Münire Eyüp (Neyyire Neyir) Hanım’a Saygı Yazıları – 6

Abone Ol

“Bir hayal kahvesinde / Oturup ömür çayından içiyoruz / Her seferinde biraz daha az yanıyor dudaklarımız / Her seferinde biraz daha soğuk çayımız” (Gülten Akın)   
Hamlet Davası - 3 / Peyami Safa Türk sahnesini kurtarıyor

Celâleddin Ezine, Hamlet üzerinden başlayan tartışma yüzünden Muhsin ve Neyyire Ertuğrul’u mahkemeye vermiştir. Mahkeme tarihi jet hızıyla belirlenir; basın üzerinden kavganın ateşlendiği günden sadece 34 gün sonra, 19 Kasım 1941 Çarşamba günü, saat 14’te başlayacaktır Hamlet Davası!
Ancak ilk duruşmaya kadar geçen bu kısacık sürede, iş hepten zıvanadan çıkar ve davaya başkaları da karışır. Örneğin ‘her salatanın maydanozu’ diye anılan Peyami Safa! Neden peki? Çünkü o Peyami Safa’dır ki; Muhsin Ertuğrul’u Celâleddin Ezine’ye hakaret etmekle suçladığı ve açıktan açığa taraf olduğu yazısında, kavgada bile söylenmeyecek sözlerle, Hamlet oyununda Hamlet rolünü yapan Talât Artemel’e hakaret etmektedir!.. Güler misin ağlar mısın? Bu çıkışın nedeni o kadar bellidir ki; arka fonda Edebi Kurulu’na alınmadığı Şehir Tiyatrosu ve bunun nedeni olarak suçladığı Muhsin Ertuğrul’dan intikam alma fırsatı geçmiştir Peyami Safa’nın eline… 
“Shakespeare’in Hamlet’i son perdede ölür; Şehir Tiyatrosu’nun Hamlet’i daha ilk perde açılıp da zavallı Danimarka Prensi(ni) temsil eden tahta yapılı aktörün hışır sesiyle konuşmaya başlar başlamaz, piyesin bütün şahıslarıyla bir anda, füc’eten ölür. Artık birinci perdeden sonuncusuna kadar seyrettiğiniz şey Hamlet değil, sanki onun cenaze alayıdır; hatta bu bile değildir de, babasının katilini arayan bir kaçığın intikam sevdasını canlandıran meraklı bir zabıta vakasıdır ve Shakespeare’in piyesi, ahiretten gelen ses, entrika, takip ve düello gibi en kaba melodram unsurlarına irca edilmiştir. 
Ben teşbihlerin ve istiarelerin, çok defa, vahşideki ve çocuktaki iptidai sembolik düşünceyi temsil eden geri ifade kıymetleri olduğuna inanmışımdır; fakat Celâleddin Ezine, bu gazetede, Şehir Tiyatrosu’nun Hamlet müellifini öldürdüğünü yazdığı zaman, hakikatin ta kendisini ifade ettiği yerlerde, klişeleşmiş istiarelerin bile canlılıklarından hiçbir şey kaybetmediklerini bir daha anladım. Aynı adamların elinde Hamlet’in avaz avaz bağırtılarak nasıl boğazlandığını senelerce evvel ben de görmüştüm. Ezine haklıdır.”
‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ diye düşünen Peyami Safa, yazısının devamında, adını bile anmadan “Şehir Tiyatrosu rejisörü” ya da “Hırçın belediye memuru” diye seslendiği Muhsin Ertuğrul’a kin kusar. 
“Şehir Tiyatrosu rejisörü, müessesenin mecmuasında ağız dolusu küfür ederek, Hamlet’in iyi oynandığını herkese nasıl kabul ettirebilir? Hem bu hâdise yeni de değildir: İnkılâbın tiyatro ve film tarihinde, kaç defa bu rejisörün, isminden daha meşhur kabiliyetsizliğine işaret eden yazılar çıkmışsa, onun hepsine verdiği cevap, Şehzadebaşı kaldırımından Tepebaşı sahnesine atlas bohçalar içinde bin itina ile getirdiği aynı küfürlerdir: Nurullah Ataç’a, Yunus Nadi’ye, Ahmet Hidayet’e, Ethem İzzet’e, bana ve başkalarına, o heo aynı Direklerarası üslubuyla cevap vermiştir. Fakat asıl mesele, sahnedeki tek tük muvaffakiyetleri haricinde, bütün sanat hayatını dolduran iflâsların hicranından doğma öfkesini dili döndüğü kadar ancak bu seviyede ifade eden o rejisörün kendisi değildir. Bu hırçın belediye memurunun âmirlerine soruyorum: On sekiz inkılâp yılından beri geri gide gide Otello Kâmil’in Galata melosu, Meddah Aşki ile Kel Hasan’ın taklit ve tulûat ananesine yuvarlanan tiyatromuzun hali ne olacak? 
Artık yeter! Bu adam ve onun elinde bu müessese çoktan iflâs etmiştir. Türkiye’de tiyatro ile meşgul insan yalnız o değil, tiyatrodan anlayan insan hiç o değildir. Şehir Tiyatrosu’na yolunu gösteren değnek, önüne gelen adamı kurt sanarak üstüne saldıran bu sinirli çobanın titrek ellerinden alınmalı, muaşeret ve kültür seviyesi kifayet derecesinde bulunan bir heyetin eline bırakılmalıdır.” (Tasviri Efkâr gazetesi, 14 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Salı, Sene: 33, Gazete yayın no: 4845-489, Peyami Safa’nın “Bakışlar” adlı köşesinde yazdığı “Tiyatromuzun Hali Ne Olacak?” başlıklı yazısından alıntı, s. 1)
Bu kışkırtma yazısı yanıtsız kalmaz; Türk Tiyatrosu dergisinin, 1 İkinciteşrin (*Kasım) 1941 günü yayınlanan 134. sayısında bu yazının altına bir bölüm eklenerek, Peyami Safa’ya yanıt verilir:
“Yukarıdaki 1941 modeli modern jurnal üzerine hemen rejisör kovulmalı, yerine yazısında namzettiğini koyduğu kifayetli heyet reisliğine Peyami Safa, azalıklarına da Celâleddin Ezine tayin edilmeli (!) . Onların idare edecekleri tiyatromuzda da Şekspir gibi kötü muharrirlerin (Hamlet) gibi berbat eserleri yerine (Bir Misafir Geldi) ile (Cingöz Recai) oynanmalıdır.” (age., “İbret” başlıklı yazıdan alıntı, s. 1)
Kafamızı karıştıran asıl soru nedir, biliyor musunuz; fikir ve sanat insanları arasında sıklıkla düşünce çatışmaları, fikir uyumsuzlukları yaşanır… da… konuyla doğrudan ilişkisi olmadığı halde, davacının hakarete uğradığını düşündüğü için davalıyı mahkemeye şikâyet ettiği günün ertesi günü, hemen bir gün sonrası yani, çatışmayı gidermek ya da anlaşma yolu aramak; hiç olmazsa barışçıl bir çağrı yapmak yerine, böylesi kışkırtıcı ve aşağılayıcı sözlerle tırnaklarını birbirine sürtmenin, Hamlet davasıyla ne ilgisi olabilir ki? Buna yangına körükle gitmek demezler de ne derler? Yo yo, belki de her salataya maydanoz olmak dedikleri şey budur, kim bilir!
‘Ah Peyami Vah Peyami’ hızını alamaz; bu yazının üstüne birkaç gün geçmeden, birkaç yayın daha yapar. İlk yazısında İstanbul Valisi Lütfü Kırdar’a seslenmektedir.
“Bahtiyar İstanbul, şahsınızda, halkın bütün ihtiyaçlarını müşahade ve anket yoluyla kavradıktan sonra, metotlu bir faaliyete girişen anlayışlı ve canlı bir idare adamının bütün yüksek vasıflarına kavuştu. Şehir sizinle övünür” diye başlayan yazının, yazmaya çabaladığımız dosyamızı ilgilendiren kısımları son derece eğlencelidir:
“Ümidimi hûlasa edeyim: On beş seneden beri tek adamın eline teslim edilerek başı tamamıyla boş bırakılan Şehir Tiyatrosu’nun, hemen bütün sanat mensupları tarafından hummalı bir özleyişle özlenen ıslahını sizden bekliyorum. Bu ıslah şarttır. Çünkü;
… şehirden senede kırk bin lira yardım gören bu tek sanat müessesesinin idari teşkilatı, bir köy okulununki kadar basit ve -affınıza sığınırım- medeni bir memleket için milli bir ayıp sayılacak kadar iptidaidir. Başında idare işlerinden başka bir şeye karışmayan bir müdür ve azil, nasp, terfi, piyes tetkiki, rollerin tevzii, mecmua idaresi, tenkitlere cevap, telif, tercüme, provalara nezaret, mizanseni tertip, dilediği rolü oynayıp oynamamak gibi her işe karışan bir rejisör…”
Yıllardır beklediği rüzgârı arkasına aldığını sanan Peyami Safa coştukça eser, estikçe coşar. Comedia Français’i örnek gösterip, ‘milli bir ayıp’ diye nitelediği ‘Şehir Tiyatrosu’nun dümenindeki rejisöre’ vurdukça vurur. En sonunda da ağzındaki baklayı çıkarır.
“Dünyanın hiçbir hükümet veya belediye tiyatrosunda, yüzlerce piyes okumak, bunlardan lâyık olanları seçmek, yıllık temsil programlarını vücuda getirmek, mizansenlerini hazırlamak, rolleri dağıtmak, provalara nezaret etmek, sanatkârın zevkine müdahale, faaliyetine tahakküm, şöhretine tesir, istikbâline kumanda etmek, mecmua neşretmek, dilediği gibi rol almak, maaş aldığı halde dilediği gibi oynamamak gibi, ayrı ayrı cinslerden faaliyet ve salâhiyetler tek adama verilmemiştir. Bu adam, sinirleri bozulup, abuk sabuk şeyler söylüyorsa, ona buna sövüyorsa, tiyatromuzu bugünkü utanılacak seviyesine düşürüyorsa biraz mazur görülmek lâzım gelir; fakat onun psikiyatriye taallûk eden bu mazareti, Türk sahnesinin alabildiğine tereddiye doğru koşması için, mutlak bir zaruret gibi kabule mecbur olduğumuz sebeplerden değildir. 
Ortada böyle bir zaruret de yoktur. Şehir Tiyatrosu’nun muhtaç olduğu teşkilâtı yapmaya kendi bütçesi de, memleket seviyesi de kâfidir. Ben bir değil, birkaç idare ve mütalaa komitesini dolduracak, salâhiyetli isim sayabilirim ki; bütünde garazkârlardan başka hiç kimse münakaşa etmez ve bu teşkilât pek kısa bir zamanda masrafsız, kolayca yapılabilir. 
Türkiye feodalite devrinden geri bir memleket değildir ki (…) yegâne resmi sanat müessesesinin bütün kaderi derebeyi metoduyla çalışan ve derebeyi ağzıyla konuşan tek adamın eline teslim edilsin (…) Türk sahnesinin bu kurtuluş gününü siz yaratacaksınız. Lütfen saygılarımla kabul ediniz.” (Tasviri Efkâr gazetesi, 18 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Çarşamba, Sene: 33, Gazete yayın no: 4849-493, Peyami Safa’nın “Mes’eleler” adlı köşesinde yazdığı “Şehir Tiyatrosu Nasıl Islah Edilebilir?” başlıklı yazısından alıntı, s. 2)
Tamaaaammm, şahtık, şimdi şahbaz olduk! Bir bu eksikti, şükür o da geldi kavga meydanına!
Elbette diğerlerinden renkli olduğu için Peyami Safa örneğini verdik ama dönem tiyatro ve edebiyat dünyasının bazı isimleri de bu kepazeliği durdurmak için arabuluculuk yapmaya çabalamıştır. Bunlardan biri de, o tarihten 10 yıl önce, Ertuğrul çiftinin ikisiyle de ayrı ayrı mahkemelik olan Halit Fahri Ozansoy’dur. Ozansoy, hem Muhsin Ertuğrul, hem de Celâleddin Ezine’yi haklı ve haksız bulduğu yerleri söyledikten sonra, barışmaları için gazete üzerinden her ikisine de çağrı yapar. Ozansoy’un saptamaları -bizce çok doğru olmasa da- en kestirmesinden şöyledir:
“Celâleddin; şahsa olan hırsını eserden çıkarma! Muhsin’i en kuvvetli yerinden vurayım dersen aldanırsın! Muhsin; kızdığın zaman bambaşka bir adam oluyorsun. San’atkâr Muhsin ortadan siliniyor, ağzına geleni söyleyen, pervasız bir mütehevvir kesiliyorsun. Bunda da sen haksızsın!
… manâsız asabiyetlerimizi yenmek kadar şayet yenemesek de (bunları) zamanında itiraf (etmek de) bir büyüklüktür. Asıl küçüklük, herhangi bir hakarete inatla devam etmek ve neticede fikir ve san’at âleminde aksi daha hüzünlü olabilecek hadiseleri önlememektir. Bu da ancak karşılıklı bir hüsnü niyetle kabil olabilir. İşte ben bunun için ikinize de uzlaştırma elimi uzatıyor ve ikinizin de ellerinizi birbirlerine kavuşturmak istiyorum. Umarım ki beni meyus bırakmazsınız.” (Son Posta gazetesi, 15 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Çarşamba, Sene: 12, Gazete yayın no: 4027, Halit Fahri Ozansoy’un “Tiyatro Âlemimizdeki Hadise / Muhsin’e ve Celâleddin Ezine’ye Açık Mektup” başlıklı yazısı, ss. 1-3)
Halit Fahri’nin çağrısı çok da işe yaramaz. Her iki taraf da Ozansoy’u “meyus” (*üzgün/kederli) bırakır.
Belki de kaynayan kazanın altına odun sürenler ortalığı toza dumana boğduğundan barış sözü, sütlü bir yalan gibi görünür Muhsin Ertuğrul’un gözüne. Bu, gözün gözü görmediği polemik ikliminde, bu boğucu havada dumandan yalanlar, yılanlar gibi kıvrılarak Hamlet’in yönetmeninin boğazına idam ilmeği gibi dolanmaya, bilimsel ve evrensel formlarda bir Türk tiyatrosunun kurulmasında tartışmasız en büyük emeği olan Muhsin Hoca’nın Şehir Tiyatrosu’ndan atılmasını açık açık istemeye kadar gider. 
Ancak Muhsin Ertuğrul yaptığından emin bir insanın huzuruyla, oldukça sakindir. Der ki Hoca:
“Bu gürültü hemen her tiyatro mevsimi başlangıcında mutattır. Eğer on sene evvel şahsım ileri sürülerek çekilsin denmiş olsaydı ve ben de hakikaten çekilmek mecburiyetini duymuş bulunsaydım, o zaman cidden muzdarip olurdum. Çünkü eserimi henüz yapamamıştım. Fakat bugün ortada halkın büyük rağbetine mazhar olmuş, her gece tıklım tıklım dolan bir müessese var ki, bunun devamı ve ömrü artık Ertuğrul Muhsin’le kaim değildir. Muhsin varmış yahut yokmuş , artık ona vız gelir.” (Haber / Akşam Postası gazetesi, 16 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Perşembe, Sene: 11, Gazete yayın no: 3466, “Şehir Tiyatrosu’na Yapılan Hücumlar” başlıklı haberden, s. 1)
Üstelik bu huzurlu sakinlik, bazı çevreler hariç, birçok sağduyulu insanın da takdir ettiği bir gerçektir. Nusret Safa Coşkun bu konuda son derece samimi bir yazı yazar:
“Celâleddin Ezine Hamlet’i hakkı olmadığı halde tenkit ettiği için, Peyami Safa, Muhsin’in yarattığı bugünkü Türk tiyatrosunu topyekûn inkâr ettiği için, Nizamettin Nazif senelerdir tiyatroya gitmediğini itiraf ettiği halde Tepebaşı Tiyatrosu hakkında gelişgüzel hüküm verdiği için, hatta dostum ve kapı yoldaşım Halit Fahri , azami bîtaraf olmaya çalıştığı yazısında Muhsin’i yanlış tahlil ettiği için haksızdırlar. 
Ben ne Şehir Tiyatrosu’nun, ne de Muhsin Ertuğrul’un avukatıyım. Buna ne Şehir Tiyatrosu’nun, ne de pek çok üstat muharrirleri gölgede bırakan bir kalem kudretine sahip bulunan Muhsin Ertuğrul’un ihtiyacı var. Ancak hayret ve esefle görüyoruz ki; hakikat, emek, kudret, mantık bir tarafa bırakılmış, hislerle bilenmiş kalemler yalın kılıç, bugün iftihar ettiğimiz bir adama ve onun temsil ettiği biricik san’at müessesesine hücum ediyorlar. 
Keskin kılıç kullananlar yanlış hamlelerden sakınmalıdırlar. Kimi şöhrete giden staratejik noktaları keşfetmenin hazzı içinde kendinden geçmiş, kimi eski kuyruk acılarının çıkarılmasına vesile veren bu fırsatın zuhûruyla gayz içinde, kimi bir arkadaşlık duygusunun tesiri altında ve günlük fıkrasına katık yapacağı bir mevzu yakalayabildiğinden memnun, her şeyi çiğneyerek, realiteyi bombalayarak yazıyor. Müsbet iş gören, eser yaratan, kendi kabuğuna çekilerek bizimle lâübali olmaktan kaçan her adama olduğu gibi Muhsin’e de düşmanız. 
Muhsin’e hücum edelim. Şahsına hücum etmek için makûl sebepler bulduğunu iddia edenler olabilir. Fakat bir an şahsi düşmanlığın gayzıyla kendimizden geçerek müsbet bir eseri, yüzümüzü ağartan bir müesseseyi, bir salaşın rutubetli sahnesinde feragatkârane çalışarak yetişenleri, bir hademe maaşına birinci sınıf artistlik yapanların haklarını inkâr etmeyelim.
Şehir Tiyatrosu’nun ne zaman Muhsin’in elinden kurtarılacağını soranlara biz de soralım: Elinizde yerine ikâme edebileceğiniz, Muhsin’in yarı bilgisine ve yarı kıymetine sahip bir yedek var mı?
Biz ağzımıza geleni söyleyelim de o niçin sussun? (…) Kazanılanlar gözümüzün önünde… Buna rağmen bir türlü bu adamı sevmiyoruz, sevmek hüsnüniyetini göstermiyoruz. Bir insan olarak bu adamın bu sinir harbinden galip çıkmasına imkân yoktur. Bir insan olarak onun da hiddetlenmek, bu nankörlüğe isyan etmek, bomboş dağarcıklarıyla malûmatfuruşluk etmeye kalkanlara ders vermek hakkıdır. Mantık ambalajını yıtrmayalım, hakikatleri görelim, hislerimize esir olmayalım... Ayıp ediyorsunuz!” (Son Posta gazetesi, 16 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Perşembe, Sene: 12, Gazete yayın no: 4028, Nusret Safa Coşkun’un “Dedikodulu Münakaşa Münasebetiyle / Muhsin Ertuğrul Haklıdır” başlıklı yazısından alıntı, s. 3/2) 
Birileri haklının yanında durmanın erdeminden söz ederken, öte yandan karmaşadan çıkar bekleyenler, kuyruk acısı olanlar, böylesi katmerli bir fırsatı kaçırmak istemez, türlü dolambaçlarla ateşi harlamaya devam ederler. Elinde devasa körüklerle, ‘başı kabak, yalın ayak’ ateşe koşanlar ortalığı sarar. Muhsin Ertuğrul’u alaşağı etmek için bu kadar ballı fırsat bir daha ele geçer mi?
Hamlet davası bir anda bütün sanat dünyasının birinci gündemi haline gelir. Tiyatroyla hiç ilgisi olmayan Orhon Seyfi Orhun bile bu konuda -her zamanki milliyetçi vurgusunu öne çıkararak- bir hayıflanma yazısı yazar:
“Maaşallah, Türkiye’de tiyatro ne kadar ilerlemiş! Türk sahnesi artık Hamlet piyesinin şu veya bu şekilde temsili ile uğraşıyor. Muharrirler Hamlet’e şu veya bu karakterin verilmediğine sinirleniyorlar. Aktörlerin temsil hatası, rejisörün sahneye koyuş tarzı kıyametler koparıyor.
Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre’si, ah  orada (…) ilk defa güzel Türkçeyi işitmiştik. Gönlümüzün sesini, ruhumuzun özlemini çektiği mertliği, fedakârlığı, cesaret gibi değerlerimizi (orada) konuşmuştuk. Bu herkesin ilgisini çekmişti; çünkü, her şey bize göre, bizim için ve yeni idi (…) Yazık ki Türk sahnesi bir daha o konulara el atmamış, hayatımızla, hislerimizle, düşüncelerimizle bağını koparmış, bizim kalbimizi bizim davamızı ve hayatımızı işlememiştir. 
Bu vaka bir taraf konursa, yüz senedir tyatromuz yoktur. Henüz başlamamıştır bile! Keşke tiyatro tekniğinde o günkü kadar geri olsaydık! Keşke sahnemiz yine salaştan olaydı! Fakat bugün de bizi böyle sarsacak, coşturacak, düşündürecek birkaç piyesimiz bulunsaydı! 
Yok, hiçbir şey yok! Yüz seneden beri sahnemiz bomboş. Biz yokluğun karşısında ne yapacağımızı düşüneceğimize, birbirimizin yakasına yapışmış Hamlet piyesi yüzünden mahkemeye gidiyoruz!” (Çınaraltı dergisi, Sayı: 20, 20 Birincikanun (*Ekim) 1941, Orhan Seyfi Orhon’un “Hamlet Davası” başlıklı yazısından alıntı, s. 10)