Öz değerlerden evrensele ulaşan bir şair: Ali Yüce
Gazetemiz yazarlarından Bilimsel Tiyatro Atölyesi (BTA)
Gazetemiz yazarlarından Bilimsel Tiyatro Atölyesi (BTA) kurucusu Hayrettin Filiz, Köy Enstitülü ozan Ali Yüce’nin hayatını oyunlaştırdı. “Hafız” yeni baskısıyla ilgi görmeye devam ediyor
Yazar Hayrettin Filiz, Köy Enstitüleri ile ilgili araştırmalarıyla da dikkat çeken bir yazar. Türkiye’nin en önemli eğitim seferberliğinin en güçlü ayağı olan ve hala tartışılan enstitülerin tiyatro alanında etkilerini de araştırıyor. Bugünlerde ise Antakyalı ve Düziçi Köy Enstitüsü mezunu şair Ali Yüce’nin hayatını anlattığı “Hafız” adlı oyunu ikinci kez basıldı. Filiz’le “Hafız”ı, oyun hazırlık sürecini ve masadaki çalışmalarını konuştuk. Filiz, “Hiç kuşkusuz, öz değerlerini bilmeyen birinin, evrensel değerlere de ulaşamayacağını çok iyi bilen, mahir bir sanat insanıydı Ali Yüce” dedi.
-Ali Yüce'yi anlattığınız "Hafız" adlı oyunu yıllar önce yazdığınızı biliyoruz. Kitap olarak basılması neden gecikti?
Evet doğru, Hafız’ı 2009 yılında yazmıştım. Ama kitap olarak basılması ilk olarak 2018’de gerçekleşti … “Hafız”; Türkiye’de yazılmış Köy Enstitüleri temalı 7 oyun ve kurucusu olduğum Bilimsel Tiyatro Atölyesi’nin her yıl kutladığı 17 Nisan Köy Enstitülerinin Kuruluş Yıl Dönümü etkinlikleri kapsamında okunan 8 tane BTA-17 Nisan Bildirisi’nin yer aldığı ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları tarafından basılan “Çoban Heybesinde Antigone, Dağ Başında Sophokles” adlı, konusunda öncü olan ilk kitabımın içinde basılan 7 oyundan biridir. 2018’de, YKKED Genel Sekreteri ve Yeniden İmece dergisinin editörü olan sevgili Rifat Güler’in el vermesi sayesinde bir araya getirilen Köy Enstitüleri temalı 7 oyundan biri olan “Hafız” şimdi ikinci kez basılıyor yani. Ancak bu kez, Ankaralı bir yayıncı olan Akdoğan Yayınları tarafından bağımsız kitap olarak!
Hoş bir hikâyesi vardır kitap sürecinin. İzin verirsen kısacık da olsa anlatayım:
Ali Yüce’nin dramatik yaşam öyküsünü anlattığım “Hafız” oyununu, 2010 yılının 17 Nisan günü seyirci önüne çıkarmıştık. Çok gösterişli bir övgü gelmişti oyuna; sadece övgü mü, bir otobüs Antakyalı tiyatrosever / Ali Yüce’nin öğrencisi ya da arkadaşı olan dostumuz, oyunumuzu izlemek için kalkıp İzmir’e, BTA’ya gelmişlerdi. Onların başındaki kişi de, Ali Yüce’nin yakın dostu Sayın Duran Yaşar’dı. Duran Yaşar oyunu o kadar beğenmişti ki; Antakya’ya döner dönmez en az 10 yerel Antakya gazetesinde benim oyunumu manşetten haber yapmıştı. Yıllar sonra, şairin Antakyalı dostları, kendi memleketlisi olan Düziçi KE mezunu şair Ali Yüce için bir armağan kitap hazırlamaya karar vermişler. Hazırladıkları kitap için de, bana ulaşıp katkı yapıp yapamayacağımı sordular. Daha önce “Hafız” adlı oyunumu izleyen ve bizi övgülerle utandıran Sayın Duran Yaşar’ın bu davetine ben de “Hafız” oyunumu telifsiz vererek katkı koyabileceğimi söyledim. Oyunu gönderdim. Bir zaman sonra, kitap oylumunda olan bu çalışmayı, armağan kitabın içine koymak yerine, ana kitaba ek olarak, bağımsız basmak istediklerini söylediklerinde çok sevindim. “Hafız”ım böylece yedinci kitap olarak diğer kitaplarımın arasında yerini almış oldu.
“DEVRİMCİ YÖNÜ”
-Ali Yüce Köy Enstitülü ozanlar içinde önemli bir yer tutmakla beraber örneğin bir Fakir Baykurt gibi öne çıkmadı. Bu neye bağlarız?
Ben sizin gibi düşünmüyorum. Köy Enstitü kültürüne yakın olup da Ali Yüce’yi bilmeyen biri yoktur bence. Tabi Köy Enstitülerini nostaljik bir hayıflanma olarak, üç tane fotoğrafa bakıp iç çekerek ya da enstitüleri sadece mandolinle sabahtan akşama kadar Ziraat Marşı çalınan yerler olarak gören algıdan söz etmiyorum ben. Sen de çok iyi bilirsin ki, Köy Enstitüleri ezbere karşı, üretimin içinde ve üretimden yana bir eğitim modeliydi. Halkçıydı, halkın içindeydi ve tartışmasız onlardan yanaydı. Ruhunda devrimci bir kimlik vardı. Cesaretli ve çalışkan insanların, girişimci ve asla vazgeçmeyen / korkmayan / hak ve adaleti sözlük tanımlarından çıkarıp, hayatlarına işleyen çocuklar yetişti oralarda. 2 bin 500 sene sonra Anadolu’da yapılan ilk amfi tiyatroyu onlar yapmışlardı örneğin. Bin yıllık karanlığın baskısını kültürle, sanatla alaşağı eden çocuklardı onlar. Eğitimde bölge coğrafyasını tüm disiplini ile uygulayan da o sistemin kurucuları ve öğrencileri değil miydi? Örneğin Kars-Cılavuz’da kayak dersi varken, Trabzon- Beşikdüzü öğrencileri takalarla balık tutma dersine girer, tuttukları balıkların fazlasını diğer enstitülere gönderirdi. Aksu KE öğrencileri portakal kabuğu, turunç reçeli yapıp, fazlasını Kepirtepe’ye, Ladik’e, Arifiye’ye, diğerlerine gönderirken, İzmir-Kızılçullu’nun çocukları Efes Antik Tiyatro’da Kral Oidipus oynayacak kadar geniş/verimli ve bilimsel bir eğitim almışlardı.
Ali Yüce neden bir Fakir Baykurt ya da Talip Apaydın, bir Mahmut Makal ya da Ümit Kaftancıoğlu kadar öne çıkmadı sorusuna vereceğim ideolojik yanıtlar elbette var ama onun Mürselekli Kadınlar şiirini okuyan Ruhi Su’yu hiç mi dinlemediniz diye de sorarım o zaman! Sorun sanırım, 1951 yılında Düziçi Köy Enstitü’nü bitiren Ali Yüce’nin, dönem iktidarlarıyla herkesin gözü önünde çekişmemiş olması… Örneğin 1950 yılında DP başa geçer geçmez, Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” kitabı gündeme bomba gibi düşer. Oysa ki bu kitabın yazıları 1948’de Varlık’ta parça parça yayımlanmaktaydı zaten. Ya da Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın ilk ve tek başkanı olan Fakir Baykurt elbette daha çok öne çıkacaktır. Örgütlü bir kuvvet olan TÖS, tarihimize öğretmenliğin ezilmesine karşı direnen en güçlü karşı çıkış modeli olarak iz bırakmıştır. Hem de 12 Mart’ın zulüm günlerinde!
Ali Yüce’ye gelirsek; ilk kitabını 1975 yılında yayımlayan Yüce’nin, çok değil, yedi yıl sonra, 1982 TDK Şiir Ödülünü almış olması az şey mi? Sen de çok iyi bilirsin, şiir yazmak herkesin harcı, hele hele dile hâkim olmayanların asla kalkışamayacağı bir dağın zirvesine iskarpinle tırmanmaya benzer. Dağlarca’nın dediği gibi; “Dilim, bayrağım!”dır çünkü. Ali Yüce, şivenin egemen olduğu Antakya toprağında yetişmiş bir yaban bitkisi iken, dilimize yaptıkları katkıları neden kimseler “öne çıkmak” sınıfında kabul etmez onu, hiç anlamıyorum. Bu da onların mahkemesine ihbarımız olsun.
“ANTAKYA İZLERİ”
-Ali Yüce Antakyalı bir yazar-şair olarak eserlerine yerel unsurları ne denli katmıştır?
Çok, pek çok hem de! Örneğin beni çok derinden etkileyen “Şeytanistan” romanı (Ali Yüce bu kitabı için “Nüfus cüzdanım ama biraz uzunca” der) kendisini anlatırken, Fransız sömürgenlerinin elinden Türkiye’ye geçiş günlerindeki Antakya’yı tüm gerçekliği, tüm sancısıyla gözümüzün önüne serer. Kitap neredeyse baştan sona, bölge diyalekti ve yerel unsurların etkileri / yansımaları gözetilerek yazılmıştır. Şiirlerinde de tertemiz ve bilge bir Türkçeye sahip olduğunu ama isterse bir anda Antakya diyalektiyle de yazabileceğini hissettirir Ali Yüce. Bu, onun huzurlu edebiyat yüceliklerinde bir dil ve anlatım ustası olduğunu gösterir. 1983’te, dönemin kanayan yarası Filistin üstünden “Ortadoğu Şiirleri” kitabını yayımlarken, 1986’da yayımlanan “Antakya Çarşıları” kitabında, bizi doğduğu topraklara götürür örneğin.
Hiç kuşkusuz, öz değerlerini bilmeyen birinin, evrensel değerlere de ulaşamayacağını çok iyi bilen, mahir bir sanat insanıydı Ali Yüce.
-Antakya bugün bu önemli yazarı ne kadar tanımaktadır ve sizin eseriniz bu tanınırlığa ne kadar katkı sunmuştur?
Bunu ben nereden bilebilirim ki Mazlum? Sadece Antakya’da bir Ali Yüce duyarlılığı olduğunu, bunun günden güne yükseldiğini biliyorum. Bunu bölge insanı ya da edebiyatın tümüne el uzatan, bilgisine ve yorumuna güvendiğim yazıp-çizen dostlarımdan da duyarım zaman zaman. Özellikle Duran Ağabeyin, sevgili Duran Yaşar’ın öncülüğünde gerçek kılınan “Halkoğlu Ali Yüce” adlı kitap çalışması bu duyarlılığın, onlarca Antakyalı ya da Ali Yüce’nin edebiyatımıza kattığı değerlere saygı duyan birçok sanatsever insan tarafından da sahiplenildiğine dair iyi bir örnek bence. Umarım ve çok isterim ki benim oyunum da, Ali Yüce’nin zaten yükseklerde olan adının daha da yukarılara, hak ettiği bulutlar seviyesine çıkmasına katkı sağlar. Ben Ali Yüce’nin öncelikle Köy Enstitüsüne gidiş hikâyesindeki inanılmaz mücadelesinden, sonra da güzel dilimize yaptığı eşsiz katkılardan çok etkilendiğim için bu oyunu yazdım. Onun güzellemeye ihtiyacı olduğundan yazmadım bu oyunu, korkutulmuş, kafası karışmışlar için yazdım daha çok… Çünkü, bizim yaz dereleri gibi yatağına yapışarak akmaya yüz tutmuş ve günden güne kuruyan mücadele nehrimize, gece uykusuzluklarının gözümden akıttığı yaşlarla su getirmek istedim. Daha da üstüme gelme sorularınla, şairin dediğine kulak ver; “Uyur itleri, inekleri, ayıları / Bütün aydınları uykusuz!”
-Oyunda Ali Yüce şiirlerine de rastlıyoruz. Kaynak tarama ve şiir seçme konusunda nasıl bir yol izlediniz?
Üstünde ya da başlığında Ali Yüce’nin adının olduğu bütün kitapları defalarca okuyarak, nasıl olur ki başka?… Özellikle tiyatro oyunları için, biyografilerde falan şiir seçmek çok zordur, bilirsin. Oyunun o iklimine uygunluğunu gözetirken, yeni sahnelere de eşik olmasını sağlamak zorundasın. Ama çok zorlanmadım oyundaki Ali Yüce şiirlerini seçerken, biliyor musun? Çünkü etimi çimdikler gibi etkileyici, lirik bir anlatımı var şairin; oyunumun giriş tiradında da yazdığım gibi “sanki ben ve Ali Yüce kafa kafaya verip, birlikte yazdık” bu oyunu… Bölge diyalektini yazarken çok zorlansam da, şiir seçkilerinde bir o kadar rahattım. Çok şey öğrendim ben Ali Yüce’den. Ben İzmir’de yaşayan, gittiğim onlarca ülke ve bölgede üç-beş gün kalarak dünyanın öğrenilemeyeceğini, Ali Yüce’nin elinden tutup Antakya’yı ve Antakyalıyı keşfederken daha iyi öğrendim.
“DÖNEMİN ORTAMI”
-Oyunda dönemin kültürel ve politik karşıtlıkları özellikle laiklik-dinci gericilik üzerinden okunabiliyor. Ali Yüce bu ortamdan nasıl etkilenmiştir?
Oyunuma “Hafız” adını vermem, bu sorunun yanıtlarından biridir aslında. Bilirsin ki, Köy Enstitülülere komünist damgası vurup çıktılar. Ali Yüce de onlardan biridir. Eeee, oynun adı niye “Hafız” o zaman? Çünkü Ali Yüce, “Anteke’nin en derin hocalarından hafızlık öğrenerek” başlamıştır hayatına. Hem de ne hafız! Başını camdan çıkarıyor; Fransız vergici haraç kesiyor, tavuğunu çalıyor. Tarla, toprak işlemeye yelteniyor, bu sefer Abdi Ağa çıkıyor karşısına. Onları ecüc-mecücle korkutuyor. Şapka devrimi oluyor; “şapka takanların karısı boş olur” safsatalarıyla, yobazlarla cebelleşiyor. Zar zor ilkokulu üç sene okuyor; ailesi tamam, abeceyi öğrendin, daha fazlası köylü kısmına gerekmez deyip, onu ağaya çoban gönderiyor. Sahtekârların, ikiyüzlülerin, her rüzgâra uçurtma salanların ortasında… evden kaçıyor bir aydınlık yüzlü öğretmenin peşinden; Köy Enstitüsüne gidiyor günün birinde. Hikâye bunun için beni çok etkiledi zaten. Direnen bir hikâye; geleneğe, yanlış yönlendirilen yaşam değerlerine, öcüye-böcüye, tüm korkutmalara karşı direnen bir hikâye Ali Yüce’nin hikâyesi… Ben yazmasam biri yazacaktı nasıl olsa! Ama iyi ki ben yazmışım, gurur duyduğum oyunlarımdan biridir “Hafız”…
“YAZMAK, YAŞAMAKTIR”
-Röportaj öncesi konuşmamızda bugüne kadar 143 oyun yazdığınızı söylediniz. Nasıl bir çalışma yönteminiz var ve şimdi masanızda hangi çalışmalar var?
Benim çalışma yöntemimin çok basit bir açıklaması var; hiç durmadan yazacaksın, hepsi bu! Yazmak bir etiket, bir ayrıcalık, bir iş ya da bir zorunluluk değildir bende. Yazmak yaşamak gibi bir şey! Yazmadığım dönemlerde çok mutsuz olduğumu fark edeli çok uzun zaman oldu. Evet, 143 oyun yazmışım bugüne dek. Onlardan başka sayısını bilmediğim hikâye, yine sayısını bilmediğim şiir ve inceleme yazılarım var. Broşür metinlerini, oyun şiirlerini, genç yazarların yazdıklarına yaptığım eleştiri raporlarını ya da editörlüğünü yaptığım kitap çalışmalarını saymıyorum bile… Bir de haftada bir gün, tam sayfa yazıyorum gazetede. Tam 7 buçuk senedir…
Bu çalışmalardan sonra, tutup bir de bana ödüller vermesinler mi, işte o zaman hapı yuttum. Hemingway haklıymış dedim ilk kez Türkiye’nin en iyi yönetmeni seçildiğim 2009’da… Ne demişti Hemingway; “Ey yazıyla uğraşan arkadaş! Eğer bir roman ya da oyun yazıp, onu okuyucuya açmaya kalkışacaksan, önceden en az beş tane daha yazıp kenara koy. Çünkü - Tanrı korusun- beğenebilirler!”… Çok haklı değil mi sence de? 2015’te ikinci kez en iyi yönetmen seçtiler beni. 2016’da Tiyatroya Emek Ödülünü bana verdiler. En genç Emek Ödülü benim bu arada. Bir yıl sonra bir daha Emek Ödülü verildi bana. Sonra İran’dan bir ödül geldi; Behrengi Yayınları Türkiye Yoldaşı Ödülü… Sonrasını sen de biliyorsun; üst üste kitaplarım yayımlanmaya başladı. Şimdi “Hafız”la ilk kez, “İkinci Baskı”nın tadına da baktım, pek güzelmiş. “Hafız” bir ay içinde ikinci baskıya girdi.
Özellikle, 2000 yılının 22 Nisan günü varlığını ilan ettiğim BTA adlı tiyatro okulumun, 18 sene sonra fark edilen “havalandırma penceresinin yüksekliğinin uygun olmadığı” gerekçesiyle kapatılmasının ardından, incelemelerim ve gazete yazılarıma ağırlık vermeye başladım. Dört sene içinde, biri de eli kulağında çıkmak üzere olan sekiz kitabım yayınlandı. Bunlardan “Dünya Tarihinin Unutulmayan Kadın Oyuncuları” adındaki altıncı kitabım da, ikinci baskı için geliştirilmiş son okumada şu an… Çok bunaldığımda bir yerlerde paneller katılıp, belgesel gösterimler yapıyorum ya da sergiler açıyorum. Yani dünya her yaşta güzel… Yapacak bir şey her zaman vardır.
Şimdilerde, bitirmek üzere olduğum iki uzun boylu inceleme dosyası var ekranımda… Biri, 2023-Mübadelenin 100. Yılı için hazırladığım “Zeytin Dalının Gölgesinde / Bir Ayvalık Hikâyesi” adlı bir araştırma dosyasıdır ki; mübadele döneminde yapılan bir futbol maçını anlatıyorum. Midilli Pallesviakos-Ayvalık İdman Yurdu’nun 1930 yılında imzalanan Türk-Yunan Dostluk Anlaşması’nın hemen öncesinde yaptığı harika bir maç… Dostluk anlaşmasına önce kimin “caaan” diyerek koştuğunu belgelerle ortaya koyan, daha önce yayımlanmamış birçok belgeyle süslenmiş, ilginç bulunacağını tahmin ettiğim bir dosya…
Diğer kitabım ise, Türk ve dünya çizgi-romanları üzerine… Tilkinin kırk hikâyesi var, kırkı da koyun üstüne misali; çizgi-romanlarda tiyatro imgesi, ideoloji ve propaganda ilişkisini inceliyorum. Nazi kostümlü Tenten’den, İtalyan çizgi romanında Nâzım Hikmet şiirine, Fidel Castro’nun sigarasını gözlerinden çıkardığı ateşle yakan Süpermen’den, bize tiyatro sahnesinde geçen bir macerada ders veren “Baltalı İlah Zagor”a kadar, çizgi-romanların nasıl da etkileyici birer ideoloji silahı ya da uyutma aracı olabileceğini belgelerle ortaya koymaya çalışan bir kitabı bitirmek için uğraşıyorum…
Unutmadan, yaklaşık bin 200 sayfasını ilerlediğim bir kitap daha var üstünde çalıştığım: Köy Enstitülerinde Tiyatro! Hangi enstitüde, hangi oyunlar oynanmış, kim oynamış, nerelerde ve kaç kez oynanmış? Neden enstitüler tiyatroyu bu denli önemsemiş, 1946 sonrası esen zehirli rüzgâr bu sanat politikasını nasıl etkilemiş, bunları araştırıyorum. Yazıyorum yazıyorum bitmiyor bir türlü… Bitiğinde konusunda ilk olacak bir Köy Enstitülerinde Tiyatro Sözlüğü olacağını düşündüğüm bu kitabın hayli zaman daha masamda olacağını biliyorum. –
Eklemek istediğiniz bir husus varsa seve seve yazarız...
İzin verirsen ilk kez buradan duyurmak istediğim bir haberim var. Senin sayfandan işitsin meslektaşlarım bunu; önümüzdeki hafta Ayvalık Belediyesi Kültür-Sanat Danışmanı Erkan Cılak’la birlikte yazdığımız bir kitap çıkıyor piyasaya: “1924-1945 Arasında Ayvalık’ta Tiyatro Tarihi”… 300 sayfalık bir inceleme. İlk kez yapılan bir çalışma… Heyecanımı senin sütunlarından paylaşmak istedim Mazlum. Bir selam daha göndermek istiyorum. O da Ayvalıklı tiyatrocu dostlarıma.
16 Aralık 2022 akşamı Ayvalık Belediye Tiyatrosu’nda, Fatih Elgay’ın yönettiği bir oyunum başlıyor: “Sabah Olmadan”… Tiyatronun, kırmızı gözlü, boğum boğum boynuzları olan şeytanların icadı olduğuna halkı inandırmak için çabalayanların, depremin bile tiyatro sahnesine çıkan kadınlar yüzünden olduğunu söyleyenlerin çağında, orada, Ayvalık’ta sahneye çıkmak için çabalayan bir avuç insana selam olsun. Kalbimde Fatih’in, Erkan Cılak’ın, Taylan Köken’in, Deniz Gündoğmuş’un, Alper Uçar’ın, Hakan Urul’un, Sinan Çalgın’ın, daha adını bilmediğim, tanışmak için can attığım onlarca oyuncunun, seyircinin, hepsinin hepsinin adı; o adların üstünde de -aha da- sımsıcak elim var! Selam olsun hepsine!