Salgın sonrası evden çalışmanın kalıcı hâle gelme ihtimali yüksek…
Korona virüs salgını, ülkelerin ve halkların yaşamlarında kalıcı ve çok derin izler bırakacak. Doğaya, çevreye ve insanlık ailesine saygısız yaşam biçiminin, bizleri nasıl bir girdaba sürüklediğini üç...
Abone Ol
// İŞTE YAPILACAKLAR LİSTESİ
İşten eve ve evden işe giderken kaybedilen en az bir buçuk saatlik zaman, çalışanların kazanç hanesine yazılıyor. Çalışanlar bu süreyi ailesine, alışverişe ve sosyalleşme araçlarına ayırabiliyor.
Evden çalışıldığı zamanlarda şirketlerin işletme giderlerinde (Elektrik tüketimi, iklimlendirme, ulaşım-servis, yemek) ciddi bir tasarruf sağlanıyor.
Mercer Türkiye ve PERYÖN - Türkiye İnsan Yönetimi Derneği işbirliğinde gerçekleştirilen ‘Koronavirüs Salgınının İş Hayatına Etkisi Anketi’nin sonuçlarına göre, salgın öncesinde evden çalışma uygulaması olan şirketlerin oranı yüzde 45 iken, süreç sonrası bu oran şirketlerin merkez ofis çalışanları için yüzde 95’e ulaşmış. Bu süreçte şirketlerin yüzde 40,7’si çalışan motivasyonunda zorlandığını belirtiyor.
103’ü global ve 64’ü yerel olmak üzere 167 şirketin katılımıyla Nisan ayında gerçekleştirilen araştırmaya göre; şirketlerin yüzde 59’u pandemi süreci tamamlandıktan sonrada uzaktan ve esnek çalışma modeli uygulamasına devam edeceklerini belirtiyor.
Şirketlerin bu yeni dönemde karşılaşacakları en önemli problem, yeterli altyapıya sahip olmamaları… Bu eksiklerini giderme yönünde hızlanan şirketlerin yüzde 72’si dijital çözümlere yatırım yapmaya başlamış bile.
Çalışanların motivasyonunu sağlamalarında, gerekli eğitim süreçlerini tamamlamaları hayati önem taşıyor. Evden çalışma düzenine geçildiğinde, ofisteki zaman çizelgesinin sürdürülmesi en önemli etkenlerden biri Çalışanların her gün ofise gittiği saatte kalkması, evde kendisine uygun bir çalışma ortamı sağlaması, aynı aralıklarla mola vermesi gibi başlıklarda eğitim almaları gerekiyor.
Bugün için henüz erken gibi gözükse de, “yeni normal”in en fazla etkileyeceği sektörler arasında gayrimenkul geliyor. Binlerce kişinin çalıştığı, dışı camla kaplı, ısıtılması ve soğutulması için yüksek enerji tüketimine ihtiyaç duyulan, iklimlendirme sistemleri her türlü virüs salgınının yayılmasına müsait olan plazaların çalışma ortamları orta vadede terk edilecek. Belki de bugün şehirlerimizde pıtrak gibi çoğalan sevimsiz gökdelenler, yatırımcılarının elinde beton enkazına dönüşecek. Aynı durum, site tipi yüksek katlı ve çok sakinli apartmanlar için de geçerli olacak.
Şirketlerin yüzde 41,3’ünün çalışanlarını bu döneme hazırlamak için bir planı var; yüzde 58,7’sinin ise bir planı bulunmuyor. Satış ve diğer ekipler için dijitalleşmeyi destekleyecek ve uzaktan çalışmaya hazır hale gelecek sistemlerin kurgulanması, bilgi işlem altyapısının iyileştirilmesi, şirketlerin planlarında yer alan başlıklar olarak ön plana çıkıyor.
Şirketlerin yüzde 74,3’ü iş hedeflerinde ve çalışanların yıl sonu performans hedeflerinde revize yapmayı düşünürken, yüzde 25,7’sinin böyle bir planı bulunmuyor.
// ŞANSLI VE ŞANSSIZ SEKTÖRLER
Korona salgını, Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ülke ekonomilerinde ciddi hasar yaratacak. Katma değeri düşük mallara olan talep düşerken, Türkiye’nin ihracatında yaklaşık yüzde 50 paya sahip olan Avrupa Birliği bölgesinde, tüketim alışkanlıklarının salgın öncesine dönmesi zaman alacak.
Havayolu ulaşımı, kara ulaşımı, eğlence ve otelcilik gibi turizme dayalı bir çok sektör ciddi hasara uğrarken; temizlik malzemeleri, maske yapım, online alışveriş, uzaktan eğitim sistemi gibi sektörlerde artış yaşanacak.
ŞİRKETLER İÇİN İLK REÇETE: KÜBLER-ROSS DEĞİŞİM MODELİ
Dünyanın en büyük yönetim ve finans danışmanlığı şirketlerinden biri olan Deloitte’in yaptığı bir araştırma, önümüzdeki süreçte salgının seyri konusunda şirketlerin yapmaları gerekenler hakkında önemli ipuçları veriyor.
Araştırmada, şirketlerin acil olarak “Kübler-Ross Değişim Modeli”ni uygulamaya geçmesi öneriliyor. Bu modelin hikayesi de oldukça ilginç. İsviçreli bir psikiyatr olan Elisabeth Kübler-Ross (1926-2004), 1969 yılında ölümcül hastalıklara yakalanmış 2 bin kişi üzerinde bir çalışma yapıyor.
Kötü haberi aldıktan sonra neredeyse tüm hastaların birbirine çok benzer bir duygu durumu sürecinden geçtiklerini gözlemleyen Kübler-Ross, bu süreci modelliyor ve “Kübler-Ross Yas Süreci” adıyla işletme bilimi literatrüne kazandırıyor.
Bu modelin sadece ölüm ile yüzleşen kişilerde değil, hayatlarında ciddi anlamda değişiklik olanlarda aynı şekilde yaşandığı fark ediliyor ve iş dünyası bu modeli “Kübler-Ross Değişim Eğrisi” olarak kullanmaya başlıyor.
Bu model, salgın sonrasında tüm insanlığın yaşadığı şoka ilginç bir çözüm de öneriyor. “Kübler-Ross Değişim Eğrisi” 6 ana adımdan oluşuyor: Şok, İnkâr, Kızgınlık, Depresyon, Kabul Etme ve Entegrasyon…
Korona virüs salgınının ilk dört basamağını hızla geçmeleri adına şirketlerin önlem almaları, kurum içi iletişimi güçlendirmeleri ve çalışanlarına iş güvencelerinin olduğunu söylemeleri büyük önem taşıyor. Bu zorunlu entegrasyon sürecini başarıyla atlatan şirketlerin ayakta kalmaları ve sürdürülebilir başarılarını korumaları mümkün olabilecek.
MERKEZ BANKASI SWAP ANLAŞMASI YAPAMAZSA OYUN PLANIMIZ NE OLACAK?
Korona salgınının Türk ekonomisinde nasıl bir hasar bırakacağını bilmiyoruz.
Mart ayı işsizlik rakamları ve ilk çeyrek büyüme oranları açıklanınca, bu yönde daha net bir fikir sahibi olacağız. Ancak imalat sanayisinden gelen üretim ve kapasite kullanım oranı verilerine bakarak şunu söylememiz mümkün:
Ekonomimiz 2020 yılının ilk çeyreğinde, geçen yılın son çeyreğine göre nisbi bir küçülme yaşayacak. Ancak, salgının asıl etkisini gösterdiği Nisan ayı ile başlayan ikinci çeyrekte en az yüzde 10 oranında bir daralma yaşayacağımız anlaşılıyor.
Bu noktada, Türkiye’nin gereksinim duyduğu döviz talebinin karşılanmasında nasıl bir yol izleneceği, hem bizler hem de dünya piyasaları tarafından merakla bekleniyor.
Önce resmî verilerden hareket edelim…
// 32,3 MİLYAR DOLAR REZERV KAYBI
TCMB tarafından haftalık olarak yayınlanan “Para ve Banka İstatistikleri”nde manzarayı apaçık görmek mümkün. Son olarak 22 Mayıs Cuma günü yayımlanan veride, Merkez Bankamızın 15 Mayıs 2020 itibarıyla brüt döviz rezervlerinin, 2,2 milyar dolar azalışla 48,9 milyar dolara indiği anlaşılıyor.
Bu rezerv miktarından, bankaların TCMB’de tuttuğu zorunlu karşılıkları ve “swap” olarak adlandırılan takas mekanizmasıyla banka bilançosunda görülen emanet dövizleri çıkardığımızda, net rezervimiz an itibarıyla ekside…
2019’un son TCMB verisi (27,12,2019 tarihli) dikkate alındığında, yıl başından bugüne brüt rezervlerde 32 milyar 300 milyon dolarlık bir kaybın olduğu görülüyor.
Türkiye’nin bir döviz krizine girmemesi için, acil olarak kaynak girişi sağlanması gerekiyor. Bu kaynak IMF’den sağlanmayacağına göre (en azından bugüne kadar eğilim bu yönde), sarılmamız gereken tek çare farklı ülkelerle yapılacak swap (takas) anlaşmaları olacak.
Merkez Bankası Başkanı Sn. Murat Üysal’ın bu konuda iki kez açıklamasını okumuştuk.
10 Nisan tarihinde yapılan ilk açıklamada “Türkiye’nin ABD de dahil olmak üzere tüm G-20 ülkeleri ile swap anlaşmaları yapmaya çalıştığı” belirtilmişti.
Sn Uysal, 19 Nisan tarihli ikinci açıklamasında ise görüşmelerin devam ettiğini dile getirmişti.
Bu açıklamaların üzerinden bir buçuk aya yakın süre geçti.
// ELDE KALAN SADECE KATAR
Elimizde olan tek anlaşma, bir şehir devleti olan Katar ile yapılan mevcut anlaşmaya 10 milyar dolarlık ek yapılarak 15 milyar dolara çıkarılması.
İstanbul’da yapılan Şehir Hastanesi’nin açılışına telekonferans ile katılan Japonya Başbakanı Şinzo Abe’den beklenen swap müjdesinin de boşa çıktığı anlaşılıyor.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) başta olmak üzere, ekonomi yönetiminin “sermaye kontrolünün ilk adımları” anlamına gelecek adımları bayram tatili öncesinde attıklarını gözlemledik.
Bu durumda şu basit soruyu sormak hakkımız olsa gerek:
Görüşmelerinin sürdüğü belirtilen swap anlaşmalarında istenen sonuca ulaşılamazsa, Merkez Bankamızın oyun planı ne olacak?
Öyle ya, Türkiye’de “paranın patronu” olarak tanımladığımız ve bir Cumhuriyet kurumu olan Merkez Bankası, hepimizin yakın gelecekte hayatını etkileyecek bu çok kritik soruya cevap vermek ya da bir cevap bulmak zorunda.
Merakla bekliyoruz…
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDEN MUHTEŞEM BİR HİZMET…
Teknoloji, şayet güzel amaçlar için kullanılıyorsa muhteşem sonuçlar veriyor.
Ülkemizin en eski ve köklü üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi, teknolojiyi kullanarak olağanüstü bir işe imza atmış.
Yakın bir dostumdan gelen mesajla öğrenme imkânı bulduğum bu hizmeti hemen köşe yazıma konu edeyim istedim.
Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan 567 yaşındaki üniversitenin kütüphanesi, 1928-1942 yılları arasında Türkiye’de yayınlanmış 55 ulusal ve yerel gazetenin tüm sayılarını gün gün pdf formatında tüm kullanıcıların erişimine açmış.
Tam 581 bin sayfalık bir arşivden söz ediyoruz.
“Gazeteden Tarihe Bakış Projesi” kapsamında http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/ adresine giren kullanıcılar, istedikleri bir gazetenin istedikleri yıl ve günde yayınlanan nüshasına ulaşıp okuyabiliyorlar.
// PROJE DEVAM EDİYOR
Proje devam ediyor.
1942’den sonraki yıllara ait gazetelere de bir süre sonra ulaşabilme imkânına sahip olacağız. Kütüphane bünyesinde 18 bin 422 cilt gazete bulunuyor.
Yakın tarihimize, özellikle de Cumhuriyetin erken dönemine ışık tutan bu yayınlar, o yıllara ilişkin kapsamlı bilgi sahibi olmamızı kolaylaştırıyor.
Şayet bir araştırma yapacaksanız, kimi zaman birkaç gününüzü alacak çalışmaya, birkaç dakika içinde ulaşmanız mümkün olabiliyor.
Benim gibi yakın tarihe meraklı olanlar için benzeri bulunmaz bir imkân bu. Projenin internet sayfasında hemen birkaç saatlik gezinti yaptım.
Dikkatli okurlar anımsayacaktır. Bu sütunlarda 2. Dünya Savaşı dönemi (1939-1945) Türk dış politikasına pek çok kez değinmiştik.
Tarihçi değilim.
Haddimi aşmak da istemem.
Ancak o dönemin dış politika belirleyicilerinin, en başta da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün aklı ve büyük becerisinin genç Cumhuriyet için hayati önemde olduğunu düşünmüşümdür hep…
O döneme damga vuran kadro, savaşların içinden çıkıp gelmiş, işgalleri yaşamış, kurtuluşa cankırımlarına tanık olmuş, kurmay zekâsı çok yüksek adamlardı.
// 2. DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİ
Ve yutkunmayalım…
Türkiye’nin bugün kaderine egemen olan kadrolardan çok çok daha zeki, ileri görüşlü ve dünyayı tanıyan adamlardı.
Hataları yok muydu?
Kuşkusuz vardı. Ama sevap-günah terazisinde, sevap kefeleri hep ağırlıktaydı.
Atatürk’e saldırmaya cüret edemediği için her fırsat buldukça İsmet İnönü’ye saldıranlar, onun ülkeyi 2. Dünya Savaşı’nın dışında tutma becerisinin nasıl bir siyasi zekâ oyunu olduğunu iyi anlamalılar.
İsmet Paşa, şayet “İkinci Enver Paşa” olma hevesine kapılsaydı, bugün 100’üncü yılına yaklaştığımız Cumhuriyetimiz, büyük olasılıkla 1945 yılında tarihe karışacaktı. Karışmasa bile en azından bugünkü sınırlarını koruması mümkün olmayacaktı.
Dönemin İngiltere Başbakanı ve emperyalist kurdu Winston Churchill’in, bizzat Adana’ya gelerek İnönü’yü savaşa dâhil olmaya çağırması, Türkiye’nin önüne atılan “12 Adalar’a yeniden sahip olabilirsiniz” yeminini İnönü’nün elinin tersiyle itmesi bile başlı başına bir satranç oyunudur.
Taa Çanakkale Savaşı’ndan kalan kuyruk acısını dindiremeyen siyasi deha Churchill, İnönü’yü masada yenememiştir.
O dönemin siyasetini birinci elden yansıtan gazetelerin sayfalarında gezinirken, 2. Dünya Savaşı’na tüm veçheleri ile bakabilmek mümkün olabiliyor.
Kendisi de İstanbul Üniversitenin Tarih Bölümü’nden mezun olan Rektör Prof. Mahmut Ak hocamıza ve İstanbul Üniversitesi akademisyenlere ne kadar teşekkür etsek az.
Var olsunlar.
İZMİR EMNİYETİ’NE DÜŞEN TARİHİ GÖREV
İzmir, Türkiye’nin hoşgörü çıtası en yüksek kentlerinden biri.
Belki de birincisi.
Ancak geçen hafta yaşanan ve Ramazan ayının kutsiyetine gölge düşüren iki provokasyon, İzmir üzerinden ülkenin sinir uçlarıyla oynanmasının nasıl büyük infiale yol açabileceğini gösterdi bize.
İzmir, yine haksız ithamların adresi olurken, siyasi hakaretlerin odağına oturdu.
Şehrin bazı camilerinden yayılan şarkılar, hepimizde haklı bir tepki yaratmış durumda.
Üst üste iki kez yaşanan bu olayı sakın hafife almayalım.
Yakın tarihimizi bilenler, 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’te Sivas’ta yaşanan katliam girişimlerini hatırlamalı, bilmeyenler ise mutlaka bilgi sahibi olmalı.
Belli ki Türkiye üzerine kapanmayan defterleri olanlar hâlâ iş başında.
Bu noktada İzmir Emniyet Müdürlüğümüze ve başta Emniyet Müdürümüz Sn. Hüseyin Aşkın’a çok büyük ve tarihi bir sorumluluk düşüyor.
Türkiye’nin en donanımlı kadro ve teknolojilerine sahip kurumları arasında olan İzmir Emniyeti; bu akıl almaz ve alçakça olayı gerçekleştirenleri, planlayanları ve arka planında yer alan aklı mutlaka ortaya çıkarmalı.
Camilerin ezan yayını frekanslarına kimler sızdı, bu provokasyon hangi teknolojiler kullanılarak gerçekleştirildi, bir gün aradan sonra ikinci kez aynı hainliğin yapılmasında kimlerin ihmâli var?
Yığınla soru var aklımızda…
Deneyimli bir Emniyetçi olan Sn. Aşkın ve ekibinden, Türkiye’yi dehşete düşüren bu olayın faillerini en kısa sürede yakalayarak, adalete teslim etmelerini bekliyoruz.
Şu mübarek günlerde ağız tadımızı bozan terbiyesizleri, Türk yargısının karşısında görmek en büyük dileğimiz.