Dosyamızın ilk bölümünü oluşturan Mutahhar Şerif Başoğlu ve büyük eseri İmralı dönemini bitirmeden, -kısaca da olsa- Selim Sırrı Tarcan’ın da İmralı ile ilişkisinden söz etmek istiyoruz. Ardından da, Demokrat Parti’nin 1950 yılının Temmuz ayında yasalaştırdığı “Kısmi Af”tan sonra İmralı rüyasının sonuna gelindiğini anlatıp, ikinci bölüme, “Mutahhar Şerif’in Ödemiş Günleri”ne geçebiliriz.
Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi’nin kurulmasına önderlik ederek ülkemizin olimpiyatlarda temsil edilmesini sağlayan, yazar, eğitmen, siyasetçi ve Türk voleybolunun babası kabul edilen Selim Sırrı (Tarcan) Bey’in de birçokları gibi İmralı Sosyal Sanatoryumu mucizesiyle yolu kesişmiştir.
Selim Sırrı’nın 1938 yılında, Cumhuriyet gazetesinde bir yazısı yayınlanır. Hayli serzeniş dolu olan bu yazısında Selim Sırrı, iftira ve karaçalmalar üzerine kalem sallamıştır. Yazının içinde dosyamızı ilgilendiren bir bölüm de vardır.
“Fransız dilinde darbımesel gibi söylenen ve adına “Systeme Basil” denilen bir söz vardır. Beaumarche’nin “Seville Berberi”nin bir sahnesinde uşak Bazil müzevir tipini temsil ederken bunu söyler: “İftira ediniz, iftira ediniz daima! Bir iz kalacaktır!” (…)
… geçen gün (ben de) bir iftiraya hedef oldum. Malûm ya, benim radyoda konferans merakım! Ben ne biliyorsam, ne öğrendimse gençlere telkin etmeyi bir vatan borcu bildiğim için içtimaî ve terbiyevî mevzular üzerinde mikrofonda konuşuyorum.
Bundan üç ay evvel imzasız bir mektup aldım: “Yeter artık! O müstekreh sesini işitmekten usandık, sus! Eğer susmazsan biz seni susturmanın yolunu biliriz!”… Hayret! Ne denir! Refikamla okuduk ve güldük. Aradan çok geçmeden ortalıkta bir şayia: “Selim Sırrı radyoda ‘Üç Sarhoş Padişah’ mevzulu bir konferans vermiş! Olmayacak şeyler söylemiş!”… Haberim yok, ne padişahtan, ne de içkiden bahsetmedim, iftira, yalan!
Bu tezvire inanmış olan maarif erkânından eski bir dostuma 1938 yılı içinde İstanbul radyosunda verdiğim dokuz konferansın listesini gönderdim: “Karakter Terbiyesi, Finlandiya’da Bir Gezinti, İlk Aşkım, Mes’ud Olmanın Yolu, Türk Genci Kendine Güven, Puşkin, Köylü Kardeşlerimiz, Fikrî ve Bediî Hayat ve son konferans ise İmralı Adası’nda!” (Cumhuriyet gazetesi, 12 Birincikânun (*Aralık) 1938, Pazartesi, Yıl: 15, Gazete Yayın no: 5238, Selim Sırrı Tarcan’ın ‘Pazartesi Musahabeleri’ adındaki köşesindeki “İftira Ediniz!” başlıklı yazısından alıntı)
Selim Sırrı’nın İmralı’yla ilgili neler anlattığını merak edip, bu dosyayı yazdığımız 2024 yılından 86 yıl önce yapılmış olan bu radyo konuşmasını bulmayı denedik. Radyo konuşmasına ulaşamadık ama bu konuşmanın içeriğini karşıladığını düşündüğümüz başka bir kayda rastladık. 1942 yılında, Ulus gazetesinde yayınlanmış, Selim Sırrı Tarcan imzalı aynı temalı başka bir yazıya!
“Ne yazık ki medeni insanlar arasında, hiddet, tehevvür, kıskançlık, intikam gibi hislere kapılarak hemcinsinin hayatına kıyan, onu yaşamak hakkından mahrum eden gaddar, zalim, katı yürekli olanlar da vardır. Bu gibilere cemiyet câni damgasını vurur, kanun yakalarına yapışır, işledikleri fenalığın derecesine göre hapse konur, prangaya vurulur veya darağacına gönderilirler (…) On beş, yirmi sene zındanda kaldıktan sonra tekrar içimize uslanmış, akıllanmış olarak dönmezler. Çünkü hapishanede geçirdikleri tembel ve âtıl hayat onların enerjisini öldürdüğü gibi, kendilerini insanlıktan da uzaklaştırır (…) Bu mahkûmlara insanlık, ahlâk, terbiye mevzuları üzerinde konferanslar verilse bile yola gelirler mi diye bazen düşünür, sonra bunlara söz kâr etmeyeceğine hükmeder, bu fikirden vazgeçerdim. Bir gün Başvekilimiz Sayın Saraçoğlu Şükrü’nün Adliye Vekili iken İmralı adasında tesis ettiği cezaevini gidip gördüm (…) Ben bu ıssız adada kale gibi yüksek duvarlar, demir parmaklıklı kapılar, süngülü jandarmalar, nihayet boyunlarında, ayaklarındaki prangaları şakırdatarak dolaşan katiller göreceğimi zannediyordum. Halbuki şimdi karşımda ziraatla, sanatla kendi halinde yaşayan bir köy halkı vardı (…) tıpkı bir komün halkı gibi sessiz, sakin işleriyle meşgul idiler (…) İşlerine dört elle sarılmışlar, köylerinin imarını vazife bilen bu beşeriyet tortusunun faaliyetine hayran oldum.
Daima Avrupa’da gördüğümüz iyi şeylere imrenir, niçin bizde böyle değil diye söyleniriz. İşte bir eser ki ufak himmetle büyük netice elde edildiğinin en büyük misali! Cumhuriyet hükümetimizin, bilhassa adliyemizin bu eseri göğüs kabartan bir muvaffakiyet değil midir?” (Ulus gazetesi, 7 Eylül 1942, Pazartesi, Selim Sırrı’nın ‘Hafta Konuşmaları’ adlı köşesindeki, “İmralı Adası Mahkûmları” başlıklı yazısından alıntı)
Selim Sırrı Tarcan’la ilgili, İmralı Hükümlü gazetesinde de bir ize rastladık. Anlaşılan o ki, İmralı mahkûmları da, birçoğu gibi Tarcan’ın gazete yazılarını dikkatle izlemektedir.
“Selim Sırrı’nın meşhur bir fıkrası vardır: Köylünün biri ufak bir küpe bal doldurur, sonra sırtına vurup sabahtan akşama kadar sokakları dolaştığı halde, hiç satamadan evine dönermiş. Kocasının balını kimse niçin almıyor diye karısını merak almış. Bir sabah kocasının peşine düşmüş. Çok geçmeden adamcağızın neden balını satamadığını öğrenmiş. Çünkü kocası çok asık bir suratla bal, bal diye haykırıyor; herkes de onun asık suratını görmemek için alışveriş etmiyormuş. Adam bir gün gene balını satamadan eve dönünce, karısı: “Ben neden senin bal satamadığını biliyorum. Senin sırtın bal taşıyor ama suratın sirke satıyor” demiş.
Görülüyor ki güleryüz ve neş’e insanlara büyük kazanç temin eder. Neş’eli olmak da sıhhatimizle ilgilidir. Sıhhatli olabilmek için de muntazaman çalışmak, rahat uyumak, sık sık yıkanmak, dişleri fırçalamak, temiz çamaşır ve elbise giymek, spor yapmak, yenilecek ve içilecek maddelerin vücuda zarar vereninden sakınmak, velhasıl kendi kendini iyi kullanmakla kâbildir. İşte mes’ut olmanın iki anahtarı: Neş’e ve sıhhat! İmza İmralı Adamı!” (İmralı Hükümlü gazetesi, 17 Eylül 1948, Cuma, Yıl: 1, Sayı: 33)
(Meraklısına not: Saptanan o ki, Selim Sırrı Tarcan, yaşamı boyunca 58 kitap ve 2500 makale ve yine pek çoğu spor konusunda olmak üzere 1520 konferans vererek erişilmesi güç bir rekora ulaşmıştır.)
14 Mayıs 1950 seçimleriyle başa gelen DP, 27 yıl sonra iktidarı tek parti CHP’den devralır. Yaptığı ilk iş, 18 yıldır Türkçe okunan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlamak ve çok ciddi tartışmalara yol açan kısmî bir af yasası çıkarmak olur. Yasa, 14 Temmuz 1950 tarihinde “Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun” adıyla yasalaşır ve 15 Mayıs 1950 tarihinden önce işlenmiş olan pekçok suç af ve tenzil edilerek, yeni bir dönem başlatılır. Dönem ve af yasasıyla ilgili pekçok şey yazılabilir ancak bunu uzmanlarına bırakıp, biz bu kısmî affın nedeni hakkında, dönemin İçişleri Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu’nun radyoda yaptığı konuşmayı yazmakla yetineceğiz:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 14-7-950 tarihli toplantısında kabul edilen af kanunu aziz milletimizin büyük ulüvvü cenabının bir kere daha ifadesidir. Millî vicdanın bu geniş ve temiz faydası neticesi olarak cezaevlerinden tahliye edilecek olanların veya haklarındaki takibat durdurulmuş bulunanların cemiyetimiz içinde yeniden alacakları yer tamamen millî vicdanın lütûfkâr himayesidir.
Türk demokrasisinin millî bünyedeki kuvvetine dayanan bu af kanunu hükümlerinden istifade edenler, döndükleri cemiyetin içinde ilerisi için kendi hareket haklarını ve mevkilerini millî vicdanın bu geniş mânası karşısında kanunlara itaat etmek ve cemiyete faydalı olmak suretiyle tayine mecburdurlar. Ve buna layık olmaya çalışmalıdırlar.
Hiçbir an için unutulmamalıdır ki, memleketin umumî huzur ve sükûnunun fert bakımından, cemiyet bakımından en küçük bir sarsıntıya uğramasına asla müsamaha edilemez ve edilmeyecektir. Hükümetin emniyet organları daima herhangi bir kanunsuzluğun husülüne meydan vermeyecek dikkate sahiptir. Af gibi cemiyet hayatı içinde zaman zaman izhar edilen ulüvvü cenaplar hiçbir an için memleket huzur ve sükûnunu bozacak bir neticeye vasıl olamaz.
Af kanununun hükümleri arasında bulunan ve affa mazhar olanları ne surette olursa olsun yeni bir suçu irtikâpları halinde geçmiş mahkûmiyetlerinin cezaları ile birlikte takibata uğrayacakları unutulmamalıdır.”
1950 yılının Temmuz ayında af çıkar; gazeteler özetle şöyle başlıklar atarlar: “Affın içine giren suçlardan iki senelikler af, fazlası üçte ikisi silinerek ceza indirimine gidildi. Ölüm cezası 20 seneye, müebbet hapis 15 seneye çevrildi.” Ve hemen ardından da eklerler: “Nâzım Hikmet ve komünistler affedilmediler!”… Çıkarılan affın adaleti ve duruluğu konusunda kuşkuya kapılmamıza yol açan bu ayrıntı için Meclis’te ateşli konuşmalar yapılır. Utanç tarihine geçen o konuşmalardan birini Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri yapar:
“Komünistlerin memlekete ihanet ettiklerini ve birer vatan haini olduklarını unutmayalım. Çocuklarınıza bir gün diyeceksiniz ki, bak bu adam vatan hainidir. Biz bunu affettik (…) Komünistler muayyen merkeze bağlı insanlardır. Bir komşumuzla kavga ettiğimiz zaman o devlete bu milletin kapılarını açmaya azmetmiş insanlardır. Komünistler mahkûm edilir. Onların, Türk hâkimi komünisttir kararını verdikten sonra hava alsın diye dışarıya çıkarılmasını kabul edemeyiz. Sonra biz hava alırız. Nâzım Hikmet’e gelince; onun komünistliğinden şüphe etmek gaflet demektir. Daha dün hapiste “Kalbimin yarısı Yunanistan’da, yarısı Çin’de kurşuna diziliyor” diyordu. Onu dışarı çıkardığımız taktirde bütün komünist cihan, hükümetten onu aldık diyecektir.” (Son Posta gazetesi, 15 Temmuz 1950, Cumartesi, Sene: 20, Gazete Yayın no: 5637 + 1534, ss. 1 ve 7))
Çıkarılan af, cambaza bak yapılarak, toplamda sekiz bin civarında mahkûmu kapsasın da; Nâzım Hikmet ve diğer komünistleri kapsamasın tartışmasına evrilir. Bu konu başlı başına bir tez dosyasını dolduracağından, şimdilik bu noktada durup; İmralı mahkûmlarının durumu nedir acaba dediğimizdeyse; konuyla ilgili ulaşabildiğimiz ilk kaynak, aftan üç gün sonra yayınlanan bir gazete kesiğidir: “İmralı’dan 475 mahkûm tahliye edildi” başlıklı haberde şöyle denmektedir:
“Af kanunu meriyete girdiği gün, İstanbul ve Üsküdar cezaevlerindeki tahliye muamelesi tamamen bitirilmişti. Yalnız İmralı adasında bulunan ve mahkûmiyetleri iş esasına göre hesap edilen mahkûmların tahliye muamelesi düne kadar devam etmiş ve 475 mahkûm affın şümulü dairesinde tahliye olunmuştur. Affedilip serbest bırakılan mahkûmların bir kısmı oradan vapurla Mudanya’ya gitmişler, diğer bir kısmı da yine vapurla dün akşam saat yirmide Sus vapuruyla şehrimize (*İstanbul) gelmişlerdir.” (Son Posta gazetesi, 18 Temmuz 1950, Salı, Sene: 20, Gazete Yayın no: 5637 + 1537, ss. 1 ve 2)
Bir gün sonraki gazetelerde yine İmralı mahkûmlarıyla ilgili haberler vardır. 19 Temmuz 1950 tarihli Yeni Sabah gazetesinde yayınlanan “İmralı mahkûmları geliyor” başlıklı bir haberde, “Necat vapuru bugün İmralı’dan tahliye edilen 550 mahkûmu şehrimize getirecektir” denirken; apar topar ve kamuoyunu etkilemek için yapıldığı hissine kapılmamıza neden olan ilk maraza da aynı haberin içinde karşımıza çıkar.
“Af kanunundan istifade ederek Cumartesi günü tahliye edilen ve hırsızlık suçundan dolayı 6 senelik mahkûmiyeti bulunan Cemal Ayvaz, evvelki gece Ayazpaşa’da bir apartmanı soyarken suçüstü yakalanmış ve Beyoğlu Savcılığınca tevkif edilerek dün yeniden Sultanahmet Cezaevine iade edilmiştir.”
20 Temmuz 1950 tarihinde çıkan gazetelerde, öncelikle İstanbul ve civarı olmak üzere, tahliye edilen mahkûmlarla ilgili daha ayrıntılı rakamlar ve bilgiler vardır.
“İstanbul Savcılığına bağlı dört cezaevinde aftan istifade ederek tahliye olunan hükümlü ve tutukluların yekûnü dün akşama kadar 1500’e varmıştır. İmralı cezaevinden tahliye olunan 680 mahkûm dün akşam saat 17’de Necat vapuru ile şehrimize gelmiştir (…) Vapur saat 17’de (Galata) rıhtımına yanaştığı zaman mahkûmlar ve aileleri sevinç içinde Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve DP iktidarı lehinde büyük tezahüratta bulunmuşlardır. Bu arada binlerce kişinin “Yaşasın Celâl Bayar!” diye haykırışları heyecanları bir kat daha arttırmıştır. Sevinç gözyaşları arasında karşılanan mahkûmların birçoğu rıhtıma çıkar çıkmaz yerlere kapanarak taşları öpmüşlerdir.” (Son Posta gazetesi, 20 Temmuz 1950, Perşembe, Sene: 20, Gazete Yayın no: 5637 + 1539, ss. 1 ve 7)
Konuyla ilgili vereceğimiz son örnek, aynı tarihli Yeni İstanbul gazetesinden olacak. Çünkü bu gazetede yayınlanan haberde, -biraz farklı olsa da- diğer hiçbir gazetede olmayan ayrıntılar vardır:
“İmralı Cezaevi’nde af kanunundan istifade eden mahkûmlardan 680 kişilik bir grup dün saat 16.30’da Denizyolları tarafından tahsis edilen Necat vapuruyla İstanbul’a gelmişlerdir. Mahkûmların aile ve tanıdıklarından mürekkep kesif bir kalabalık Galata rıhtımını doldurmuştu. “Geçmiş olsun İmralılar” ibaresini taşıyan bir flama ile motorla gemiyi açıkta karşılayanlar bile olmuştur.
Gemi limana girerken mendiller sallanıyor, mahkûmlar büyük tezahürat yapıyor, hep bir ağızdan “Ya ya ya, Şa şa şa Celâl Bayar çok yaşa!” diye haykırıyorlardı. Bunların aileleriyle kucaklaşmaları son derece heyecanlı olmuş, birçokları saadetten sevinç göz yaşı dökmüşlerdir.
İmralı’da aftan istifade edemeyen yalnız 95 mahkûm kalmıştır.
Gelenlerin ekserisini ağır cezalılar ve dolayısıyla büyük suç işleyenler teşkil ediyordu. Aralarında dört yüz katil, ırz düşmanı, 8-30 seneye mahkûm olanlar, hatta idamdan yakasını kurtaranlar bile vardı. Fakat bu mahkûmların (…) birçoğu sadece basit bir izzet-i nefis meselesinden veya istemeyerek katil olmuş kimselerdir. Hemen hemen hepsi de hürriyetin mânasını ve kıymetini çok iyi taktir ettiklerini, bıçak veya tabanca taşımamaya yemin ettiklerini ifade etmişlerdir.
İmralı Cezaevi Müdürü Hazım Çelik de aynı vapurla şehrimize gelmiştir.”
Anlaşılan o ki, affı çıkaran hükümet, durumun toplumda yaratacağı endişeden de haberdardır. Öyle olmalı; yoksa bu haberin son bölümüne tutup da şöyle bir paragraf yazmazlardı herhalde?
“Binden fazla mahkûmun tahliye edilerek İstanbul sokaklarına salıverilmesi karşısında zabıtaca ne gibi tedbirler alındığı hakkındaki sualimizi Emniyet Müdürü Kemal Aygün şu şekilde cevaplamıştır:
“Af kanunu tatbikatına başlandığından beri gereken fevkalâde tedbirler alınmış bulunmaktadır. Hemşeriler için bu hususta endişe edilecek bir cihet yoktur. Esasen günlük zabıta vakalarında şimdilik bir artış yoktur, hatta azalma vardır. İstanbullular müsterih olabilirler…” (Yeni İstanbul gazetesi, 20 Temmuz 1950, Perşembe, Gazete Yayın no: 232)
Gerçekten “müsterih” olundu mu peki?
Her ne kadar böyle cilalı sözler söylense de, arşivimizdeki bazı belgeler bunun çok da doğru olmadığını göstermektedir. DP ile birlikte her şey değişmekteyken, İmralı’yla başlayan ve iş esasına dayanan cezaevleri sistemi de, bilen bilmeyen herkesin ağzında çiğnenmeye başlanarak, dünyayı kendine hayran bırakan Mutahhar Şerif Başoğlu’nun İmralı Sosyal Sanatoryumu ve onun çizgisinde şekillenen diğer cezaevleri, vahşi bir cehaletin elinde parçalanmaya, mahkûminsanı aşağılayan klasik ortaçağ sistemine geri dönülmeye, artık biri onların hikâyesini yazana kadar yapılan onca gurur verici iş sonsuza kadar unutulmaya terk edilmek üzeredir.
11 Kasım 2024 / Devamı var