Tonguç Baba’dan Bedri Rahmi’ye mektup-2 Kuru laflarla dolu dibeğe tokmak sallayanlar
Bedri Rahmi’nin, Cumhuriyet gazetesindeki “Pazartesi Konuşmaları” adlı köşesinde, 25 Şubat 1957’de “Tonguç Reise Mektub” adlı bir yazısı yayımlanır. “Beş altı kişi alan sandalımızla ne zaman d...
“Beş altı kişi alan sandalımızla ne zaman denize açılsak, ne zaman denizde uzun uzadıya kalıp tepeden tırnağa kadar deniz kesilsek hep bir ağızdan balıkçıyı, Halikarnas Balıkçısı’nı, Cevat Şakir’i anarız. İçimizden biri sandalın burnuna heykel gibi dikilir ve bitip tükenmek bilmeyen bir yatağan çekercesine ağız dolusu, yürek dolusu bir ‘Merhaba’ çeker ve hemen arkasından; balıkçının diline dolanan “Anlaşıldı mıydı ya” sorusunu patlatır. O anda balıkçı bütün deniz sevgisiyle yanı başımızdadır.
Kuş uçmaz kervan geçmez Anadolu yollarına düştüğümüz günlerde, saatte yüz kilometre hızla yol alan bir otomobilde iki, üç saat boyunca ne bir tek dikili ağaca, ne bir tek insan gölgesine rastlamadan akıp giderken de dudaklarımızı yakan sulfata acılığını bir tek isim giderir. “Merhaba Tonguç Reis” deriz, “Merhaba, merhaba!” Bir damla maydanoz yeşiline, bir damla kiremit kırmızısına, bir avuç çakıl taşı mavisine hasret, boğazına kadar toprağa gömülmüş, adını sanını hiçbir şoförün öğrenmeye yeltenmediği köylerin önünden geçerken “Merhaba Tonguç Baba” deriz” diye başlayan yazı son derece samimi, apaçık, dupduru bir dille kaleme alınmıştır.
Demokrat Parti’nin gücünü siyasi ayak oyunlarıyla korumaya çalıştığı ve zulmün artık sıradanlaştığı bir dönemde yazılan bu yazı, aydın çevrelerde Bedri Rahmi’nin başını belaya sokacağı endişesi yaratır. Çünkü o günlerde miting meydanlarında, “30 yıl içinde küçük Amerika olacağız” diye konuşan yöneticiler vardır iktidarda. (Meraklısına Not; Bu sözler, Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından, 21 Ekim 1957 tarihinde yapılan Taksim mitinginde söylenmiştir.) O iktidar, “İkinci Adam” İnönü’nün ana muhalefet partisi durumuna düşmüş CHP’sine karşı, İnönü’nün damadı Metin Toker’i seçimler öncesi hapse atarak bir güç gösterisi yapacak kadar kışkırtıcı bir küstahlık içindedir. Bedri Rahmi de tutup adı “Kızıl komünist”e çıkmış Tonguç’a güzelleme yazıyor ortalık yerde, deli mi ne? Bedri Rahmi gibi sadece namuslu ve inandığı gibi yaşayan bir sanatçının yapabileceği bu çıkışı daha iyi anlayabilmek için ister misiniz 1957 yılında, tam da Bedri Rahmi’nin Cumhuriyet’te yazısının yayımlandığı günlerde ülkemizde neler oluyormuş, hızlıca bir göz atalım?
Kıbrıs sorunu, Suriye yüzünden, Sovyetler Birliği – Türkiye gerilimini siyaset tarihçilerine bırakıp, tarihi utandıran zulüm parçalarından söz edelim biz. Örneğin, milliyetçi kimliğiyle bilinen Milli Türk Talebe Birliği’nin Rock and Roll’un yasaklanmasını istediği, 6 -7 Eylül olaylarının sanıklarının serbest bırakıldığı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü’nün düzenlediği “Gençliğin Vazife ve Sorumluluğu” konulu toplantının Ankara Valiliği tarafından yasaklandığı günlerdir bu günler. 15 Şubat 1957 günü, eski Başbakan Şemsettin Günaltay’ın “Demokrasi Hareketleri” adlı konferansının yasaklanması da bu dönemin olayları arasındadır. Sonra ülkemizde kurulan Amerikan üslerine karşı Sovyetler Birliği’nin çektiği nota, gazeteci tutuklamaları, gazete toplatmalar, Ankara İşçi Sendikaları Birliği’nin kapatılması, “Eğitimlerinden fayda temin edilemedi” açıklamasıyla 2 bin 907 köy eğitmeninin tasfiyesi de bugünlerin hafızalarda kalan eylemlerindendir. Dinin siyasete alet edildiği tartışmaları kızışırken; DP’ye muhalefet eden Hürriyet Partisi’nin yayın organı pozisyonundaki Yenigün gazetesinin kâğıt istihkakı 29 tondan 9 tona indirilip; aydınlığın sembolü kâğıdı kısıtlayan Menderes’in, 18 Ekim 1957 Elazığ mitinginde, 7 yılda 15 bin cami yaptıklarını büyük bir gururla söylediği günlerdir. Başbakan
bunu söylerken, Türk sol hareketinin tartışmasız en sıkı komünistlerinden biri olan Vatan Partisi Genel Başkanı Hikmet Kıvılcımlı, dini siyasete alet etmek suçlamasıyla 5 Kasım 1957 günü tutuklanır, çok gülünç! Üstüne üstlük, 8 Haziran 1957 günü, Cumhurbaşkanı Celal Bayar “Türkiye’de irtica avdet edemez” diye konuşmaktadır alanlarda. 20 Temmuz 1954 günü Nevşehir’e bağlı bir ilçe yapılan Kırşehir kentinin, bir seçim yatırımı olarak yeniden kent yapıldığı günlerden geçmektedir Türkiye… Her türlü iktidar baskısı, tüm cüretkârlığıyla kendi halkının gırtlağına ayağını basmışken, tarihe geçecek bir konuşmanın da bu günlerde 27 Ekim’deki genel seçimlerden sadece 11 gün önce İnönü tarafından söylendiği günlerdir: “Eğer DP’nin şansı varsa benim sağlığımda çekilmek lütfuna uğrar. Onları ileride müdafaa edecek tek adam benim!”
Ülke kaynayan bir kazandan farksızdır vesselam. Bedri Rahmi işte bu tehlikeli günlerin ortasında tutup bir mektup yazar Tonguç Reise. Eminim, aydın kılığındaki birçok okumuş cahil Bedri Rahmi’yi “korumak için” şöyle demiştir ona: “Deli misin divane misin Bedri Rahmi? Hani tamam, muhalefetini yap da, şöyle kenardan, ağzının içinden, mırıltıyla!” O ne yapar peki? O Tonguç Baba’ya bir soru sorar, herkesin görebileceği bir yerden, gazete sütunundan. Sorularının korkak aydınların kafasının içinde patlamasını umarak, hiç yılmadan, usanmadan, vazgeçmeyi unutarak sorar. Bi’ daha, bi’ daha ve bi’ daha sorar.
“… Anadolu’ya ne zaman çıksak hiç durmadan sizi hatırlarız. Siz bu memleketi bizden daha mı çok seversiniz? Halikarnas Balıkçısı denizi Şefik Kaptan’dan daha mı çok sever? Denizi onun kadar, bu memleketi sizin kadar seven en az 25 milyon kişi daha vardır aramızda. Hepimiz bu toprağa bin bir yerimizden bağlanmışız. Kuş yuvasını bırakıp gider, kuzu anasını. Biz ne kuşuz ne de kuzu. Ama içimizden kaç kişi çıkar da kendisini bu yurda bin bir yerinden bağlayan bağları tel tel, iplik iplik, damar damar sayıp dökebilir? Hepimiz, denizdeki balık misali bu sevginin içindeyiz. Ama çoğumuz; hatırı sayılır büyük çoğunluğumuz, bu sevgiyi, elle tutulur, gözle görünür hale koyamayız (…) Sevmek başka şey, sevgisini kendi elleriyle yoğurup, ona bir çeki düzen, bir biçim vererek “İşte, buyurun” diye uzatabilmek bambaşka. Eğer biz, kuş uçmaz kervan geçmez Anadolu yollarında hep sizi hatırlıyorsak bunun içindir. Bizler, Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik “Köylü efendimizdir!” sözleriyle uyandık ve köy meselemizi ilk önce büyük bir sevgi, büyük bir anlayışla ele alan aydınlarımızın başında sizi gördük.”
Bu sesleniş Tonguç Baba’yı etkiler. Neredeyse utanır Tonguç. Utanır ama gerçek bir aydın tavrıyla son derece alçakgönüllü bir sesle yanıtlar Bedros’u. Gerçek gücün imecede olduğunu hatırlatarak!
“Kardeşim Bedri, 25 Şubat 1957 tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde yayınladığın açık mektubu okudum. Çoktan beri seni göremediğim için tatlı gülümsemelerle bezenen konuşmalarına hasret kalmıştım. Seslenişin bu bakımdan hoşuma gitti. Gözlerimizin önüne serdiğin tabloda bana ön planda ayırdığın yere asıl layık olanlar Cumhuriyet devrinin yarattığı ülkücü öğretmenlerle sanatçılardır. Anadolu’yu dolaşırken yüreğimizi serinleten şeyler onların eseridir. Bir tesadüf beni de onların arasına katmış, bu ülkü erleriyle beraber çalışmak zevkini bana da tattırmıştır.”
Bedri Rahmi, enstitülerin nasıl okullar olduklarını, neden onlara gereksinim duyduğumuzu anlattıktan sonra, içinin yangını sözlerinden anlaşılır tümcelerle mektubuna devam eder.
“Köylümüzü en kısa bir zaman içinde uyandırabilecek Mehmedleri, Ayşeleri bu yuvalarda çalışırken görmeyenler son yirmi beş senenin en önemli olayını kaçırmış sayılırlar. Böylesine güçlü kuvvetli, böylesine özlü, böylesine namuslu bir davranış karşısında buz gibi soğuk duranlar ya kötü niyetli yahut da anadan doğma sakat kimselerdir. Yapmak ne kadar zor. Bela! Bozmak ne kadar kolay. Üzerinde üç yıl uğraştığım bir resmi üç dakikada silip süpürdüğüm için bunun ne demek olduğunu bilirim.”
İsmail Hakkı gerçek bir babadır. Sakinleştirmeyi dener Bedri Rahmi’yi: “… lâik okula sırtını çevirip, softanın pençesine düşmüş yavrular gibi türlü görünüşler seni coşturmuş. İyi coşmuş, iyi boşanmışsın doğrusu (…) Yurt gerçekleriyle doğrudan doğruya temastan yoksun kalan aydınları arada sırada olsun gerçekler dünyasının ortasına atmak mümkün olsaydı, kısırlıktan ne çabuk kurtulur yaratıcı insanlar topluluğuna kavuşurduk. Bu işi beceremediğimiz için aydınlarımızın çoğu öz davalarımızla ilişiği olmayan lafları dibeğe doldurup boşuna tokmak sallıyorlar; bunu da bir marifet sanıyorlar.”
Tonguç Baba “Kendilerini marifetli sanan ama boş ve eylemsiz aydınlar” derken kimden söz ediyor dersiniz? O dönem dünya koskocaman bir savaştan çıkmış, ülkeler perişanlıktan kırılırken, millet onlarca sıkıntıyla uğraşırken gazete köşesinde yemek tarifleri veren ya da fal sayfaları yazanlardan olabilir mi? Ülke yoksulluktan, cehaletten cayır cayır yanarken, kendi ‘konforlu’ dünyasında bir karış çulunu korumaktan başka bir halt beceremeyen okul bitirmiş pısırıklardan mı? Yoksa düpedüz hiç durmadan çene suyu çorba yapanlardan mı, her dönemin laklakacıları vardır ya, onlardan mı? Cehaletin elini tutan, ilk önce bilincine, düşünme yetisine karşı çeker bıçağını. Sonra masumiyeti gider, ardından cesareti, şefkati, öteki için kalp işletme yeteneği sessizce akıp gider ellerinin arasından. Vesselam içine sinmeyenin / ihanetin ve her türlü uyutmacanın ortağı olma yoluna girilip bir kelle verildi mi, soylu olan ne varsa sırayla terk eder o kişiyi. Onun için, soysuz da olsa, kaybolmuş kalabalığın içinde sus-pus oturup beklerler ya! Korkular ve yalanlar üstüne kurarlar ya biricik yaşam kalelerini! Geleni görecek gözlerini kaybettiklerini bile bilmeden, sadece beklerler. Hep oturur onlar. Hiçbir zaman ne anlama geldiğini anlayamayacakları güven ihtiyaçlarını karşılamaktadır gözünü, aklını kaybetmiş bir sürü de olsa, onların içinde olmak çünkü. O insanlar hep birinin güdümü altında olan ama kendi yetersiz kişiliklerini de sürekli kanıtlamaya çalışan kimselere dönüşürler zamanla. Yapışkan, vıcık vıcık polemikçidirler; yıldırıcı derecede haklı olduklarına inandıklarından onlarla konuşmak neredeyse mümkünsüzdür. Dilini yutarlar çocuklar tehdit edilirken. Ne zaman sıra kendi çocuğuna gelir, başlarlar söylenmeye. Ama o da ağzının içinden! İyi evlat, iyi insan yetiştireceğim derdine, -her şey ya da oluş ta yaptıkları gibi- hayata, deneyime değil de internete bakar o tipler, ürpertici!
Allaha şükür böyle yalancı aydınlarımız yok artık. Hepsi maşallah topluma olan borçlarını beş-beş ödüyorlar günümüzde. Sokakta kalmış bir kedi yavrusu için kampanyalar yaparlar da, açlıktan ölen çocukları konu yapmaktan kaçarlar ama! Bir yandan bal gibi aktüelin göbeğini kaşıyıp, bir yandan klavyelerini kılıç gibi kullanırlar. 10 dakika akıllı telefonlarından ayrı kalamayacak kadar aşkla yaparlar bunu üstelik, bravo hepsine! Bir de bar devrimcilerimiz var. Tüketim toplumunun ortağı olmamaktan söz edip durur hepsi ama ellerinde biralar, rakılar, akıllarında hep borç parayla / üretmedikleri parayla tatile gitme planları vardır. Ezberledikleri birkaç tanımdan öteye geçmez entelektüel birikimleri. Ve onlar her zaman 89. dakikada topu tam da 90’a atarlar kısır felsefeleriyle: “Tamam da, ben tek başıma ne yapabilirim ki? Ne yani, ölelim mi? Tatile de mi gitmeyelim sıkıntılar var diye? Sen de biraz abartmadın mı canım? Çok biliyorsan yap da biz de öğrenelim. Bak, en çok sen yıpranıyorsun, söyleyeyim de!” Bu sonuncu “söyleyeyim de” var ya, işte ona da “aşk” diyorlar. “Bak, seni düşündüm. Sen de adam ol artık! Gel günümüzün tadını çıkaralım.” Oysaki kendisi için kavga vereni yapayalnız bıraktığının bile farkında değildir akıl fukaraları!
Şimdi yukarıdaki paragrafa yaptığım güncel yorum yüzünden bana nasıl da sayıp sövüyordur bazıları. Duyuyorum onları. Nasıl mı duyuyorum? Her taraf onlarla dolu da ondan, bak birine, diğerlerini gör, sadece şekilleri farklı. Eğlence anlayışları, alışkanlıkları, tepkileri hep aynı! Ağızlarındaki sözler bile aynı, heeeyyy! Zavallı Türkçe, sen bunları hak etmemiştin!
Birilerine ve bir şeylere öfkeli olduğumu saklamalı mıydım, bilmiyorum? Ama hayır, bu yazıları neden yazıyorum ki o zaman bunları saklayacaksam? Belki beni çok hırçın bulacak çoğu okuyucu. Ama hiç şöyle bakıldıkları akıllarına gelmez mi: “Beni hırçın bulduğun kadar seni basiretsiz bulanlar da olabilir.”
Kendisiyle ilgili ne zaman bir şey okusam, Tonguç Baba’ya neden “Baba” dediklerini daha iyi anlıyorum. Çağımın kepazeliği karşısında; tüm aydınlık düşlerim, birikimim, deneyimlerim ve dişimle, tırnağımla tutuştuğum mücadeleme rağmen, durduk yerde, zaten dalları baş ağrısı meyveleriyle yüklü çirkin bir ağaç olan gecem daha da karanlık olurken; bazen umutsuzluğum beni zehirleyecek kadar kalbime sokulurken, Tonguç Baba, Bedri Rahmi’ye yazdığı mektubunu bakın nasıl sürdürüyor.
“Aman eline fırsat geçtikçe yurdu dolaşmaya bak! Özlü, güzel ve iyi şeyler bulup tezgâha koyuyorsun. Yeni neslin gözleri memleketin bu türlü meselelerine dikilmeli, onların karşısında tüyleri dikenleşmeli, kafası bu dertleri giderecek çareleri araştırmaya alışmalıdır. Uyuşmuş insanoğluna iğneyi batırıp toplumu kıpırdatmak sanatçının hem görevi hem de hakkıdır bence.”
Bu yüksek, bu öğretmence, bu erdeme inananlardan olmanın gurur verdiği düşünceyle geceden gelen bebek seslerini yeniden duymaya başladım sanki. Sağ olasın Tonguç Baba!
İsmail Hakkı, 3,5 sayfalık mektubunun ikinci ve üçüncü sayfalarını Tunceli’de yaşadığı bir hikâyeyi Bedros’a anlatarak geçer. Keşke bana da hikâye anlatacak ve günden güne beni minderin dışına atmaya çalışan -en çok kendine düşman- insanlarla çatışmalarımı sakinleştirecek bir Tonguç Babam olsaydı!
Sonra vazgeçmemek üzerine yazılmış bitimsiz bir şarkıdan söz eder Tonguç, saçlarını okşar binlerce çocuğundan biri gibi gördüğü Bedri Rahmi’nin. Ama dokunuşları ne telkindir ne başından savma! Düpedüz gerçektir, gerçek bir aşk kadar güzeldir sesi!
“Her ne pahasına olursa olsun köylümüzü okutmak” baş ve tek meselemiz olduğunu ne güzel belirtmişsin. Gel de bunu ulusa kılavuzluk etmesi gereken aydınlarımızın topuna anlat ve bir ülkü olarak benimset bakalım! Bilim ve sanatla uğraşanlarımız sazlarını akort ederek hep beraber bu telden çalabilseler iş kolaylaşırdı. Halbuki arabanın tekerleğine kazığı sokup hızı kesenler onların arasından çıkıyor. Kimi köyü edebiyat konusu yapanlara çatıyor, kimi okuma-yazma eğitimini küçümsüyor, kimi de köylünün gönül rızasıyla okul yapımında çalışmasına angarya damgası basıyor. Hele bazıları daha ileri giderek bu uğurda emek harcamış olanlara çamur sıçratmak yoluna sapıyorlar. Bereket versin bunların hepsinin karşısına dikilip dâvayı savunan ülkücü aydınlarımız, sanatçılarımız da var. Ben körlerin gözlerini açmak gibi kutsal bir dâvayı destekleyenlerin zaferi kazanacaklarına inanıyorum. Onlara selam!”
Bedri Rahmi yazdığı yazıda, Antakya, Mersin ve en sonunda da Adana Sanatseverler Kulübü’ne yaptığı yolculuklarında tanıştığı ve Arapça konuşan çocukların neden Türkçe konuşmadığı merak ettiğini bildirir okuyucuya. Sonra da ekler: “Antakya’dan Mersin’e kadar gözüm hep köy enstitülerinin arı kovanı gibi işleyen yapılarını aradı. Nasıl aramazsın kardeşim; buralarda dört beş enstitü olsaydı, dağda bayırda rastladığımız çocuklar Arapça yerine Türkçeyi bellerlerdi. Çarşıda pazarda Arapça konuşanlar “Niçin Arapça konuşmayalım? Mezara girdiğimiz zaman ahret sualleri Türkçe değil Arapça sorulacak” diyorlarmış. Ahret sualleri ne dilde sorulacak bilmem ama ilkokulu şart koşan kanunun sualleri bütün aydınlarımıza bir bir Türkçe sorulacak. Sen gel de şimdi okul konusunda biricik çıkar yol olan köy enstitülerini arama bakalım.”
Bu anektodu okuyup da, günümüzdeki dil katliamına ortak olanlara nasıl sessiz kalayım şimdi? Pis kokan zamanımızda, neredeyse konuşmayı sevimsiz birkaç kalıba indirgemiş bir insan topluluğu sokaklarda geziyor, ilkel kabile insanları gibi başparmak işaretiyle anlaşıp, çok zorda kaldıklarında da “aynen” deyip her konuyu hale yola koyuyorlar. Buna çanak tutan, utanmadan ortak olan “aydın cehaletimizi” gel de şimdi anlamaya çalış ve onlarla bunun tartışmasını yap! Denemedim değil, karşıma aşılamaz yükseklikte yalan duvarları ve kargaların bile güldüğü bitmez bahanelerle çıktılar soysuz işbirliklerini savunmak için. Israr ettik diyelim. Ne olacağını söyleyeyim size, biliyorum ben. O ilişkiden uzaklaştırılacaksınız “özlük hak gaspı” suçlamasıyla! Ya da tiksinti duyacaksınız gözünüzün içine baka baka karanlığı arttırdıklarını düşündüğünüz bu insanlar için. Biraz dürüstse karşınızdaki doğrudan, değilse türlü yalan ve çarpıtmalarla yavaş yavaş sürüleceksiniz sonu gelmez yalnızlıklara… Bu kavgayı onlar için verdiğiniz unutulacak bir hafta içinde. Sizin “saldırganlığınızı” konuşacak “sevdikleriniz” içkili sofralarda. Tam bir sinir harbi durumu! Neyse, geçelim…
Kendimizi bir kenara bırakıp, Bedri Rahmi’nin bu öfkeli haline yanıt olarak Tonguç Baba’nın evladına nasıl yanıt verdiğini söyleyelim ve mektup okumasını bitirelim. Tonguç, yurt dışında gezdiği kalkınmış ülkelerin köy yapılanmaları için verdikleri uğraştan söz ettikten sonra, gökyüzüne bir işaret bırakır. Ne zamanki bir ülkenin aydınları, her ne çıkar için olursa olsun; umudunu kaybederse, korkarsa, yalana saparsa, inandığı bir insan kitlesine gitmek için inanmadığı bir insan kütlesinin parçası olmayı ayıp saymazsa ya da kavganın cehenneminde olmayıp da zaferin cennetine gelmek üzere çantasını kapının arkasında hazır tutarsa… o ülkeye güneş doğmayacak demektir.
“Bugünkü duruma gelebilmek için aydınlarla sanatçılar çok emek harcamışlar, ülküleri uğruna savaşlar vermişler. Bizde henüz bu türlü insanın sayısı pek az. Aydınlarımızın çoğu geçilmesi rahat yolları kollayıp oralara sapıveriyorlar; dikenleri temizlemek zor geliyor. Batılı aydın insan zorluklarla çarpışa çarpışa yaşamaktan zevk duyan diri kişi seviyesine ulaşabilmiş. Köy Enstitüleri işte bu tip insanı yaratmak amacı güdüyorlardı. Yok edilmeye çalışılan değer budur. Uyuşuk, vurdumduymaz, cansız-kansız yaratıkları yetiştiren kurumlara kimse ses çıkarmıyor. Batılılarla aynı hizaya gelebilmek; diri bir ulus olarak onların yanında yer alabilmek için sırtımıza Ortaçağın taktığı kamburları atmamız gerekiyor.”
Ne diyeyim de kapatayım bu yazıyı, bilemedim? Her şeyi demişler zaten ne diyeyim ben şimdi! Sanki 64 yıl önce değil de geçen hafta yazılmış gibi bu mektup! Aslanlar yürümüş tarihimizde, aslanlar! Köpekten başka hayvan görmeyenler için hiçbir şey ifade etmeyen aslanların ayak izlerine basa basa yürümeye devam etmeliyim! Namuslu ve yorgun ayaklarımı en sevgililerim kesmeye çalışsa bile!