Uzayda oksijen bulunup bulunmadığı sorusu, binlerce yıl önce, antik çağlarda gündeme gelmeye başladı. Bu konuda yapılan ilk teoriler, MÖ 350 civarında Yunan astronomu Aristoteles’in "doğa boşluk içermez" fikrine dayanıyordu. Aristoteles, evrenin boşluktan arındırılmış olduğunu savunmuştu, fakat o zamanlar uzay hakkında çok az bilgi vardı. Yunan filozoflarının bu tür tartışmaları, uzayın doğasını anlamak için başlangıç noktasıydı.
Ancak uzayda oksijenin olup olmadığına dair kesin bilgi, 17. yüzyılın sonlarında yapılan deneylerle elde edilmeye başlandı. Galileo Galilei, atmosferin yapısını anlamak amacıyla pek çok deney yaptı. Öğrencisi Evangelista Torricelli, 1640’larda Galileo'nun deneylerini geliştirerek, hava basıncı üzerine çalışmalar yaptı ve ilk vakum tüpünü icat etti. Torricelli'nin bulguları, havanın bir "ağırlığı" olduğunu ve vakum ortamlarının oluşturulabileceğini ortaya koyuyordu.
Blaise Pascal ise atmosfer basıncı üzerine daha derinlemesine araştırmalar yaptı. 1648’de, Pascal ve yardımcıları, Fransa’daki Puy de Dome Dağı’na çıkarak, yüksek irtifalarda atmosfer basıncının düştüğünü gözlemlediler. Bu buluş, atmosferin Dünya'dan uzaklaştıkça inceldiğini ve atmosferin belli bir yüksekliğin ötesinde çok daha zayıf olduğunu gösteriyordu.
'Teorik dayanaklar kanıtladı'
Bu dönemde Isaac Newton’un 1687’de yayınladığı "Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri" adlı eserindeki Evrensel Çekim Yasası, uzayın doğası ve atmosferin dışında her şeyin çekim kuvvetiyle hareket ettiğini ortaya koyarak uzaya dair önemli bir adım daha attı.
19. yüzyılda, gazların davranışları hakkında yapılan yeni keşiflerle birlikte, Charles Yasası, Boyle Yasası ve Avogadro Yasası gibi fiziksel yasalar uzayda oksijen olmadığını kanıtlayan temel teorik dayanaklar oldu. Bu teoriler, gazların sıcaklık, basınç ve hacimle olan ilişkilerini açıklayarak atmosferin dünya dışındaki uzayda farklı şekilde işlediğini ortaya koydu. Sonuç olarak, bilim insanları, teoriler ve deneylerle uzayda oksijen olmadığını kesin bir şekilde keşfettiler.