“Şaşırıyorum sana, nereye gidersen git, oralı olan bir halin var! Yani yalnızlık çekmezsin sen! Yatağa, yorgana, masaya, sandalyeye hemen alışırsın. Dost olursun onlarla… Hayır hayır, masaları, sandalyeleri, yatağı, yorganı da kendine alıştırırsın. Onlar senin dostun olur. Öylesine alıştırırsın ki, sensiz yapamazlar (…) Hiç özlemini çekmezsin geride bıraktıklarının. Yeniden masa sandalye, yeniden yatak yorgan… Kitap defter… Aynı tutkuyla onları da alıştırırsın kendine! Çok şaşırıyorum sana!
Başka çarem mi var? Oturup ağlayayım mı? Asker oldum, subay yapmadılar. Öğretmen oldum, şair oldum, hapislere attılar; Adembaba koğuşlarına, taş odalara… Nereye gitsem, kaldığım yerlerde konuk olarak bulundum. (Vesselam) hiçbir yeri, hiçbir şeyi olmayan kişi, köy, kent, otel, han, kahve, masa, sandalye, yatak, yorgan giderek insan ayırt etmeden onlara alışmak, onları sevmek zorundadır (…) Bildiğim tek gerçek var: İnsanların bu toplumda kendi hallerinde rahat bırakılmadıkları… Böyle bir ortamda bir şeye sahip olmak için tepinmenin, ölmenin hiçbir anlamı kalmıyor.” (Sarı Yazma, Rıfat Ilgaz, Çınar Yayınları, 9. Basım, Kasım 2000, İstanbul, ss. 393-394)
Dosyamızın ilk bölümünü bitirmeden, usta kalem Rıfat Ilgaz’ın İmralı üstüne yazdığı bazı yazılardan ötürü başının nasıl belaya girdiğini anlatmak istiyoruz. Bunu, hem durumun tuhaflığına azıcık gülümseyerek bakmak, hem de değişen suç ve ceza algısının vardığı korkunç yeri görmek adına yapmak niyetindeyiz.
Bilindiği üzere Rıfat Ilgaz, ömrü boyunca verem hastalığı yüzünden hastaneler, sanatoryumlar ve cezaevleri arasında ömür geçirmiş, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin ile birlikte çıkardıkları Markopaşa adlı gülmece dergisiyle, Türk yayıncılık tarihinde unutulmazlar arasına girmiş biridir. Yaptığı muhalefet yüzünden başı hiçbir zaman dertten kurtulmayan Ilgaz Usta’nın bir de İmralı’yla ilgili hikâyesi vardır ki, anlatmasaydık dosyamız eksik kalırdı bize göre.
Rıfat Ilgaz, Sultanahmet Cezaevi'nde yatarken, tam olarak neden içeride olduğunu bilmemektedir. O, Meclis’e hakaret ettiği gerekçesiyle hâkim önüne çıkarılacağını sanırken, meğer Cumhurbaşkanı'na hakaretten yargılanacağını mahkemeye gidince öğrenecektir. Usta, “Sarı Yazma” adlı kitabının 28. bölümünde o karışık günleri anlatırken, İmralı Cezaevi ile olan ilgisinden de söz eder. (*Kimi kaynaklar Ilgaz’ın İmralı’da da tutuklu kaldığını yazar. Ancak biz böyle bir kayda rastlamadık.)
“Ben içeride yatadurayım, cezaevi dolup boşalıyor, İmralı Cezaevi’nden de ağır hastalar geliyordu. İşittiğimize göre adada doktor yoktu. Acımasız bir müdür vardı. Adanın revirine bile hasta yatırmıyor, tutup tutup tarlaya gönderiyordu, çalışmaya!
Bütün cezaevlerinin hastalarını Sultanahmet’e göndermeleri gerekirken, yalnız ölecek ağır hastalar geliyordu, hem de son demlerinde… Bunlardan biri içeri bile girememiş, cezaevinin kapısının önünde can vermişti, jandarmanın kucağında! İmralı’dan gelenleri dinliyor, söylediklerini yazıyordum. Nasıl olsa bir gün kurtulacak, dergilerimiz çıkacak, bu yazdıklarım elbette yayınlanacaktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü askeri yazarlarından Hüsnü Emir Erkilet Paşa da düşmüştü bizim sayrılar evine. Gelir gelmez de ortalık alt üst olmuştu. Paşa sanki Şakir Zümre Fabrikası'ndaki patlamanın sorumlusu değil de, cezaevini teftişe geliyordu. Sıradan bir tutukluyken, hasta olmadığı halde hastaneye yatırılıyordu. Hastane bir bakıma daha rahat olduğu gibi, ayrıca kişiliği kurtaran bir yanı da vardı. Sultanahmet sayrılar evine dinlenmeye geliyordu biraz da!
Paşamız Beyler koğuşuna indiği gün, biz de hoş geldine gittik sıradan. Yazar olduğumu öğrenince ilgilendi. Paşalık bir yana, eh ne de olsa burnuna mürekkep kokusu çekmiş bir kalem erbabıydı. Hitler’in davetlisi olarak Doğu Cephesi’ni gezmişti ama, zaferin kokusunu yanlış yönden almıştı. Moskova’ya, Leningrad’a Alman tümenlerinden önce birkaç kez girip, ertesi gün erkenden çıkmıştı. Böyleydi Paşa; önce hatları yarar, düşmanı önüne katar, büyük kentlere girerdi. Ertesi gün neden girilemeyeceğini yana yakıla anlatırdı. “
Rıfat Ilgaz bu girişten sonra, İmralı’dan hasta olarak gelen mahkûmlardan dinlediği acayip bir hikâye anlatmaya başlar. “Pamuk” isimli bir köpeğin hikâyesidir bu! Sinir bozucu ve dönemin anlayışını belirtmek için bizim de size aktarmak istediğimiz tuhaf bir hikâye… O hikâyenin ortalığı nasıl birbirine kattığını, Nazi hayranı Erkilet Paşa’nın bu hikâyeyle nasıl bir ilişikisi olduğunu öğrendikçe, bir yanımız sızım sızım sızlarken, bir yanımızla yaramaz çocuklar gibi gülümsedik.
“Gelen tutuklulardan öğrendiğime göre İmralı’da Pamuk adında bir köpek vardı. Müdürün köpeğiydi bu… Şişe suyu içer, yemeği tabldottan çıkardı. İki de bakıcısı vardı tutuklulardan. İmralı’da yaşayış koşulları oldukça ağırdı. Üretimde çalışıyorlardı hükümlüler. Her hasta olan revirde yatarsa üretim nasıl yürür diye düşünen Müdür, hasta olmayı yasak etmişti. Ama hastalık yasak dinlemiyordu… Bakımsızlıkla, ağır çalışma koşulları bir türlü bağdaşmayınca Müdür, sıkı emirlerle bu açığı kapatmaya çalışıyordu. Hastaları değil Sultanahmet’e göndermek, revire bir günlüğüne olsun yatırmıyordu bile. Hem neden yatsındı, koskoca İmralı’da bir tek doktor yoktu ki hastalara bakacak!
Derken Pamuk bir gün, tabldottan çıkan balığını yerken, bakıcısının dikkatsizliği yüzünden gırtlağına bir kılçık takılmıştı. Ağır hastaları, ancak yükünü alan soğan kayıklarıyla gönderen Müdür, Pamuk için özel motorunu suya attırmış, vizite defteriyle birlikte hizmetine altı adam verip Bandırma’ya yollamıştı. Lodos her ne kadar Marmara’yı alt üst ediyorsa da Pamuk’un yaşamı, pamuk ipliğine bağlı olmayacağından yoldan dönülmezdi. Ne dalgaya pabuç bırakılırdı, ne lodos fırtınasına!
Dalgalar uçan kuşu kapadursun, motor sallandıkça Pamuk’u bile deniz tutmuş, her deniz tutan yaratık gibi Pamuk da başlamıştı kusmaya. Pamuk kusarsa gırtlağındaki kılçık durur muydu! Kılçık da tabldotun balıklarıyla birlikte, denizden gelen denize gider hesabı, sulara karışmış. Pamuk’un hırıltısı da böylece kesilivermişti birden.
Ne yapsındı cankurtaran ekibi? Müdür’ün buyruğunu yerine getirsin diye Bandırma’yı boylamışlardı. Veteriner şöyle bir bakmış, Pamuk’un gırtlağında ne kemik var, ne kılçık! Vizite defterini imzalayıp yollamıştı İmralı’nın özveri sahibi gemicilerini.
Gelgelelim bir gün Pamuk’u Bandırma’ya götürmeye memur edilenlerden biri hastalanmış, hem de ciğerlerinden… Soğan dikilerken hastalandığı için, soğanların irileşip baş vermesi beklenmeliydi göreneklere uyarak… Soğanlar sökülüp kuruduktan sonra İstanbul’a gönderilirken hasta da bindiriliyordu motora. Bereket hasta, Pamuk gibi talihsiz değildi. Lodosta değil de temiz bir gelin havasında inmişti Haliç’e… Düşmüştü Haliç’ten Sultanahmet’e kıvrılan yollara, jandarmanın önünde, yayan yapıldak… Canı burnunun ucuna gelen hasta tam cezaevinin kapısının önüne gelince ruhunu teslim etmek zorunda kalmış! Teslim etmekle iş bitmiyordu, ya jandarma onu kime teslim edecekti? Burası cezaeviydi, ölüler evi değil ki! Saatlerce bekleyen jandarma hastanın neden öldüğünün saptanmasıiçin beklemiş de beklemiş!
Konu çok acıklıydı. Oturup acımakla hiçbir şeyin çözümlenmediğini yaşam deneyimlerimize dayanarak kestirdiğimiz için, ölene saygımızı yitirmeden konuyu tam Markopaşalık bir mizah türüne uydurup zarfımıza koymuştuk.” (Sarı Yazma, Rıfat Ilgaz, Çınar Yayınları, 9. Basım, Kasım 2000, İstanbul, ss. 316-319)
Bu noktada Ilgaz Usta, yazdığı yazıyı bir mahkûmun, okuması için tutup Erkilet Paşa’ya götürdüğünü, Pamuk’un hikâyesini okuyan Nazi sempatizanı Paşa'nın da “Burada yazı yazmak kolay, iş bunu yayınlamakta!” dediğini ve buna çok sinir olduğunu anlatır. Paşa neredeyse alay eder gibi: “Hamamda türkü söylemeye ne var? Ortaya çıkıp söyle türkünü de görelim!” demiştir ve bu lafı kafasına yazmıştır Rıfat Ilgaz. Sarı bir inada binmiştir duyguları.
- Yazacak misun çıkarsan İmralileri daa?
- Nesini? Hastaların durumunu mu?
- Bir hasta daha geldi da, mide kanamasından…
- Nasılmış durumu?
- Gördüm oni daaa, gamini tutayi!… Yazacasun bunlari, yazacasun çi laf edemesin Paşa! Yanındaki adamlarına, bakın nasul yazacaktur dedum da maytaba aldular beni!
- Hele dur, bir çıkayım, bir tomar gazete göndereceğim buraya! Okusun Paşa!” (s. 323)
Bu konuşmaları aklının zulasına atar Ilgaz Usta. Hapisten çıktığı zaman doğruca Babıâli’ye gider, eski arkadaşlarını görmeye. Markopaşa ikide bir kapatılıp tekrar tekrar açılmakta, dergiyi çıkaranlar eften püften nedenlerle günaşırı içeri alınıp mahkemeye verilmektedir. Dergi polisin sıkı baskısı altındadır. Bu durumda bile alaycı, umutlu, gülümseyen muhalif tavrını korumaktadır inanmış kalemler.
“Her zaman gazete kapatılmaz, bazen de işte böyle gazeteci kapatılır. Eksik olmasınlar, ne kadar çalıştığımızı, yorulduğumuzu gören ve bizi alâka ile adım adım, nefes nefese takip eden büyüklerimiz, kapama yoluyla bizi bir müddet olsun mecburi istirahate tabi tuttular.” (Markopaşa Haftalık Siyasî Mizah Dergisi , 6 Ocak 1947, Pazartesi, Yıl: 1, Sayı: 5)
Markopaşacılar ve muhalefete tahammülü olmayan iktidar sahipleri çekişedursun, aynı günlerde Amerika’nın Marshall yardımı palavrasıyla ülkemizi işgal planı, bütün sahtekârlığıyla Anadolunun köylerine kadar nüfuzunu hissettirmeye başlar. Ülkemizin geleceğini ipotek altına alan bu yalancı yardım programını şiddetle reddeden Markopaşa yazarları, derginin çıktığı ilk yılın 12. ama yayınlanan 36. sayısında “Dua Et ki Havlamıyorsun” başlıklı, imzasız bir yazı yayınlarlar. Zekâ dolu bir yazı!
“Anadolu Ajansı'nın verdiği bir haberden öğrendik ki, Amerika eski Dışişleri Bakanı Marşal’ın bir böbreğini çıkarmışlar. Vaktiyle yine böyle bir adam böbreklerinden ameliyat oluyormuş. Doktor kesmiş, biçmiş, sonra lastik eldivenli elini tüten barsakların arasına sokup, böbrekleri dışarı çıkarmış ve mermer masanın üzerine koymuş. Doktorun bir küçük fino köpeği varmış, o sırada gizlice ameliyat odasına giren köpek, “Hav!” diye atlayıp böbreğin birini kapmış ve kapıdan fırlamış. Doktor koşmuş, köpek kaçmış. Nihayet ihtiyar doktor, kan ter içinde köpeği yakalamış amma tam o sırada köpek de böbreği parçalayıp yutuvermiş. Çaresiz kalan doktor, bu sefer köpeği de hastanın yanına uzatıp, böbreğinin birini çıkarmış, adamın karnına koymuş.
Bu karışık ameliyatın üzerinden seneler geçmiş. Bir gün yolda doktorla hasta karşılaşmışlar. Doktor savuşmak istemiş ama eski hastası yolunu kesip, ellerine sarılmış: “Aman doktor”demiş, “Senden Allah razı olsun! Senelerden beri çektiğim hastalıktan beni kurtardın! Teşekküre gelemediğim için beni affet! Yalnız… ameliyettan sonra bende acayip bir huy peyda oldu: Küçük abdestimi bozarken bir bacağımı kaldırıyorum. Elimde değil, kendimi tutamıyorum. Doktor, “Yine dua et ki” demiş, “Havlamıyorsun. Eğer iki böbreğini de değiştirmiş olsaydım, şimdi havlıyor olurdun!”
Tecrübeleri malûm olan Amerikalı doktorlar da acaba, Marşal’ın karnında plan mı unuttular deriz. Öyle ya, Marşal da tek ayağı üstünde seksen plan düzer de, Avrupa'yı kalkındırır.” (Markopaşa, Toplatılmadığı Zamanlarda Çıkan Siyasî Mizah Gazetesi, 14 Ocak 1949, Yıl: 1, Sayı: 12 (36), s. 4)
Markopaşacıların Amerikan emperyalizmine karşı duran yazıları çok serttir. Gazetelerinin kapatılmasına neden olacak yazıyı da bugünlerde yayınlar yurtseverlik konusunda direnen yazarlar.
“Amerika’nın Türkiye’ye kazık atmaya başlamasının üçüncü yıldönümü münasebetsizliği ile Markopaşa Truman’a ve Amerikan milyarderlerine hitaben aşağıdaki mesajı, deliğe girerim korkusuyla gönderememiştir:
Bu hava seferleri çağında ve bu atom devrinde, fennî telakkilerin iki memleketi birbirine yaklaştırmak için, Türkiye’nin altına uskur takılarak yüzdürülmek suretiyle yahut tepesine pervane takılıp uçurulmak suretiyle, çok yakında Amerika’ya getirileceğine hiç şüphemiz kalmamıştır.
Harp artığı eski ve yırtık otomobil lastiklerinden yaptığınız kovboy çikletlerini, Türk milleti evde, sokakta, vapurda, trende çiğneye çiğneye demokrasi gevişi getirmekte ve Türk gençliği ağızlarında şişirdiği çiklet balonlarını şerefinize patır patır patlatmaktadır. Çiklet namı altında yutturduğunuz eski kamyon lastiklerini çiğnemekten Türk milletinin konuşmaya vakti kalmamıştır. Bu çiklet nam demokratik icadınızla halka konuşmak fırsatı vermediğiniz için, hükümetimiz namına size teşekkürlerimizi sunarız.” (Markopaşa Mizah Gazetesi, 5 Kasım 1948, Cuma, Yıl: 1, Sayı: 2 (35))
Bazılarının çoktan beridir yapmak istediği Markopaşacıların susturulması için aranan bahane bulunmuştur. Bu ve birkaç yazı daha bahane gösterilerek, Markopaşa mizah gazetesi 1949 yılının Mayıs ayında kapatılır.
“Markopaşa gazetesinin 35 sayılı nüshasında çıkan ve Cumhurbaşkanı'nın gıyaplarında şahıslarına hakaret ve tecavüz mahiyetinde görülen: “Markopaşanın Noel Münasebetiyle Haşmetli Bir Zata Gönderdiği Mesaj” başlıklı yazıdan dolayı İkinci Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmakta olan gazetenin sahibi Rıfat Ilgaz’ın üç sene müddetle hapsine karar verilmiştir.
Bundan başka yine Markopaşa gazetesinde çıkan “Pamuk Prenses Elizabeth Doğurdu”, “Dünya Kralları İşi Azıttılar” ve “Bir Kadın Aranıyor” başlıklı üç yazı dolayısıyla İngiltere, Mısır ve İran hükümetleri tarafından bu krallıklara hakaret edildiği cihetle kanunî takibat yapılması istenmiş ve bu istek üzerine takibata geçilerek gazete sahibi Rıfat Ilgaz ve muharrir Aziz Nesin aleyhlerine Asliye Yedinci Ceza Mahkemesi'nde dava açılmıştı. Mahkeme bu yazılarda İran ve Mısır krallarının tahkir edildiği suçunu sabit görmüş ve Rıfat Ilgaz’la Aziz Nesin’in yedişer ay müddetle hapislerine ve gazetenin kapatılmasına karar vermiştir.” (Son Posta gazetesi, 14 Mayıs 1949, Cumartesi, Sene: 19, Gazete Yayın no: 5637 + 1112)
Dönemi anlatmaktan büyük keyif aldığımızdan mıdır nedir, Markopaşa gazetesinin kapatılmasına neden olan yazılardan kısa da olsa alıntılar yaptıktan sonra, İmralı Müdürü'nün şişe suyu içen köğeği Pamuk’un hikâyesine dönmek istiyoruz. Sonra neler olmuş, bir köpek ülkenin temel taşlarını nasıl yerinden oynatmış, vs? Öyle ya; Pamuk yüzünden bir ülkenin adalet ve basın dünyası karşı karşıya gelmemiş midir? Birileri görevinden alınmış, birileri hapse atılmamış mıdır? Amanın, nasıl bir köpekmiş bu böyle!
Pamuuukkk, seni kuçu kuçu diye çağıranların dilleri kurusun! Maşallah, maşallah!