Hamlet Davası - 8 / Dayan Yüreğim Dayan, Beni Yere Çökertme!

Abone Ol

Münire Eyüp (Neyyire Neyir) Hanım’a Saygı Yazıları - 11

“Kara bir suyu geçiyoruz şimdilerde / Basarak yosunlu taşlara / Sen bugünden yarına / Birazcık umut sakla” (Metin Altıok)

Hamlet davasının dördüncü oturumu, beklendiği gibi kesin kararın verildiği son oturum olmaz. Dava o denli merakla izlenmektedir ki, konu hakkında gazetelerde karikatür bile yayınlanır.

Davanın dördüncü duruşmasının yapılmasından bir gün önce, 2 Aralık 1941 günkü Akşam gazetesinin birinci sayfasında, ilginç bir karikatür göze çarpar. Karikatürist Cemal Nadir, Muhsin Ertuğrul’u Shakespeare’in tayfı (*Hayaleti) önünde diz çökmüş, kalemine tutunmuş bir görünümde, onun ruhuyla konuşurken çizmiştir. Shakespeare, Muhsin Hoca’ya moral vermektedir.

Tayf (Şekspir’in Ruhu) – Onları Allah’a havale et! Onları vicdan azabının göğü tırmalayan, kalbe batan dikenlerine terk et!

Rejisör – Sıkı dur ey kalp! Adalelerim, siz de birdenbire yaşlanıp gevşemeyin! Beni yere çökertmeyin!

Sokakta, basında herkes davaya gözünü dikmişken; mahkemenin dördüncü oturumu, ilan olunan 3 Aralık 1941 Çarşamba günü saat 11’de, Birinci Ağır Ceza’nın geniş salonunda yapılır. Oturum açılır açılmaz “karar tefhim” olacağı (*Hukuk dilinde: kararı yüzüne okumak) beklenir ama bu ‘tefhim’ son karar değil; karşılıklı yazılan yazıların, hakaret mi, eleştiri mi olduğunun bir bilirkişi heyetince de inceleneceği yönündedir. Mahkeme İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nden buna yetkili kişilerden bir heyet oluşturmasını isteyecek, bu inceleme sonucu kararını verecektir. Mahkeme 10 Aralık 1941 Çarşamba gününe bırakılır.

3 Aralık’ta yapılan oturumda olanlar sadece bunlar değildir; savcılığın Tasviri Efkâr gazetesi sahibi Ziyad Ebuzziya ve yazı işleri müdürü Cihad Baban aleyhine açılan dava karara bağlanır. Hatırlarsak; Hamlet davasında suçlananlardan oldukları halde, kesin karara bağlanmadan Hamlet davasıyla ilgili taraflı yayın yapmak ve dolayısıyla mahkemenin ‘safahatını’ basın yoluyla kamuya açmak suçuyla, savcılık her iki kişiyi de dava etmişti. Davanın sonucu: Ebuzziya ve Baban, Matbuat Kanunu’nun 27 ve 42. maddelerine göre 100’er lira ağır para cezasına çarptırılırlar.

Nihayet 10 Aralık 1941 günü yapılan beşinci oturumda, üniversite yönetiminin seçtiği üç kişilik “ehl-i vukuf” (*Bilirkişi heyeti) mahkemeye davet edilir. Bu kişiler; Hukuk Fakültesi, İdare Hukuku Bölümü’nden, Ordinaryüs  Profesör Sıddık Sami Onar, Edebiyat Fakültesi, Türk Edebiyatı Tarihi Profesörlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar ve aynı fakültenin Alman Edebiyatı Doçentlerinden Burhanettin Batıman’dır.

Heyet üyeleri, kimlik bildiriminden sonra yemin ederler. Tanpınar Hoca, “Maznunlar arasında dostlarım vardır. Ancak fikir vadisinde dostluğu bittabi nazara almayacağım” diyerek yemin eder. Diğer heyet üyeleri de herkes gibi karşısındakileri tanımaktadır. Onlar da yemin ettikten sonra Mahkeme Başkanı Cemil Güzey taraflara, seçilmiş olan heyete dair bir itirazları olup olmadığını sorar. Davalılar, ufak tefek soruları olsa da seçilen heyeti kabul ederler. 10 Aralık 1941 günü yapılan duruşma sırasında sadece bu iş yapılır ve asıl duruşma 17 Aralık 1941 gününe bırakılır. Ancak Peyami Safa’nın bilirkişi heyetiyle ilgili o gün söylediklerini buraya taşımak isteriz. Çünkü Safa’nn dedikleri son derece kışkırtıcıdır:

“Şüphe yok ki ehl-i vukuf seçilecek olan bu üç şahıs da memleket edebiyat ve fikriyatını temsil eden değerli kimselerdendir. Fakat rapor verildikten sonra fikrimizi beyan edeceğimize göre, rapor ve şahıslar hakkında itiraz hakkımızın mahfuz kalmasını isterim.”

Bu sevimsiz çıkışa karşı, hocaların hocası Sıddık Sami, çok açık bir tepki verir:

“Eğer rapordan sonra şahsımıza herhangi bir söz söylenecekse biz şimdiden çekilmeye hazırız!”

Bunun üzerine Peyami Safa; “Hayır, şahıs mevzubahis değildir. Fakat raporla ehl-i vukuf arasındaki münasebet hakkında itirazımız olabilir” demesiyle… mahkeme salonunu dolduran ve üst üste binmiş gibi görünen söz tınazında sanki kıvılcımlar çakmaya başlar.

Savcı Orhan Köni: “Bilirkişi heyetinden beklediğimiz şey şudur; eleştiri olduğu iddia edilen makalelerdeki cümlelerin eleştiri yaparken kullanılması zorunlu mudur, değil midir?”

Mahmut Esat Karakurt: “Aynı zamanda Muhsin Ertuğrul’un makalesindeki cümlelerin de kullanılması lâzım mıdır, değil midir? Zaruri midir, değil midir? Buna da bakılmalıdır.”

Nazmi Nuri Köksal: “Heyet aynı zamanda, edebiyat sanatı ile aktörlük sanatı arasında bir fark var mıdır, yok mudur buna da baksın lütfen! Bu sanatlardan birisinde ihtisası olanın diğerinde de ihtisası olması kabul edilebilir mi, edilemez mi?”

Peyami Safa: “Savcılık, heyetin makalelerdeki cümleleri incelemesini istedi. Ben de bu cümlelerin kullanılmasının zaruri değil, caiz olup olmadığının incelenmesini istiyorum.”(*Not: Safa burada, kendisi için yazılan ve onu çok gücendiren “Modern jurnalci” sıfatından söz etmektedir)

Sözler görünmez kılıçlar gibi havayı defalarca kesip, ait oldukları dilin altına döndükten sonra; hâkim heyete dönerek sorar: “Çalışmanızı şimdi mi yapmak istersiniz yoksa haftaiçi bir gün mü?” (Vakit gazetesi, 11 Birincikanun (*Aralık) 1941, Perşembe, Sene: 25, Gazete yayın no: 8589)

Heyet birkaç gün çalışma izni isteyince, raporun hazırlanıp sunulması için 17 Aralık 1941 Çarşamba günü, saat 11’de yapılmak üzere oturum kapatılır.

17 Aralık 1941 Tarihli Duruşma: Bilirkişi raporunu okuyor

Hamlet davasının 17 Aralık tarihli oturumunda neler olacağı merakla beklenmektedir. Çünkü o oturumda, dava için konuşulacakların sonuna gelinmiş olunacak ve bilirkişi raporunun okunmasından sonra bir yargıya varılacaktır sanısı yüksektir… Ama öyle olmaz!

Taraflar, mahkemenin yapılacağı Birinci Ağır Ceza’nın geniş salonunda, saat 11’de yerlerini alırlar. Celse açılır açılmaz, bilirkişi heyetinin hazırladığı rapor okunur:

“Celâleddin Ezine tarafından Tasviri Efkâr gazetesinde yazılan tenkit yazısında müstehzi ve tahrik edici cümleler olmakla beraber hey’eti umumiyesi itibarıyla, Ertuğrul Muhsin’in şahsına hakaret edilmediği, yazının tenkit mahiyetini geçmediği…

 Ertuğrul Muhsin’in Celâleddin Ezine aleyhinde Türk Tiyatrosu mecmuasında yazdığı yazıda, tenkide cevap teşkil etmekle birlikte, edebî ve ilmî bir tenkitte caiz olmayan bazı hakaretâmiz cümleler görüldüğü... ancak bu yazının, ölçüsüz bir tenkitten dolayı duyulan teessür ve bunun doğurduğu ruhî bir haletle yazılmış olduğunun gözden uzak tutulmaması…

Son olarak, Peyami Safa’nın birinci yazısında ilmî ve edebî bir tenkitte kullanılması lâzımgelen objektif kelimelerin dışına çıkıldığı ve Muhsin Ertuğrul’un şahsına, şöhretine, vakarına, haysiyetine tecavüz ve rejisöre hakaret edildiği,  ikinci yazısı tenkit olmakla beraber şahsı kırıcı muhteviyatta olduğu ve son yazısının ise mizahî bir yazı olduğu, hakaret teşkil etmediği…”

Önce büyük bir sessizlik olur. Öyle ki, nefes alıp vermeler duyulacak kadar büyük bir sessizliktir bu!  Zamanın donmasına benzeyen bu ‘sus’ durumunu Hâkim Cemil Güzey’in sorusu bozar: “Rapor okundu. Tarafların bir diyeceği var mıdır?”

İlk sözü Peyami Safa alır:

“Muhterem hâkim, ehl-i vukufun dava konusu hakkında salâhiyeti yoktur. Dahiliyeci bir doktorun göz hastalığından anlamayacağı gibi bu ehl-i vukuf da bu mevzuuda beyan-ı mütalaa edemez. Mevzuumuz tiyatrodur. Halbuki ehl-i vukuf heyeti arasında tiyatroya mensup bir zat yoktur. Edebiyata vâkıf olmak, tiyatrodan anlamak demek değildir. Sonra, ehl-i vukuf raporunda yazılarımda hakaret kastı olup olmadığına dair sorduğumuz suale de cevap yok. Bu cihete hiç dokunulmamış. Bu bakımdan rapor noksandır.“

Ardından söz alan Celâleddin Ezine, Safa’nın aksine raporu olduğu gibi kabul ettiğini söyler. Avukatı Karakurt da müvekkiline katıldığını bildirir.

Muhsin Ertuğrul da raporu kabul ederken, Cihad Baban raporu incelemek için kısa bir süre ister mahkemeden.

Peyami Safa’nın avukatı Reşat Kaynar, bir daha söz alır ve herkesi şaşkına çeviren ve bu davanın hiçbir zaman bitmeyeceğini düşünmesine neden olan bir açıklama yapar:

“Müvekkilimin temas ettiği noktalara itiraz ediyoruz. Mukabil taraf aleyhine hakkımızda “jurnalci” denilmesinden dolayı dava açtık ama müddeiumumi (*Savcılık) takipsizlik kararı verdi. Biz de Kocaeli Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na başvurarak, müddeiumuminin bu kararına itiraz ettik. Şayet orası lehimizde karar verirse, bu dava ile o davanın ve artist Talât (Artemel) tarafından aleyhimize açılan davanın tevhidi (*Birleştirilmesi) lâzım gelir.”

Ortalık yine karışmıştır. Herkes birbirine bakarken, Savcı Orhan Köni, Safa’nın avukatının açıklaması üzerine bir karşı açıklama yapma ihtiyacı duyar:“Kocaeli Ağır Ceza’ya gönderdiğiniz itiraz evrağı bittabi benden geçmemiştir.”

Hâkim, bir saat sonra, davaların birleştirilmesi konusunda kararını bildireceğini söyleyerek müzakereye çekilir.

Kısa bir süre sonra da; “tevhidin” (Davaların birleştirilmesi) nin olmayacağını bildiren hâkim, Cihad Baban’ın raporu incelemek için istediği süreyi gözönüne alarak duruşmayı 24 Kânunuevvel (*Aralık) 1941 Cumartesi günü, saat 11.30’a bıraktığını bildirerek, oturumu kapatır.

24 Aralık 1941 günü yapılan oturum, daha çok bilirkişi heyetinin hazırlamış olduğu raporun tartışmalarıyla geçer.

Raporda yazılanları ayrıntılı incelemek için süre isteyen Cihad Baban, o gün Tasviri Efkâr gazetesi yazarı Peyami Safa’nın, Hamlet davasını ilgilendiren konularda yazdığı yazıların hakaret değil de, eleştiri olduğunu vurgulayan bir konuşma yapar:

“Müddeiumumi (*Savcılık)  nasıl hukuk-u ammeyi (*Toplum hukukunu) temsil ediyorsa, muharrir de (*Yazar da) efkârı umumiyenin (*Toplumun) öylece mümessilidir (*Temsilcisidir) . Kusurlu gördüğü işlerin düzeltilmesi için, terakki yapmak hem hakkı, hem de vazifesidir. Kâri de muharrirden bunu bekler.”

Aynı oturumun dikkat çeken bir diğer konuşması da Safa’nın avukatı Reşat Kaynar tarafından yapılır:

“Türk Tiyatrosu mecmuasında yayınlanan ‘İbret’ başlıklı yazının altında her ne kadar imzası olmasa da; Ertuğrul Muhsin tarafından müvekkilim Peyami Safa’ya “Jurnalci” denerek hakaret edilmiştir (…) Şayet mahkûmiyetimiz cihetine gidilecekse, mukabil bir hakarete uğradığımız gözönünde tutularak 485. maddeden tatbikatını rica ederim.” (Son Posta gazetesi, 25 Birincikanun (*Aralık) 1941, Perşembe, ss. 1 ve 6)

Sonuç olarak iddia makamı eski iddialarını yinelemiş; Cihad Baban ve Peyami Safa’ya son savunmalarını yapmak için kısa bir süre verilerek oturum, 27 Aralık 1941 Cumartesi günü saat 11.30’a bırakılır.

27 Aralık günü ilk söz Peyami Safa’nındır:

“Muhterem hâkim, büyük bir teessürle arz etmek mecburiyetinde bulunuyorum ki; biz bu davanın ilk duruşmasından geçen celsenin sonuna kadar yüksek iddia makamının haksız talep ve muamelelerine, hatta hakaretine maruz kaldık. Belki hiçbir ceza davasında eşi görülmedik bir tarzda mağdur olduk (…)

Sonrası daha önce söylediklerinin tekrarıdır Safa’nın. Ama uzun konuşmasının sonunda öyle bir yere bağlar ki sözlerini, sanki, -ne bileyim, bana mı öyle geldi bilmiyorum da-  mahkemeye gözdağı vermek istemektedir yazar:

“Hulâsa, geçen müdaafanın sonunda da arz ettiğim gibi hakikat o kadar meydandadır ki, yüksek Farzı mahal hakkımda en hafif verebileceğiniz mahkûmiyet kararı, memleket vicdanında büyük bir korku uyandıracak ve bundan böyle, değil memleket hatta sanat mevzularında bile, tenkit cesaretini kıracaktır.”

Artık kendini tekrarlamaya başlayan Hamlet davası savunmalarına, bu oturumda başka bir boyut katılır: Sözü geçen ‘İbret’ yazısının, Muhsin Ertuğrul’un değil de, Vasfi Rıza’nın (Zobu) yazdığı bir yazı olduğu dillendirilir.

Hadi bakalım, ortalık bir daha karışır. Mahkeme gene kesin bir karara varamaz ve duruşma, 2 İkincikanun (*Ocak) 1942 Cuma günü yapılacak oturuma kalır.

Artık sinirleri iyiden iyiye yormaya başlayan bu dava öylesine bereketlidir ki; mahkemenin bu aşamasında bile ilgili ilgisiz herkes konuşmaya devam etmektedir. Onlardan biri de, ‘Yeni Adam’ Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’dur. Onun derdi ise bambaşkadır. Her ne kadar içeriği doğru olsa da, mahalle yanarken, elinde tavası, komşusunun yanan evinde yumurta pişirmeye çalışmak çok da sevimli bir tutum değildir :

“Efendim, ehl-i vukufun rapaorunda çok önemli iki hata vardır, derhal düzeltilmelidir! Birincisi, tiyatronun edebiyatın bir parçası olduğunun söylenmesi, ki bu külli yanlış bir saptamadır. Çünkü herkes bilmelidir ki; tiyatro dedikleri ne edebiyatın bir türü, ne de güzel sanatların çorbasıdır. Tiyatro bir aksiyondur, yani kendine özgü kanunları olan bir sanattır.

Rapordaki diğer yanlış da; ne münasabet, her yazarın eleştiriye vakıf olamayacağı düşüncesidir.”