Kabataş olayında Türk basınının utancı ve 7 yıldır hâlâ sorulmayan sorular…
“Gezi Olayları” olarak bilinen ve sadece İstanbul’da değil, ülkenin pek çok şehrinde yapılan eylemler, tam yedi yılı geride bıraktı.
Bu olay, Türk siyasi tarihinin en önemli kırılma noktaları arasınd...
Abone Ol
// PELİKAN BELGESELİ YAYINI
İzmir Kordon’da da günlerce benzer eylemler yapılmıştı.
İki akşam boyunca gençlerin arasında dolaştım. Bakış açılarını, taleplerini, hayatı yorumlamalarını, siyasi iktidara yönelik eleştirilerini analiz etmeye çalıştım. Bu izlenimlerimi, yazarak okurlarla da paylaştım.
Bu masum eylemler uzunca bir süre “ana akım medya” olarak adlandırdığımız kuruluşlar tarafından görmezden gelindi. Şehrin göbeğinde on binlerce insan toplamışken, pelikan belgeseli yayınlayanlar, basın tarihimize geçti.
Gezi buluşmaları, sonradan Fethullahçı oldukları iddiasıyla tutuklanan polis şefleri ve idarecilerin “bilinçli ve orantısız şekilde” şiddete başvurmaları üzerine çığırından çıktı. Terör örgütlerinin ve istihbarat örgütlerinin oyun alanına döndü. Bunlardan biri, İzmir Emniyet Müdürü Ali Bilkay’dı. Sivil polisleri çivili sopalarla gençlerin üzerine salan, yaptığı bu akıl almaz ve yasa dışı işi önce reddeden daha sonra kabul etmek zorunda kalan Bilkay bugün cezaevinde.
// TAM 7 YIL ÖNCE BUGÜNDÜ…
Ve Kabataş Olayı....
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “elimizde MOBESE görüntüleri var” diyerek bilinçli olarak yanıltıldığını düşündüğüm Kabataş Olayı, kamuoyunun yakından tanıdığı gazetecilerin de ahlâk seviyesini acınası durumu göstermişti.
Belki anımsamayanlar olabilir.
Kısaca özetleyelim.
Tam 7 yıl önce bugündü.
Tarih 1 Haziran 2013.
İstanbul’un Bahçelievler ilçesi Belediye Başkanı’nın gelini Zehra Develioğlu; şehrin en merkezi alanlarından biri olan Kabataş semtinde deri pantolonlu, üstleri çıplak, ellerinde bira şişeleri olan kalabalık bir grubun kendisine saldırdığını ve zorla türbanını çıkardıklarını iddia etmişti.
Kadının beyanına göre bu topluluk kendisini tartaklamış, bebeğinin arabasına vurmuş, bebeği yere düşerek yaralanmıştı. Kendisi de yere düşmüşken eylemciler yaptıkları ile yetinmemişler, kadını tekmelemişler ve üzerine idrarlarını yapmışlardı. Yine iddiaya göre Gezi eylemcisi olan saldırganlar, küfür ve hakaretler ederek yollarına devam etmişler ve gözden kaybolmuşlardı.
Bu akıl almaz iddiaları, dönemin Başbakanı Sayın Tayyip Erdoğan, TBMM grubunda açıklayınca kızılca kıyamet koptu.
“Tecrübeli” gazeteci edasıyla kalem oynatan ve bugün hâlâ utanmazca ve arsızca evlerimize seyirten sözde gazeteciler, olmayan bu görüntüleri izlemişler gibi yazılar yazdılar. Develioğlu ile söyleşiler yapıp çarşaf çarşaf yayınladılar.
Olayın saçma sapan bir provokasyon olduğu o kadar belliydi ki...
Basit soruların bile yanıtını merak etmedi bu mevkute arsızları...
Türkiye’nin “pek akıllı” gazetecileri kendilerini kullandırmışlardı. Mantık dışı tonla çelişki vardı ve kimse sorgulamaya bile ihtiyaç duymuyordu.
// SORULMAYAN SORULAR…
** Kadın olaydan tam 5 gün sonra polise şikâyette bulunmuştu. Neden beş gün beklemişti? “Böylesine dehşet bir olayla yüz yüze gelen bir kişi nasıl davranış sergiler?” diye düşünülmemişti. Oysa kendisi ya da kayınpederi doğrudan Başbakana ulaşabilecek konumdaydı. Nikâh şahitliğini bile Sayın Tayyip Erdoğan yapmıştı. Beş gün süren bu anormallik bilindiği hâlde herkes sütre gerisine yattı.
** Ortada Adli Tıp’tan alındığı anlaşılan bir rapor vardı. Raporda “kadının bacaklarında küçük çaplı morluklar olduğu” yazılıydı. Ancak kadının polis ifadesi ile verdiği röportaj uyumlu değildi. Bu durumu da kimse sorgulamadı.
**Böyle bir olayla karşılaşan kadının, haklılığını kanıtlamak için polis ifadesini ve Adli Tıp raporunu söyleşi yaptığı gazetecilere vermesi lazımdı. Ama vermedi… Bu durum da kimsede kuşku uyandırmadı. Rapor daha sonra ortaya çıktı. Raporu veren doktorla da kimse konuşma ihtiyacı duymadı. Aradan 7 sene geçmesine rağmen, raporun altındaki doktorla hiçbir gazetecinin konuşmayı hâlâ akıl edememesi şaşırtıcı değil mi?
// TEK BİR GÖRGÜ TANIĞI YOK
** Bu konuda mütevazı olmam... 1997'den bugüne yazılı basında ve TV’lerde yüzlerce insanla söyleşi yaptım, konuk ettim. Polisin ifade tutanağı ile kadının beyanları arasında akıl almaz farklılıklar vardı. Gazete ya da TV söyleşisinde “yalan söyleyen ya da söylediğine inanmayan” kişi, söyleşide kendisini ele verir. Gözlerini kaçırır, konunun dışına çıkar, lafı gereksiz uzatır, ses tonunu yükseltir, gereksiz örnekler verir, konuyu zemininden ustalıkla saptırmaya ve dağıtmaya çalışır… Bu durumun gazetecilerde açık bir kuşku uyandırması gerekirdi... Kendilerini kullandırdıklarını bile bile bu haberleri yazmaktan geri durmamışlardı.
** Olayın gerçekleştiği iddia edilen Kabataş’ı bilenler bilir. İstanbul’un en hareketli yerlerinden biridir. Pek çok noktasında MOBESE kameraları ve bireysel kameralar bulunan bir bölgeden söz ediyoruz. Tramvayın ilk durağının olduğu Kabataş’ta günün 24 saati insan ve araç sirkülasyonu olur. Tramvayın hemen altında Taksim finiküler metrosu vardır, kıyıda iskeleler vardır, iskelenin hemen yanında Petrol Ofisi istasyonu vardır, otobüs durakları vardır, taksi durağı ve mutlaka sivil ya da resmi polis ekibi vardır.
İddia edilen olay yaşanırken güneş henüz batmamıştı. Üzerinden günler ve haftalar geçmiş, kamera kaydı hâlâ ortada yoktu. Başbakan “Bu Cuma günü göstereceğiz” demiş, üzerinden kaç cuma geçmişti. İki sene sonra bölgedeki kameraların binlerce saatlik görüntülerinin özel bir ekip tarafından en ince ayrıntısına incelendiği ve böyle bir görüntünün olmadığı anlaşıldı. Keza o saatlerde cep telefonları bölgede sinyal verenlerin sicilleri didik didik edilmişti. Develioğlu’nun akıl almaz ifadesi, onlarca polise aylarca gereksiz mesai yaptırmıştı.
// TEK CEP TELEFONU KAYDI YOK
** Kadın 70-80 kişilik bir topluluktan bahsediyordu. Bu şahıslar yürürken bira içiyorlar, belden yukarıları çıplak, haziran sıcağında deri pantolon ve deri eldiven giymişlerdi. Film setinden çıkıp gelmiş gibiydiler. Yaptıkları saldırı, kameralarda olmadığı gibi, çevrede olan yüzlerce kişinin de dikkatini çekmemişti. Polis müdahale etmemiş ve güzergâh üzerinde ta Beşiktaş’a kadar hiçbir MOBESE kamerasına takılmamışlardı.
** Herkes kadını konuşmuştu ama tıpkı Adli Tıp raporunu veren doktorda olduğu gibi kocasını merak eden yoktu. Adamın karısı böyle bir olay yaşıyor, kendisi de kısa bir süre sonra olay yerine geliyor, birlikte ayrılıyorlardı. Ama maşallah ne bir ses ne bir nefes vardı arkadaşta… Polise ve savcıya gitmek bile aklına gelmemişti, kimseye şikâyet etmemişti, basına konuşmamıştı… İşin hazin tarafı, söyleşi yapan gazeteciler bu durumu kadına hiç sormamışlar, kocasıyla da konuşmayı akıllarına bile getirmemişlerdi. Aradan tam 7 sene geçtiği halde, Zehra gelinin kocası hâlâ suskunluğunu koruyor.
** Ortada Adli Tıp raporu vardı, polis tutanağında akıl almaz ifadeler vardı, Başbakanın yaptığı konuşmalar vardı ama… Bir adli soruşturma yoktu… Normal bir durum muydu bu acaba? Bu olay gerçekse, herhangi bir Cumhuriyet Savcısı res’en, yani kimseden izin almadan soruşturma açıp, kayıtları Emniyet’ten isteyebilirdi? İstedi mi? Hayır… Bu durum da gazetecilerin kafasında hiç soru işareti oluşturmadı!
** İstanbul’un en hareketli yerinde onlarca kişinin karıştığı böyle bir rezil olay yaşanmıştı ama Allah için tek bir görgü tanığı, kayda giren kayda giren tek bir cep telefonu yoktu. İntihar edeni bile zevkle ve sırıtarak telefonuna kaydeden ahalimiz, bu olayda neden adamsendeci davranmıştı acaba? Polis o saatler arasında bölgede olan binlerce insanı HTS kayıtlarından takip etmiş, sorgulamıştı. Ya sonuç? Kocaman bir hiç! Bu durumda “gazeteci” müsveddeleri için normal bir durumdu.
// HİÇ KUŞKU UYANDIRMADI
** Zehra gelin, söyleşide yüzünü kapatıyor ya da arkasını dönüyordu. Oysa yüzünü kapatmasını gerektirecek bir durum yoktu. Genellikle suçlular ya da itirafçılar bu yola tevessül ederler. Oysa suçlu olmadığı gibi utanması gereken bir durum da yoktu. Bu hareket de hiç kuşku uyandırmadı ve sorgulanmadı. Olay artık Türk kamuoyunu ilgilendiriyordu ve siyaset meydanlarında meze olmuştu… Kaldı ki kadın AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı’nın geliniydi. Yaşadıkları gerçekten doğru olsa, o günlerin siyasi ortamında inanılmaz destek bulabileceği bir tepkinin mimarı olabilirdi…
Yıllarca konuşulan Kabataş olayı kapandı gitti.
Sözde gazeteciler yaptıkları pespayeliklerle baş başa hayatlarını sürdürüyorlar.
Olayın kahramanları Zehra gelin yıllardır konuşmuyor. Yaşandığı iddia edilen olaydan birkaç dakika sonra olay yerine gelen ve eşi ile birlikte ayrılan koca hiç konuşmadı.
Adli Tıp raporunu veren doktor ya da doktorlar hiç konuşmadı.
Olayla ilgili tüm bilgilere birkaç dakika içinde ulaşma yetkisi olan adli makamlar hiç konuşmadı.
Tek bir görgü tanığı bile olmayan bu akıl almaz olay, hiç dava konusu olmadı.
Ve aradan tam yedi sene geçtikten sonra, Türk basın tarihinin –bana göre- en büyük utanç vesikası olarak basın tarihimizde yerini aldı…
CAMİLER ÜZERİNDEN SİYASET YAPMAK HERKESE KAYBETTİRİR
AK Parti’nin yıllardır dilinden düşürmediği bir suçlama vardı.
Suçlamadan çok hedef göstermeydi belki de…
Ne zaman gündem aleyhine dönse, Sayın Cumhurbaşkanının “Bu CHP yok mu bu CHP… Bunlar camilerimizin kapısına kilit vurdular, camilerimizi ahır yaptılar… Bunlar yok mu bunlar, dinimize en büyük saldırıları yaptılar” diyesi geliyordu.
Meydanlar sürklase ediliyor, görevlendirilmiş arkadaşlar derhal televizyon ekranlarına taşınıyor, iş güç bırakılıyor, hadi bakalım 75 sene önce camiler kapatıldı mı kapatılmadı mı gibi deriiin mevzularda çene çalınıyordu.
// “AHIR YAPILAN CAMİLER”
Bu ve benzeri pek çok konuda gerçeğin ne olduğunu merak edenler, tarihçi Sinan Meydan’ın “El-Cevap” ve “Cumhuriyet Tarihi Yalanları” kitaplarına başvurabilirler. Bugüne kadar tek bir tekzip bile yemeyen bu kaynak kitaplarda gerçekler dayalı olarak kayıtlara geçiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir zaman camiler ahır ya da başka bir amaçla kullanılmadı. Akli dengesinin yerinde olmadığına dair raporu olan bazı tarihçi bozuntularının, “keşke galip gelselerdi” dediği Yunan işgali sırasında yaşanan bu olayları, “Cumhuriyet döneminde yaşanmış gibi anlatmak” gerçekten akıl alır gibi değil. Genç Cumhuriyet ahır yapılan camileri ibadete açtı, Yunan işgali sırasında zarar gören camileri de onardı.
Ha bu arada meraklılar, Adnan Menderes döneminde İstanbul’da geniş bulvarlar açılırken yıkılan camilerin hikâyelerini yine aynı kaynaklardan okuyabilirler.
Gelelim, “Camiler kapatıldı” iddialarına…
Evet, Atatürk’ün vefatı sonrasında Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, 1939-1946 arasında ülkedeki bazı camileri depo yapmış, kapısına kilit vurmuş, etrafına nöbetçi askerler dikilmiş ve ibadete kapatmıştı.
Ancak bunun sebebi, anlatıldığı din düşmanlığı değildi.
// İNÖNÜ’YE TEŞEKKÜR ETMELİ…
2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın olası saldırısından endişe eden İnönü, İstanbul Topkapı Sarayı’nda bulunan Hz. Muhammed’in kutsal emanetlerini ve uğruna savaş çıkarılacak çok değerli dini eşyaları Niğde, Sivas ve Kayseri’deki bazı camilere taşıdı.
Siyasi zekâsı ve manevraları ile ülkesini 2. Dünya Savaşı’ndan uzak tutan İsmet İnönü’ye teşekkür yerine hakaret edilmesi, bize özgü bir çarpıklık olsa gerek.
Geçelim…
Yıllarca bu söylemlerle mütedeyyin insanlar üzerinde etkili olan AKP iktidarı, korona virüs nedeniyle Türkiye’deki bütün camileri ibadete kapattı. Hatta bazılarının kapılarına zincirle kilit vurdu.
Cuma namazına gelip cami kapısındaki zinciri gören ve hıçkırıklara boğulan insanlarımızın görüntülerine YouTube’dan ulaşabilirsiniz.
Yapılan kesinlikle haklı ve doğru bir işlemdi. Virüs belası geçene kadar herkes namazını evinde kılmak zorundaydı.
İki ayı aşkın süredir kapalı kalan camiler, geçen Cuma günü sınırlı da olsa ibadete açıldı.
Pekâlâ, günün birinde bir siyasetçi çıksa, “Ah bu AK Parti yok muydu bu AK Parti… Hiçbir iktidarın yapamadığını yaptı, tüm camilerin kapısına kilit vurdu. Millete cami kapısında gözyaşı döktürdü” dese…
Sayın Cumhurbaşkanı ne hisseder?
Demem o ki, siyaset kurumu camiler üzerinden siyaset yapmayı bırakmalı.
Aynı şekilde vaazlarda gizli-açık siyasi mesajlar verilmemeli.
Gerçekten de çok incitici oluyor.
Dinimizin kutsiyetine yakışmadığı gibi, pek çok insanı da camiye gitmekten soğutuyor.
Herkesin duasını Allah kabul etsin.
İZMİR EMNİYETİ’NE DÜŞEN TARİHİ GÖREV
İzmir, Türkiye’nin hoşgörü çıtası en yüksek kentlerinden biri.
Belki de birincisi.
Ancak önceki hafta yaşanan ve Ramazan ayının kutsiyetine gölge düşüren iki provokasyon, İzmir üzerinden ülkenin sinir uçlarıyla oynanmasının nasıl büyük infiale yol açabileceğini gösterdi bize.
İzmir, yine haksız ithamların adresi olurken, siyasi hakaretlerin odağına oturdu.
Şehrin bazı camilerinden yayılan şarkılar, hepimizde haklı bir tepki yaratmış durumda.
Üst üste iki kez yaşanan bu olayı sakın hafife almayalım.
Yakın tarihimizi bilenler, 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’te Sivas’ta yaşanan katliam girişimlerini hatırlamalı, bilmeyenler ise mutlaka bilgi sahibi olmalı.
Belli ki Türkiye üzerine kapanmayan defterleri olanlar hâlâ iş başında.
Bu noktada İzmir Emniyet Müdürlüğü’müze ve başta Emniyet Müdürümüz Sn. Hüseyin Aşkın’a çok büyük ve tarihi bir sorumluluk düşüyor.
Türkiye’nin en donanımlı kadro ve teknolojilerine sahip kurumları arasında olan İzmir Emniyeti; bu akıl almaz ve alçakça olayı gerçekleştirenleri, planlayanları ve arka planında yer alan aklı mutlaka ortaya çıkarmalı.
Camilerin ezan yayını frekanslarına kimler sızdı, bu provokasyon hangi teknolojiler kullanılarak gerçekleştirildi, bir gün aradan sonra ikinci kez aynı hainliğin yapılmasında kimlerin ihmâli var?
Yığınla soru var aklımızda…
Deneyimli bir Emniyetçi olan Sn. Aşkın ve ekibinden, Türkiye’yi dehşete düşüren bu olayın faillerini en kısa sürede yakalayarak, adalete teslim etmelerini bekliyoruz.
Şu mübarek günlerde ağız tadımızı bozan terbiyesizleri, Türk yargısının karşısında görmek en büyük dileğimiz.
Bu prvokasyonun peşini bırakmayacağız.
İzmir Emniyeti’nden hâlâ güzel haberler bekliyoruz.