‘Sabah Olmadan’ Ayvalık’ı ayağa kaldırdı
Ayvalık Belediye Tiyatrosu, 16 Aralık cuma günü 5,5 aydır çalıştıkları “Sabah Olmadan” isimli oyununu seyirci önüne çıkardı. T...
Ayvalık Belediye Tiyatrosu, 16 Aralık cuma günü 5,5 aydır çalıştıkları “Sabah Olmadan” isimli oyununu seyirci önüne çıkardı. Tanık olduğum o ki Ayvalık sahnesine bir bomba düştü sanki!
Yıllarını Ayvalık’ta köklü bir tiyatro sahnesi yaratmaya harcamış sevgili dostum ve Ayvalık Belediyesi Kültür-Sanat Danışmanı Erkan Cılak’ın oyuna arka durması, yapıcı, özverili ve disiplinli yönlendirmesi, ta çocukluğundan beri sahnede ( bilim tiyatrosu mamasıyla beslediğim / gözlerimin ipiyle kalbime kurduğum salıncakta büyüttüğüm) ve gece-gündüz çalışan bir karıncadan farksız görmediğim yönetmen Fatih Elgay ile magazin çamurundan uzak, gişeyi nişan almayan, sadece kalitesi yüksek bir oyun üretmeyi amaçlamış tavrına, bir de yönetmenin teatral zekasıyla harmanladığı, amatör ruhlarının gücünü farketmiş her yaştan 19 oyuncu katılınca uzun zamandır izlemediğim bir sahne şöleni çıkmış ortaya, bir tiyatro bayramı!
Bu oyuna bir değerlendirme yazısı yazmak o kadar zor ki benim için. Çünkü oynanan “Sabah Olmadan” adlı oyunun yazarı benim. 2003 yılında, Birkenau-Auschwitz Toplama Kampı’nda gördüklerim, insanın insana ettiği bu onur ve erdem katliamının yüreğimi kanatan zulmünün zehri, kavun acısı gibi içimi yakarken bir şey yapmalıyım demiş ve tutup bu oyunu yazmıştım. Bir kalemde yazmıştım hem de. Gördüklerim karşısında o kadar acımıştıki canım... Oyunu yazarken, hatırlıyorum; Nazi subaylarının ele geçen günlükleri, Şolohof’un anıları, otuzunu görmeden ölen dahi oyun yazarı Wolfgang Borchert ya da Polonyalı hikayeci İwaskiewich’in yazıları dönüp durmuştu kafamın içinde. Sonra Mandelştam’ın acıklı hikayesi, Herman Grabe’nin, ne zaman elim değse, midemi bulandıran soykırım güzellemesi yaptığı toplama kampı notları, diğerleri… Ezen ve ezilenlerin yazdıkları nasıl bir iz bırakmışsa artık bilincimde, oyunun kurgusu kendi kendine oluşmuş, replikler kalemin ucundan dökülevermişlerdi ardı ardına. Sonra da “Sabah Olmadan” adıyla oyun olmuştu.
Seyirciyi afallatan bu büyük tiyatro olayının bir parçası olmaktan duyduğum büyük gururu sözcüklerle anlatamam. Bu kadarına razıyım ben, ötede ne başarı varsa Ayvalıklı dostlarımındır. Bir şeyin daha altını çizmeliyim; yazıp da yönetmediğim oyunlarımdan biridir “Sabah Olmadan.” Ayvalık’ta, seyircinin içinde, elim kalbimde, kalbim sahnedeki her bir oyuncu ile birlikte atarken, ben de ilk kez izledim oyunumu. Fatih oğlumun “babuşuna” verebileceği en güzel armağanı aldım o gece…İçim çok rahat söylüyorum; Ayvalık’ta olağanüstü bir tiyatro mevsimi başlamıştır. Daim olmasını dilerim. Kim ki toplum kalitesini artırmak için, bilimle beslenen, magazin aktüelin bulamacından uzak sanatını sahaya çıkarmakta, elini taşın altına koymaktadır, onun kuvveti artsın! Benim sevgili Ayvalıklı kardeşlerimin iki kere artsın!
BİR TOPLAMA KAMPI GİBİ!
“Sabah Olmadan” 19 oyuncunun görev yaptığı, yaklaşık 78 dakika süren bir oyun… Tek perde! Ayvalık Vural Sineması / Nejat Uygur Sahnesi’nde oynanıyor şimdilik. Bilen bilir; o sahneye bir iş hanının pasajından girilir ve merdivenlerle yukarı çıkılarak sahneye ulaşılır. “Sabah Olmadan” oyunu, işte, o iş hanının pasajında, daha sahneye girmeden başlıyor. Erkan Cılak, üstüne geçirdiği Nazi askeri kostümüyle, gelen seyirciyi sıraya sokarken, seyircinin sinirlerini zorluyor. Sağda solda Nazi bayraklarıyla gerilen seyirci, tek sıra halinde merdivenlere alınıyor. Sanki bir toplama kampına girer gibi! Fona yüksek sesle bırakılan müzik, bu gerilimi yükseltiyor. Seyircilerden bazılarının bu yüksek sesi rahatsız edici bulduklarını biliyorum, çünkü onların arasındaydım. Sadece şu kadarını söylemek isterim; “seyirci yaratmanın” bedeli vardır. Dengeyi kaçırmamak gerek! Alınacak riskler bir kere değil, yüz kere düşünülmeli…
Merdiven korkuluklarının, tutsakların konduğu demirden parmaklıklı oluşunu “bile”, yüzlerinde maske olan oyuncularla değerlendiren oyunun teknik kadrosu, seyircinin sinirden gülme refleksi verdiği bu zamanda aslında bir “tepki anketi” yapıyor. Laf olsun, torba dolsun diye değil, gerçekten birilerinin ezberini bozuyor “Sabah Olmadan”. Koltuk numarası olmayan seyirci, yüzleri parçalanmış cansız mankenler, sağa sola dağıtılmış kostüm ve ayakkabı yığınlarının içinden giriyor sahneye. Duvarlarda Nazi faşizminin mide bulandıran insanlık dramının fotoğrafları… Artık zaten sert olan oyunu izlemeye hazırdır seyirci!
SAVAŞ BİR İNSANLIK SUÇU
İşte, bu afiş çağrısıyla oyuna gelen seyircinin salona girer girmez gördüğü ilk şey; sırtı seyirciye dönük, iki elinden bağlı olduğu zincirleri tekdüze bir ritimle şıkırdatan ve (Sonradan öğreneceğiz ki, bu oyuncu “Deli” oyuncusudur) onun her iki yanında, yüzleri maskeli, kapişonlu şık kostümleriyle hiç kıpırdamadan seyirciye bakan 6 (*7) oyuncudur. Bu oyuncuların kim olduğunu / yüzlerini, ta oyunun selamına kadar görmez seyirci. Oyunun duygusal gerilimini yükselten figürlerdir bu oyuncular. Her birinin birer dizeden oluşan repliği vardır ve aylarca provalara geldiklerinin üstüne, 78 dakika süren oyundaki kavga sahnelerinde, giriş kapılarına bağlanan davulları çalarlar, hepsi bu kadar! Ne disiplin!
Ayşegül Türk, Fatma Şeval Yılmaz, Gülay Yılmaz, Nehir Uygun, Nejla Yüksel, Şebnem Ocak Kahraman, Nur Evren ve Sezin Uygun emin olunuz ki, bu disiplininiz, yazdığım bu iddiasız ve yazılacak daha nice yazı ile Ayvalık tiyatro tarihine geçecektir. (Not: Şebnem Ocak Kahraman, Nur Evren ile “Büyükanne” rolünü, Sezin Uygun ve Sinan Çalğın da “Deli” rolünü dönüşümlü oynamaktadır. Bir oyunda 6, diğer oyunda 7 maskeli oyuncu seyirci önüne çıkmaktadır yani.)
Aynı zamanda kumanda odasını da yöneten yönetmen Fatih Elgay, ışıklar kararıp oyunun başladığı ilk anda seyircinin birikmiş ve gerilmiş dikkatiyle düello eder gibi simgesel ve yoğun bir mizansenle başlıyor oyununa. Bir çeşit hodri meydan çekiyor dikkati gerilenlere! Önce acı içinde bağrışarak sağa sola koşuşan insanların çaresizliğini izletiyor seyircisine, egemen ışık stroplight denilen pırpır ışık, ardından sorgulayan / tehdit gibi bir soruyla merak ögesini tavana yükseltip bağlıyor oyunun girişini: “Dikkatlice bakıyor musunuz?”
Bu kaos sahnesi, sanki biri içimize elini sokmuş da, bizi ters yüz etmiş gibi bir etki yaratıyor seyircide. Belli ki cesur yönetmen, kimsenin bu oyuna seyirci kalmasına izin vermeyecek, herkes oyunun içinde! Bunu da onca acılı ses ve koşuşturmanın ardından, sahnenin karartıldığı bir anda, sadece tepeden verdiği kırmızı bir ışığa doğru oyuncuların birbirini çiğneyerek ulaşmaya çabaladığı dramatik bir toplu jestle yapıyor. Simgeci tiyatro anlayışına şahane bir örnek… Sahne bittiğinde bize kalan, avuçiçimizde yapışkan / sıcak bir kül hissi; çaresizlik!
Oyunun replikli ana gövdesi başladığında, seyirci çoktan atmosfere alınmıştır. “Sokolof” rolünde (Hakan Urul) yıllardır sahnede olduğunu hissettiriyor. “Deli” rolünde Sezin Uygun, ilk kez izlememe karşın, oyun sonrası bana “bu oyuncu sahnede kalmalıdır” dedirtti. Kuşkusuz Yönetmen Fatih Elgay’ın Sezin ve diğer oyuncular üstündeki reji yüklemeleri ve oyuncu sosyolojisini hazırlama konusundaki emeğini düşünmeden edemiyorum ama Sezin Uygun’un, üstüne koya koya giderse, muazzam bir takımın, vazgeçilmez bir parçası olacağını görmesi çok uzak değil… Diğer “Deli” oyuncusu Sinan Çalğın da, en az Sezin kadar başarılı bir oyunculuk koydu. Hepsini gözlerinden öpüyorum.
Oyunun olumsuz tipi Gavrila (Deniz Gündoğmuş), hep birlikte bir kiliseye hapsedilmiş diğerlerinden farklı olarak, nedenini sonradan öğrendiğimiz bir saldırganlıkla, yaşama tutunan; arkadaşını Nazilere vererek, kendi canını kurtarmaya çalışan bir haini oynuyor. Oldukça iyi bir oyunculuk koyan Gavrila, tek perdelik oyunun monotonluğunu kırmakla görevlendirildiğinden olsa gerek, sahnenin bir ucundan öbürüne adımlamadığı tek bir nokta bile kalmıyor. Daha önce “Sacco ile Vanzetti” oyunundaki muhteşem performansından hatırladığım “Şerkof” oyuncusu (Bahri Alper Uçar) tarafından boğularak öldürüldüğü sahnede, neredeyse seyirci de yaprak kıpırdamaması beni epey düşündürdü. Hain bile olsa, birinin ölümü karşısındaki bu duyarsızlık, toplumun geldiği duygusal seviye adına utanç verici bir kayıt düşürdü kafama…
Oyunda “Büyükanne” olarak izlediğim Nur Evren, onca kısıtlı repliğini o kadar doğru bir sesle yorumladı ki, iki elimin on parmağı ile onu alkışlarken, kalbimin de ellerime eşlik ettiğini hissettim. Özellikle ilk kez izlediğim ve sıcak oyunculuğuyla sonraki performanslarını merakla beklediğim “Lagerführer” rolündeki (Süleyman Köseoğlu)’nun , oyundaki çocuk oyuncu Enis Özçam / Serkan Baran Altun’u sahne önüne çektiği yerdeki büyükannenin acılı sesini çıkarmak için, oyunculuk tekniğinden çok, anne olması gerektiğini düşündüm. Aynı coşkuyu, ikinci oyunda “Büyükanne”yi oynayan Şebnem Ocak Kahraman’ın yorumunda da duydum. Şebnem’i de, Nur’u da geçen yıl yaptıkları oyunda izlemiştim. Meğer tiyatro tutkuları ne de yıldızlıymış!
Yine ilk kez izlediğim “Rahip” rolünü yorumlayan Özcan Togay’ın da sahneye çok yakıştığını söylemeliyim. Çişi geldiği halde, kilisenin içine çiş yapmak yerine ölmeyi göze alarak dışarı çıkan “Rahip” oyunun dramatik çatısının kurulmasında çok önemli bir görevi hakkıyla başardı.…
Oyunun çocuk oyuncuları, Enis Özçam ve Serkan Baran Altun için ne söyleyeyim; eh be çocuklar, sizi sahnede görmekle, çiçeklenmiş bir bahar ağacını seyretmenin hiç farkı yok benim için.
Oyundaki en iddialı bölüm, hiç kuşkusuz “Lagarführer’in köpeği” olarak düşünülen ve genç oyuncu Metehan Gümüş’ün, çıplak bedenine zincirler dolayarak ve yüzünde ürkütücü bir maske ile seyirci önüne çıkıp, başarıyla rolünü yorumladığı mizansendi. Pis bir sahneydi, tüyler ürpertici ve cüretkar! Yönetmenin bunu neden yaptığını biliyoruz; faşizmin çirkin ve insanı aşağılayan yanına dikkat çekmek için! Fatih tam çizgide tutmuş mizanseni, belki de bir dakika daha, bir başka kurgu daha deseydi; yapmak istediğinden çok uzakta, anlaşılmamanın derin kederiyle, santim santim biriktirdiği seyirci algısının dağılma riskiyle karşı karşıya kalabilirdi diye düşündüm.
Oyunun işlevli ve göz kamaştıran dekorlarıyla, çarpıcı afişini Figen Akbulak tasarlamış. Oyuna çok şey katan ve çok başarıyla uygulanan ışık tasarımını ise Cemal Baykal yapmış. Kostümler için İzmir Opera ve Balesi omuz vermiş çalışmaya. Ayvalıklı genç ressamlar, kilise tablolarını çizmiş. Anmayı unuttuklarım varsa affetsinler. Hepsi sağ olsunlar, var olsunlar…
Daha konuşacaklarım bitmedi, sayfa bitti... Yürüyün Ayvalıklı dostlarım, ardı güneştir!