağmesi bir figan-i aczim (*Her zerresinde çaresizce ağlayışım var)
Çün aczi biliş de mârifettir (*Zira çaresizliğini bilmek de bir hünerdir)
Hamuş gerek lisan-i aczim” (*Acıdan konuşamayan dilime gereken şey sessizliktir)
Zemzeme-III, Recâizâde Ekrem’in, edebiyattan ne beklenmesi gerektiğini ve şiir anlayışını uzun uzun anlattığı bir önsöz ve ardından 75 sayfaya yayılmış manzumelerinden kuruludur. Kitabın önsözü bir çeşit manifestodur ve 14 sayfa sürer. Önsözün altındaki tarihse 28 Nisan 1884’dür.
Kitabı tanıttığımıza göre, gelelim kapışmanın ayrıntılarına. Ha, unutmadan söyleyelim; Zemzeme sözü, ‘şırıltı; mecazî anlamda ise nağmeli mırıltı, melodili hoş ses ya da uyumlu söz’ anlamında kullanılırken; Demdeme, ‘hoşa gitmeyen sözler, hiddetli gürültülü, zırıltı’ anlamında kullanılmaktadır.
Recâizâde Mahmut Ekrem, 1870 yılında, henüz 23 yaşındayken basılan tiyatro eseri “Afife Anjelik”ten sonra hiç durmamıştır yayın hayatında. 1872’de “Nağme-i Seher”, 1873’de “Yadigâr-i Şebap”, aynı yıl -onun eseri sanılan- ama Chateaubriand’ın bir romanı olmakla beraber, Ekrem tarafından, beş perdelik bir tiyatro oyunu olarak çevrilen “Atala yahut Amerika Vahşileri” ya da 1874’de yazdığı başka bir oyun olan “Vuslat Yahut Süreksiz Sevinç”le oldukça tanınan bir kalemdir edebiyat dünyasında. Genç ve ateşlidir. Zemzeme üçlemesi yazarın ustalığa geçtiği dönemlerin çalışması kabul edilir. Ardından “Şemsa”, “Araba Sevdası” ya da “Çok Bilen Çok Yanılır” gibi daha ünlü çalışmaları gelecektir.
Ekrem; henüz otuzlu yaşlarının ortalarında, Osmanlı’nın karanlık günlerinde bir yıldızdan farksızdır. Öyle olmasına öyledir de; Muâllim Naci’nin başının üstündeki gökyüzünde daha mı az yıldız vardır?
Naci, eski edebiyata yakın bir kalemdir. Kimi incelemeciler onun gerici / gelenekçi bir çizginin temsilcisi olmadığını; şairin, eski-yeni sentezinin gerçekleştirilmesi amacıyla, eski edebiyatın üstün yönlerine de sadık kalınması gerektiğine inandığından söz ederler. Edebiyatta “öz dil” konusunda verdiği mücadeleyi göz ardı edemesek de; çalıştığı gazetelerin tümünde edebiyat sayfasını yöneten ve bu sütunlardan gençleri, Divân edebiyatının en temel türü olan gazel yazmaya yönlendirdiği de unutulmamalıdır. Bu da yenilikçileri çileden çıkarmaktadır.
Recâizâde Mahmut Ekrem, Zemzeme serisini yayımladığı sıra; Muâllim Naci de İlk şiir kitabı olan “Ateşpâre”yi yayımlar, 1883 yılında. Bir yıl geçmeden de; gazel, şarkı ve rubai formundaki Divân tarzı şiirlerini topladığı “Şerâre”yi! Gerçi 1881 yılında, Endülüs Emevîleri’nin son kumandanı Musâ bin Ebü’l-Gazân’ı anlattığı, 266 beyitlik bir mesnevi olan “Musâ bin Ebü’l-Gazân yahud Hamiyye” adlı çalışması yayımlanmıştır ama onu üne kavuşturan daha çok Ateşpâre ve Şerâre adlı kitapları olur.
Muâllim Naci, 1883 yılının Ocak ayında Tercüman-ı Hakîkat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmeye başlar. 1884’teyse çalıştığı gazetenin sahibi Ahmet Mithat Efendi’nın besteci kızı Mediha Hanım’ı… Muâllim Naci, Ahmet Mithat’ın kızıyla evlenir. Gerek gazetede yayımlanan şiirleri ve gerekse Fransızcadan yaptığı çevirileriyle bir anda tüm edebiyat dünyasının tanıdığı biri haline gelir Muâllim. Seven sevmeyen, 34 yaşındaki bu genç kalemi ve edebiyatta durduğu yeri bir güzel öğrenmiştir. Naci’nin Tercüman-ı Hakîkat’te sık sık yayımlanan eski tarz gazelleri, Divân şiirine bağlı gelenekçileri ateşlemiştir. Daha çok genç şairlerden oluşan azınsanmayacak bir topluluk için Tercüman-ı Hakîkat bir Divân edebiyatı mâbedi, bir buluşma merkezi haline gelir.
Gazetenin sütunları aşk, şarap ve meyhane temalı manzumelerle dolmaya başlar. Öyle bir hale gelir ki bu durum, MuâllimNaci, takma isimle de yazmaya başlar gazetede. Kullandığı takma ismi, inandığı şiir anlayışı hakkında çok açık ipuçları vermektedir:“Mes’ud-i Harâbâtî”! (*Sarhoş olmanın mutluluğu)
Kendisinden sadece beş yaş büyük olan kayınpederi ve patronu Ahmet Mithat Efendi, olanı biteni dikkatle izlemektedir. Naci son derece güçlü bir kalem, onu izleyenleri etkilemeyi başaran bir şairdir, hiç kuşku yok. Ancak gazetesinin de gelenekçiler tarafından ‘kutsanmasından’ hiç hoşlanmamaktadır Ahmet Mithat. Başlarda hoşgörüp savunsa da; hiç bitmeyen eleştiriler sonunda damadı Naci ile arası açılır. Çünkü, Muâllim, yönettiği edebiyat sütununa gelen şiirlere karşı tarafsız kalmamakta ve kendi görüşü doğrultusunda herkesle ‘müşâtemeye’ (*Atışmaya, didişmeye) eğilimlidir.
O Ahmed Mithat Efendi’dir ki; gençliğinde, ele avuca sığmaz bir yenilikçiydi. Tahtakale’deki evinin bodrumuna bir matbaa kurarak kendi kitaplarını basan, Namık Kemal’le Rodos’a sürülen, 1872’de çıkardığı Bedir ve Devir gazeteleriyle Meşrutiyeti destekleyen bir ilerici! Zaten İstanbul’a da, 1876’da, V. Murat affı diye bilinen serbestiyle dönebilmiş, mimli biridir Mithat Efendi. Öyle bilinmiştir o güne dek. (Meraklısına Not: Bedir 13 sayı çıkabilmişken, Devir gazetesi basıldığı ilk sayıdan yasaklanmıştır.) Ahmet Mithat Efendi, ülkeye döndükten sonra, o afilli tutumundan eser kalmaz; sansürcü II. Abdülhamit’in güdümüne girer yazar. Sahibi olduğu Tercüman-ı Hakîkat’ı da sarayın yardımlarıyla kurar. O ilerici söylemleri, kendi çevresine bir koruma sağladıktan sonra; belki, aynaya bakarken kendisini rahatsız eden güdük bir dürtüye dönüşmüştür artık. Özgürlük tutkusu eski bir masaldan farklı değildir. Kafası karışık biridir Ahmet Mithat; kitaplarını değerlendiren uzmanlar, onun modaya uygun bir yazar olduğu konusunda hemfikirdir. İlk eserlerini romantizmin etkisinde yazan yazar, daha sonraki eserlerinde realizmin, en sonra da natüralizm akımının arabasına biner. Onlarca kitabından kaçını hatırlıyorsunuz bugün? Varsa yoksa ‘Felatun Bey ile Rakım Efendi’! Başka?
Eline bir söğüt dalı geçirenin kendisini kabadayı ilân ettiği bugünlerde; Recâizâde Mahmut, Zemzeme’nin üçüncü kitabını basmış; bir kopyasını da Ahmet Mithat Efendi’ye göndermiştir, gazetesinde haber yapsın diyerekten. Yapsın da; gazetenin edebiyat sayfasını yöneten kişi, Zemzeme’nin yazarıyla kavgalı, herkes biliyor bunu. Nasıl olacak bu iş? Zemzeme için bir süre haber yayımlanmaz gazetede. Neden sonra Ahmet Mithat, “Zemzeme’nin Mukaddimesi” başlığıyla, bir manifestodan farkı olmayan kitabın upuzun önsözünü yayımlar Tercüman-ı Hakîkat’de.
Görülmemiş bir kıyamet kopar.
Her ikisi de edebiyat insanı olan damat ve kayınpeder birbirlerine kılıç çekerler. Muâllim Naci, 29 Ağustos 1885 günü Tercüman-ı Hakîkat’den ayrılıp, kendisi gibi Divân edebiyatı taraftarı olan şair dostları Şeyh Vasfî, Necib Nâdir ve Abdülkerim Sâbit ile beraber, “İmdâdü’l Midâd” (*Yazı Mürekkebinden Yardım) adlı gazeteyi kurar.
Çılgına dönmüştür Muâllim. Tarîk gazetesinde, Saadet’te, Mürüvvet’te, Teâvün-i Aklâm’da, artık nerede denk gelirse, Recâizâde ve arkadaşlarının edebiyat görüşlerinin çarpıklığından, millî olmaktan uzak, özenti içinde olduklarından; bu özentinin onur kırıcılığından dem vuran yazılar yazmaya başlar. Kavganın bayrağı yükselmiştir; kimse mızrağını gizlemeye gerek görmemektedir artık.
Kavganın, tozu dumana katan meydanına girmeden, tam burada biraz durup, kafamızı toplayalım.
Devamı Var