Markopaşa’nın kapatılması için bahane edilen yazıların tamamına ulaştık, okuduk ve hazin bir bulut kümesinin içine düştük. Yüreğimiz elimizde, içimizden şu soruyu sorduk kendimize hüzünlü bir sesle: Bu yazılar yüzünden mi kapatmışlar bir dergiyi? Yazık! Çok yazık!
“Pamuk Prenses Elizabet Doğurdu” ve “Dünya Kralları İşi Azıttılar” başlıklı yazılar derginin aynı sayısında yayınlanmıştır.
“(Ankara Radyosu’nun hırıltı, dırıltı ve gürültüsü arasından güçbela duyulmuştur) - Üstünde güneş batmayan, fakat müstemleke (*Sömürge) insanları batan şahane İngiltere İmparatorluğu’nun nazenin pamuk prensesi Elizabet, Eminönü meydan saati ayarıyla dün gece saat üçü on bir buçuk dakika, dört saniye geçe doğurmuştur (…) Doğum münasebetiyle, yol gitmez, kuş uçmaz, kervan geçmez, doktor bilmez, bakan uğramaz köylerimizde davullar, zurnalar çalınacak, ricali umur ve ehli kuburun da etekleri zil çalacaktır (…) Prensesle prensin ilk randevularından tam dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat, dokuz dakika, dokuz saniye sonra dünyaya gelmesi de İngilizlerin ne kadar sözünün eri olduklarını dünyaya bir kere daha isbat etmiştir. Yaşasın kral kurusu!”
‘Krallar İşi Azıttılar’ yazısıysa şöyledir:
“Son günlerde dikkat ettiniz mi krallara ve kraliçelere bir azgınlık arız oldu. Kimi evleniyor, kimi boşanıyor, kimi doğuruyor… Biz de dünyaya demokrasi gelecek diye hababam avucumuzu yalıyoruz.
Bir zamanlar İran Şahı evlenecek oldu. Sanki gerdeğe biz girecekmişiz gibi düğün bayram ettik. Zavallı Türk halkı, bir pazar olsun seyrana gidemezken İran Şahının düğününe giranbaha hediyeler gönderdik, gazeteciler, muharrirler, bölük bölük askerler gönderdik. Sözüm ona biz Cumhuriyetiz de, hani İran da krallık!
Ne oldu, ne bitti bilmeyiz, İran Şahının karısı, Mısır kralının da kardeşi güzel Fevziyecik, Şahın burnunu mu beğenmedi, her ne oldu ise, kocasını Dıran Dedenin düdüğü gibi, Şahlık âsâsı elinde sipsivri Tahran Sarayında bırakıp, ağabeyisi Mısır kralının yanına kaçtı. Şimdi öğrendik ki boşanmışlar. Biz Cumhuriyetiz, bize ne değil mi? Yooo… bizimkilerde bir ahı figân, gazetelerimiz, radyomuz iki gözü iki çeşme kan ağlıyor.
Derken arkadan Kral Faruk da galiba İran Şahını kıskanmış, o da karısı Prenses Feride’yi boşamışmış. Resimlerine bakılırsa, hani Feride de Feride…
Nasıl kıydı bilmem? Sebep olarak da Feride’nin hep kız doğurduğunu, oğlan doğuramadığını ileri sürüyormuş. Bu da gösteriyor ki kralların gözünde kadın, hâlâ kuluçka makinesinden başka bir mal değildir. Bizim köyde erkek evladı da, kız evladı da yapan erkektir.
Kral Faruk geniş bir araziyi, paha biçilmez mücevheratı, muazzam malları hep Prenses Feride’ye bağışlamış. Bağışlar a… Bu malı mülkü kazma sallayıp, kafa patlatıp kazanmadı ya! Bu yeni zevce erkek doğurursa ne âlâ, doğurmazsa yallah!.. Ona beş on çiftlik, hadi yenisi. Amasya’nın bardağı, bir olmazsa bir daha… Mısır’da arazi mi yok, yoksa karı mı yok… Zavallı Mısır fellâhının da Nil bataklıkları içinde iki hurma çekirdeğine anası ağlasın dursun. Bir yandan haşmetli Mısır kralını, bir yandan daha haşmetli İngiliz imparatorunu beslesin. Biz Cumhuriyetiz, Mısır kralından bize ne değil mi? Yooo… baksanıza gazetelerimiz, radyomuz, ajansımız iki gözü iki çeşme ağlıyorlar.
Mısır kralı, İran şahını kıskanıp karıyı boşadı. Şimdi ister misin Türkiye Cumhuriyeti Krallığının da prensleri öbür krallara özenip de karılarını dehlesinler. Sen o zaman gör curcunayı, mahkemeler boşanma davasından adam almaz. Çünkü Mısır’da, İran’da kral bir tane, halbuki bizde şahlar, şahbazlar, krallardan geçilmiyor. Şefler, şeflerin kuyruğu, kuyruğunun kuyruğu, şeker kralları, pirinç kralları, zeytinyağı kralları, hepsi de küçük dağları ben, büyüklerini de o yarattı diyor. Vallahi bugünlerde krallar azdı, başlarına galiba bir gelecek var.” (Markopaşa, 26 Kasım 1948, Yıl: 1, Sayı: 5 (35))
Bu yazılardan en çok, Kral Faruk’un ağzından yazılan “Bir Kadın Aranıyor” başlıklı yazı gülümsetti bizi:
“Tahtıma vâris olacak bir erkek çocuk doğuramadığından karım Ferideciği talâkı selâse (*Mecelle’ye göre, kocanın ayrı ayrı üç kez ya da üst üste üç kez sözle karısını boşadığını bildirmesiyle gerçekleşen boşanma) ile boşadım. Şimdi bir erkek çocuk doğuracak müceddet bir kadın ve yedek parçaları satın alınacaktır. Aranan şartlar:
- Evvelce bu işte çalıştıklarına dair bonservis
- Muvaffakiyetlerini gösterir belge
- Eski işlerine dair iyi hâl kâğıdı
Bu şartları haiz olanların dört cepheden çekilmiş anadan doğma resimleri, vücut ölçüleri, sağlık raporu ve diğer vesikaları ile sarayıma müracaatları… Kral Faruk” (Markopaşa, 3 Aralık 1948, Yıl: 1, Sayı: 6 (35))
Markopaşacıların sözcükleri, iki yanı keskin kılıçlar gibidir. Bu yazıların yayınlanmasından bir hafta sonra, 15 yıldır yapılamayan Adliye Binası için dalga geçen bir anket yayınlar Ilgaz Usta ve arkadaşları:
“On beş sene evvel yanan Adalet Sarayı’nın on beşinci ölüm yıldönümü vesilesiyle İstanbul avukatlarından bir kısmı, yanan adliye binasının harabesine çelenk koymuşlardır. On beş senedir yapılan bunca apartman, han, hamama karşılık hâlâ adalet sarayının nereye yapılacağı bile tesbit edilememiştir. Hükümete bir kolaylık olmak üzere, adalet sarayı ile ilgili olanlar arasında açtığımız anketi neşrediyoruz.
Evvela Başbakan Hasan Saka’ya sorduk. “Bana kalsa, adalet sarayı Amerika’da, Truman’ın münasip göreceği bir yere yapılmalıdır” teklifinde bulundu. Adalet Bakanı da, “Kazlıçeşme’de gecekondular arasında yapılmalıdır” dedi.
Maliye Bakanı Şevket Adalan, “Bence Adliye Sarayı’na lüzum yoktur. Öbür sarayların masrafı dururken, israfın sırası değil” mütalâasında bulundular. İçişleri Bakanı da “Alışveriş yerine yakın olması için adalet sarayını Maslak yolunda yahut Zincirlikuyu’da yapmalıyız” dediler.
Eski adalet sarayı harabesine çelenk koyan Avukat Orhan Arsal, “Hayırsızada en münasip yerdir” dedi. Recep Peker, “Bizim ev münasiptir” dedi. Kenan Öner de, adalet sarayının yeri olarak çocuk bahçesinin uygun olacağını ileri sürdü.
En son olarak fikri sorulan Markopaşa: “Adalet Sarayı’nın seyyar olması muvafıktır!” dedi.” (Markopaşa, 10 Aralık 1948, Yıl: 1, Sayı: 7 (35))
Daha önce sözünü birkaç kere ettiğimiz, Rıfat Ilgaz’a yapılan en ciddi suçlamalardan biri olan ünlü “Cumhurbaşkanına hakaret etti” hikâyesini de anlatarak, Müdürün köpeği Pamuk’a dönmek istiyoruz.
Gazeteci Çetin Özer’in Rıfat Ilgaz’la yaptığı ve 1987 yılının Mart ayında, Sanat Olayı adlı derginin 58. sayısında yayınlanan söyleşide, son derece eğlenceli ama biraz da ayıp olan bu konu da konuşulur.
- Markopaşa’ya açılan davalar arasında Cumhurbaşkanına hakaret davası da var. Bunu anlatır mısınız?
- Dergiyi çıkarırken, reklam falan yapacak durumda değildik. Bu yüzden dikkati çekecek bir manşet arıyordum birinci sayfaya. Ve buldum. Yanımdaki Mustafa Uykusuz’a söyledim. O sırada Uykusuz’la yer yatağında yatıyoruz. Başlık: “Celal Bayar’ın Hanı Var!” Bu Kastamonu deyimidir. O zamanlar argo bir tekerlemeydi. Arkasından “Yok anasının bilmemnesi var” sözü gelir. Zaten Mustafa da bana uykusunun arasında “Yok anasının bilmemnesi var” dedi. Neyse bu başlığı kullandık. Dergi satışa çıktı. Meserret Pastanesi’nde oturuyoruz. Çocuk elinde gazeteler pastaneden içeri girdi: “Markopaşa yeniden çıktııı! Celal Bayar’ın hanı vaaar!” diye bağırarak. Tam o sırada herkes gülüşerek, “”Yok anasının bilmemnesi var” demez mi? İşte dedim, tuttu.”
İktidar sahipleri, bu demirden sert muhalif seslerden çok rahatsız olur ve hemen baskı silahlarına sarılırlar. Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırında, Istranca dağlarında Ali Ertekin adında cahil bir adam tarafından öldürülür. Verem hastası Rıfat Ilgaz, çırılçıplak soyularak buz gibi nezaretlerde tutulur, hasta olduğu halde verem sanatoryumuna gönderilmemesi için türlü işkencelere, anlayışsızlıklara maruz kalır. Aziz Nesin de bir yandan “Medet” adlı bir dergi çıkarmaya, diğer yandan yediği dayaklarla dalga geçmeye, onu döven İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir’i Türk siyasi mücadele tarihine en kirli harflerle yazarak çektiği acıyı azaltmaya çalışır.
Kısaca da olsa, Markopaşa’nın hüzünlü kapatılış hikâyesini hatırladığımıza göre, biz İmralı Müdürünün tabldottan beslenen, iki bakıcısı olan şöhretli köpeği Pamuk’a, Pamuk’la ilgili bir yazı yazan Rıfat Ilgaz’ın başına gelenleri anlatmak üzere konumuza yeniden dönebiliriz. Pamuk yazısı yayınlandıktan sonrasını Ilgaz Usta’dan dinleyelim:
“Orhan Erkip Hür Markopaşa’yı çıkarmaya başlamıştı. Benim sorumlu müdürlüğüm sırasında, üç beş parça yazı kalmıştı elinde. Bunları yayınlayıp bitirdikten sonra yürütemeyeceğini anlayınca Hür Markopaşa’nın imtiyazını bana devretmiş (ti)… Tek başıma yürütebilecek miydim bu gazeteyi?
“Nasıl Gazeteci Oldum?” diye Hür Markopaşa’nın ilk sayısından beri yayınlanan bir dizi vardı. Aziz’den kalma… Olay Sultanahmet Cezaevinde geçiyordu. İçeride yazdıklarını nasıl dışarı çıkardığını anlatıyordu. Taa 1944’lerden beri yaşadığımız olaylardı bunlar… Markopaşa geleneklerine göre diziyi sürdürmemde hiçbir sakınca görmemiştim. Dergi bütün saltanatıyla çıkmaya başlamıştı (…)
Bir gün Osmanbey Matbaasındaki odamda otururken kapı vuruldu. Ben yazdığım yazıya öyle dalmıştım ki karşımda cezaevi müdürünü görünce, yazdığımı da yazacağımı da şaşırmıştım (…) Lafı hiç dolaştırmadan: “Rıfat Bey” diye başladı, “Bu yazıları hemen kesmeniz için ricaya geldim!” (…) “Hangi yazıları?” diye uzatmaktansa, ben de onun gibi hiç dolaştırmadan: “”Kesemem!” dedim. “Nasıl keserim? Bize güveni kalmaz okurlarımızın.”
- Canım siz de ona göre kesersiniz. Bir hayal mahsulü olduğunu da belirtirsiniz bu yazıların…
- Yapamam. Bu yazı dizisinin nerede, nasıl biteceğini şimdiden ben bile kestiremem. Hem efendim, bu yazının sizinle ne ilgisi var ki, bu kadar duruyorsunuz üstünde?
- Nasıl durmam? Olaylar Sultanahmet Cezaevinde geçtiğine göre…
- Yazının neresinde yazmışım Sultanahmet’te geçtiğini?
- Canım rastlamakla lazım? Kim okursa okusun, anlar bu olayların Sultanahmet Cezaevinde geçtiğini…
- Hiç sanmam. Bütün cezaevlerinde aynı olaylar geçer. Bu kadar alıngan olmanız yersiz doğrusu.
- Rıfat Bey (…) eninde sonunda kabak bizim başımıza patlayacak olduktan sonra… İyisi mi, kesin bu yazıları, uzatmayın!
- Efendim, hiç teleşlanmayın! Kim okuyacak bizim yazıları da, kim duracak üzerinde… Beş on bin gazeteyi zor satıyoruz.
Şimşekli bir bakış, mezar gibi bir sessizlik olur. Ardından müdür konuşmaya başlar:
- Daha yeni gitti müfettişler… Sizin şu İmralı yazısından ötürü… Ne İmralı kaldı alt üst edilmedik, ne bizim hastane!
İçeridekilere söz verdiğim gibi, “Pamuk” yazısını çıkar çıkmaz yayınlamış, on kadar gazeteyi de cezaevine göndermiştim. Nasıl olmuş da müfettiş gelmişti bu yazılar üzerine bilmiyordum.
- Hem o İmralı yazısından size ne?
- Evet, bana bir şey olmadı ama, sen İmralı müdürüne sor! Tam üç müfettiş… Sen gazetem okunmaz de dur, milletin işi yok! Hep böyle abuk sabuk yazıları okurlar nedense! Sizden son defa rica ediyorum, kesin bu yazıları!
Bir an dünyadaki tüm sesler aynı anda kesilir. Çıtın bile çıtı çıkmaz. Sonra müdür sorar:
- Keseceksiniz değil mi? En uygun biçimde?
- Özür dilerim müdür bey, kendime göre doğru yanlış bir gazetecilik anlayışım var. Gazetenin üstünde de adım yazılı… Kendime, okurların gözü önünde kötülük edemem. Sayın savcı yazılarımda suç bulursa versin mahkemeye! İftira ediyorsam, siz de verin mahkemeye beni!”
(Sarı Yazma, Rıfat Ilgaz, Çınar Yayınları, 9. Basım, İstanbul, Kasım 2000, ss. 327-330)
Verirler, Ilgaz Usta kısa bir süre sonra yine hâkim önüne çıkar başka yazıları yüzünden. Anılarında anlattığı bu hesaplaşma bölümünü, içimiz kanayarak okuruz:
“Basımevine geldiği gün, yazı dizisini kesmek için söz vermiş olsaydım (müdüre)… şimdi hastanede, bıraktığım yatakta yatacak, özel olarak demlenmiş çaydan, bardak bardak içecektim. Belki de sayın müdür yatağıma kadar gelip geçmiş olsun diyecek, bir emrim olup olmadığını soracaktı. Şu gardiyan, şu meydancı nedenini bile bilmeden müdür adına kızamayacaktı bana, bir kötülük edebilmek için fırsat kollamayacaklardı.” (s. 363)
Rıfat Ilgaz bir süre Beşinci Kısım denen berbat hapishanede tutulur. Oysa ki verem hastasıdır, hastanede tedavi görmelidir. En sonunda, iç hastalıkları uzmanı Doktor Ahmet Kıcıman’ın raporuyla hastaneye zorlukla geçer.
“… bir sırtımı dinliyor, bir yeni banyodan çıkmış filme bakıyordu. Hastalığım üzerinde bir şey sormasını beklerken,
- Söyle bakalım, kaç yıla mahkûmsun?
- Bir!
- Neden yatıyorsun?
- Yazıdan.
- Yani gazetecisin, öyle mi?
- Evet. Gazeteciyim.
- Ne gazetesi bu?
- Hür Markopaşa diye bir mizah gazetesi!
- Be oğlum, insan bu ciğerle böyle işlere girer mİ?” (s.373)
Hastanede Erkilet Paşa da vardır. Geçmiş olsun demeye gittiği Rıfat Ilgaz’a, “İmralı için yazdıklarınızı okuyunca çok sevindim!” der. “Buradan kurtulur kurtulmaz gazete çıkarmak, bu yazıyı yayınlamak, üstelik de cezaevine bu gazeteleri sokabilmek…” Büyük iştir bu Paşa’ya göre… Coşmuştur. Paşa coşadursun, Rıfat Ilgaz’ın yüzünde hınzır, sarı bir inat, camda buğunun çizgi çizgi aşağıya akması gibi yüzüne yayılmaktadır. Paşa konuşurken, verdiği sözü tutmanın huzurunu duymaktadır hasta yazar.
“Çocuklar, madem bu gazeteci arkadaş şurdan çıkar çıkmaz İmralı için yazdığını yayınlamış, taa cezaevinin içine kadar da yayınladığı yazıyı yollamış… biz de bu yazıları yukarıdakilere duyuralım. Ne yapıp yapıp, gazetelerdeki yazıları kırmızı kalemle çizerek postalayalım. Biri Sağlık Bakanlığına! Biri İçişleri Bakanlığına! Biri de Adalet Bakanlığına!”
Ilgaz Usta, “Açıkçası yazıların bu kadar gürültü çıkaracağını ummazdım” diye yazar anılarında. Sonra da devam eder: “Tam üç müfettiş!.. Meğer müfettişler, İmralı’ya gitmişler önce. Aradan çok geçmeden de, hastalar İmralı’dan akın etmeye başladılar Sultanahmet Hastanesi’ne!”
İmralı’dan gelen hastalar, Rıfat Ilgaz’ın kaldığı koğuşa giderek, şaşkın şaşkın onun yüzüne bakarlar. Bu hasta adam mıdır her şeyin nedeni? Kimdir bu onları ölüm kertesine düşmeden şu hastaneye getirtebilen gazeteci? İyi ama üstü başı, giysileri neden buruş buruş ki bir sözüyle ortalığı karıştıran böyle değerli bir adamın? Kaleminden korkulan bir gazetecinin saçları böyle sıradan insanlar gibi gelişigüzel kesilir mi hiç? Karantinaya girmeden, doğru hastaneye alınmaz mı bu gibi insanlar? Rıfat Ilgaz’a bir gözleriyle hayranlıkla bakan mahkûm hastalar, diğer gözlerindeki duman duman matemi de gizleyemezler. Çünkü hepsi çok iyi bilmektedir ki: Matem sadece ölenler için değil, lüzumsuz yaşayanlar ve değeriyle ederini karıştıranlar için de tutulur. Bu hasta adama eziyet edenler gibi…
Karmakarışık duygularla Rıfat Ilgaz’a bakan İmralı hastaları, sonra neden anlatıp gülüşmeye başlarlar. Müdürün köpeği Pamuk’u anlatırlar hasta yatağında yatan Ilgaz Usta’ya:
“Zavallı Pamuk, ne olduysa ona oldu beyim! Bizim gibi karavana yiyor, Sultanahmet Hastanesine gelebilmek için onun bindiği motora biz de binebiliyoruz, soğan kayıklarını beklemiyoruz artık. Başımız ağrıdı mıydı revir, ateşimiz çıktı mı Sultanahmet!.. Sana komünist diyorlarmış, olsun. Komünist de olsan Allah senden razı olsun beyim!”
29 Ekim 2024 / Devamı var