İran ve Türkiye

Abone Ol

Tarihsel gelişmeler açısından bakıldığı zaman söz konusu iki ülkenin de benzer özellikler gösterdikleri görülmektedir. Bu noktada alışkın olduğumuz “Güçlü iki Orta Doğu ülkesi’’ kavramı her iki ülke için yaygın olarak kullanılmıştır.  Bugün bazı istisnalar dışında halen aynı ifade kullanılmaktadır.

1789 Fransız İhtilali ve ardından yaşanan milliyetçilik akımı Osmanlı Devleti’ni ve birçok imparatorluğu etkisi altına almıştır. Milliyetçilik fikrinin giderek ağır bastığı bu tarihlerde, çeşitli isyanlar ile Osmanlı Devleti parçalanmaya yüz tutmuştur. Dönemin siyasal aktörleri olan ülkeler -başta İngiltere ile Rusya- bu siyasal gelişmelerden faydalanmak niyetiyle bazı siyasal senaryolar kurarak kendilerine sömürge alanları oluşturmaya çalışmışlardı. Bu Orta Doğulu ülkeler için sonun başlangıcı anlamına geliyordu.  Çünkü söz konusu yıllarda bir de Sanayi Devrimi yaşanmıştı. Bu devrim, üreten fakat üretecek yeraltı kaynağı olmayan ülkeler ile üretmeyen fakat yeraltı kaynağı olan ülkelerin kendi potansiyellerini fark etmelerini sağlamıştı.

Sanayi Devrimi ile üreten fakat yeraltı kaynağı olmayan ülkeler üretim makinelerine kaynak aramaya başladılar. Orta Doğu, bu konuda cazibe merkezi olmuş, siyasal aktörler, Orta Doğu’yu siyasal mücadelenin yaşandığı arenalar haline getirdiler. Bu gelişmeler bölgeye hâkim olan Osmanlı Devleti’ni ve İran’ı olumsuz etkilemiştir. Çünkü her iki ülke hem hâkim oldukları topraklar açısından hem de coğrafi konumları gereği emperyalist güçlerin dikkatini çekebilecek yerdeydiler.

Osmanlı devleti hem coğrafi olarak hem de demografik yapı olarak tehlikeli bir konumdaydı. Zira İmparatorluk olduğu için farklı unsurları bünyesinde barındırıyordu. Bu unsurlar, kendilerini Osmanlı vatandaşı olarak görüyorlar fakat dışarıdan da kışkırtılmaya çok müsait görünüyorlardı. Siyasal olarak güçlü olan emperyalistlerin yöntemi ise tam da bu unsurların olduğu bölgeye müdahaleden ibaretti.  1839 Tanzimat Fermanı, Osmanlı bürokrasisi ile halkı arasında bölgeye müdahaleyi engellemek amacıyla okunmuş bir fermandı. Bu fermanla Osmanlı Devleti, kendi topraklarında sadece kendisinin söz sahibi olduğunu bildirmeye çalışmıştır. Fakat buna rağmen başarılı olunamamış sonrasında imzaladığı 1876 Kanun-ı Esasi ve 1908 Meşrutiyeti ile bu amaç tekrarlanmıştır. Fakat sonuçta yine de istenen başarı elde edilememiş, Osmanlı Devleti imparatorluk niteliğini kaybetmiştir.

İran’da de benzer durumların görüldüğü dönemin kaynaklarından anlaşılmaktadır.  Zira ülke hiçbir zaman siyasal anlamdı istikrarlı bir nitelik gösterememiştir. Nasreddin Şah (1848-1896) döneminde Emir’i Kebir aracılığıyla başlanan modernleşme yani bir nevi demokratikleşme hamleleri siyasal anlamda bağımsız olmayan ülkede bir türlü amacına ulaşamamıştır.  Bu durumu fırsat bilen yine İngiltere ile Rusya, bölgeye müdahale etmişlerdir. Bu seferki siyasal zeminleri ise bölgede meşrutiyet isteyenler ile Şah yanlısı olanların taraflarında yer almaları olmuştur.

            Yaşanan mücadeleler ekonomik anlamda dışarıya bağımlılığı da körüklemiştir. Bu durum hem bölgede İngiltere ile Rusya’nın yeni bankalar kurarak borç para vermelerine yol açmış hem de siyasal anlamda etkilerinin artmasını sağlamıştır. Sonuçta 1906 ve 1911 yıllarında önemli meşruti gelişmeler yaşanmışsa da ülke bugün halen bağımsızlığını tam olarak kazanmış değildir.