40’lı yılların ortalarında, İkinci Dünya Savaşı bitmiş ve Nazi Almanyasının yenilgisi dünyada komünist sisteme olan ilgiyi artırmıştır. Nazi Almanyasının avantajlı olduğu günlerde Türkiye’de yükselmeye başlayan ırkçılık ve Turancılık düşüncesi, yanı sıra sosyalist bir karşı örgütlenmenin oluşmasını da sağlamıştır. Örneğin, Sebilülreşat dergisinin karşısında Markopaşa muhalefeti vardır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinin karşısında ise Kadro ya da Behice Boran, Niyazi Berkes gibi kalemleri bünyesinde barındıran Yurt ve Dünya dergisi…
Savaş yıllarında ekonomileri alt üst olan ülkelerden biri de ülkemizdi. Bu açığı bir fırsata dönüştürmek isteyen ABD, 1947 yılında Marshall yardımı adı altında gizli bir işgali başlar. Bu yardımın birincil amacı yükselen komünizme karşı bir cephe oluşturmaktır. Türk çocuklarını raşitizm yapan, Nâzım’ın deyişiyle, “ezilmiş kurbağalara benzeten” süt tozu ve sütyenin ne olduğunu bilmediği için kulaklarını ısıtmak için başına saran kadın fotoğrafıyla hatırladığımız o dönemin bedelini çok ağır öder ülkemiz. Dünya eğitim tarihine geçen köy enstitüleri işte bugünlerde, önce içi boşaltılarak, üç beş yıl sonra da tümden kapatılarak tarihe gömülür. Ardından tarihimizin en başarılı milli eğitim bakanlarından biri olan Hasan-Âli Yücel, “Kenan Öner-Yücel Davası” adıyla hatırladığımız bir komployla görevinden alınır. Suçu nedir, komünistleri bakanlık bünyesinde korumak! Peki kimdir bu ‘komünistler’? Devlet Tiyatromuzun yükselişinde büyük emekleri olan Alman tiyatro insanı Carl Ebert’in çevirmeni olan Sabahattin Ali, köy enstitülerinin kuruluşunda canını dişine takarak çalışan İsmail Hakkı Tonguç, batı edebiyatı profesörü Sabahattin Eyüboğlu, bakanlığın tercüme bürosunda çalışan Orhan Veli, Melih Cevdet ve daha bugün adlarını gururla andığımız onlarca çalışkan vatansever isim… Kültürün insanları… Öyle ya; işgal edenlerin ortak tavrıdır: İlkin kültüre saldır, dikkatini dağıt, cahil ve bağımlı hale getir. Bilinci uyuşunca nasıl olsa öncesiz ve sonrasız kalacaktır. Bu hale getirilen her insan ya da toplum önce kimliğini, ardından da evrensel insancıl değerleriyle birlikte vicdanını ve özsaygınlığını yitirir, bilmeyen mi var?
Başta Serteller’in gazeteleri olmak üzere, sağdan soldan basının susturulması da bu karmaşık günlerden akılda kalan utanç hatıralarıdır. Bir yandan Tan, Yarın gibi gazete ve dergiler kışkırtılmış ve milliyetçi olduğunu iddia eden öğrenciler tarafından basılmakta, diğer yandan kâğıt verilmediği için günlük gazete ve dergiler düzenli olarak basılamamaktadır. Türkiye bir ateşin narında tutuşmuş, yanmaktadır sanki. Bu harlı ateşin yalazı, ülkenin diğer kurumlarında da sıcaklığını hissettirmekte gecikmez. Uğur Mumcu’nun deyimiyle “40’ların Cadı Kazanı” fokur fokur kaynamaktadır.
Parti içi çekişmeler; Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Dörtlü Takrir, CHP dağının zirvesinde demir ağırlığında bulutlar kümelendirir ve hemen ardından da liberallerin, parti-devlet görüntüsü veren geleneksel parti yönetimine karşı kazan kaldırması ve CHP’den atılmaları yeni bir partinin kurulmasına neden olur. 7 Ocak 1946 günü, CHP kadrolarından gelen bir ekip, Demokrat Parti adında bir parti kurarlar. Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, Feridun Fikri Düşünsel, Yusuf Hikmet Bayur, Emin Sazak gibi öne çıkmış eski CHP milletvekilleri DP bayrağı altında muhalefete geçerler.
Demokratların ilk yaptıkları, 18 yıldır Türkçe okunan ezanın, tekrar Arapça olarak okunmasını sağlamak olur. Radyoda dini yayınlar yapılması ve mevlit yayınlanması üzerindeki yasaklar da kaldırılır. Halkın İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşadığı yoksulluğu henüz unutmamış olması DP’ye olan sempatiyi daha da artırır. ABD ve Dünya Bankası raporları çerçevesinde hazırlanan ekonomik programlar ile liberal bir ekonomi anlayışı kabul edilir. DP özel girişimciliği destekleyerek, Marshall yardımıyla gelen 100 bin doların estirdiği geçici bahar havasından fazlasıyla yararlanır. Demokratların bu tutumu bir zafer sarhoşluğuna dönüşür ve işin boyutu, 1953 yılında CHP mallarının hazineye devredilmesine kadar gider. Halkevleri kapatılır. 1945 sonrası CHP döneminde kapatılmaya başlanan köy enstitüleri, 28 Ocak 1954’te kökü kazınarak tümden kapatılır.
Peki bütün bunları niye anlatıyoruz? Mutahhar Şerif’le ya da İmralı hikâyesiyle nasıl bir ilişkisi var?
1942’de Nazilerle saldırmazlık antlaşması imzalayan ülkemiz, oluşacak yeni dünya düzeninde yerini almak istediği için, savaşın bitimine bir gün kala Nazi Almanyasına savaş ilan ederken, Ankara Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde de insanın içini acıtan bir kıyım başlar, adı dünyaca bilinen akademisyenlerin herkesin göz önünde saygınlık açısından linç edildiği bir kıyım!
Marshall yardımı sonrası komünizm sözü bir korku kaynağına, bir küfür malzemesine dönüşmüştür. Havadaki endişeli zehir damlaları, demokrasi palavralarının uçuştuğu ülkede soluk almayı güçleştirip, genizleri yakarken, o dönemin en çok okunan gazetelerinden birinde çıkan bir haberi örnek olsun diye dosyamıza almak istiyoruz. Haberde şöyle denmektedir:
“Komünist tahrikâtı yapan gazete, dergi ve partiler kapatıldı / İşçi Sendikaları Birliği ile İşçi Kulübünün faaliyetlerine son verildi (…) Sıkıyönetim Komutanlığı’nın tebliği gereğince;
1- Mahkûm komünistler veya müfrit komünist mefkûreli kimseler tarafından örtülü bir şekil altında kurularak memleket içinde içtimaî bir zümrenin diğerleri üzerinde tahakkümünü tesise ve mevcut iktisadî ve içtimaî nizamları bozmaya çalıştıkları anlaşılan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi merkez ve şubeleri ve mecvut sendikalardan bu partiler veya onlardan aldıkları direktifle hareket eden kimseler tarafından kurularak ve kendi maksatlarına göre sevk ve idare edilenleri(n) faaliyetlerine son verilmiştir.
2- Bu partilerin fikirlerini yayan Sendika, Ses, Nor Or, Gün, Yığın ve Dost gazete ve dergileri ve bunların matbaaları kapatılmıştır.
3- … memleketin siyasî ve hukukî nizamını bozma yolunda propaganda yapan Yarın gazetesi ve matbaası dört ay için kapatılmıştır.
4- İrticaî mahiyette yaydığı fikirlerle emniyet bakımından zararlı görülen Büyük Doğu dergisi ve matbaası dört ay için kapatılmıştır.
5- Komünist propagandasını taşıyan her türlü yazının sıkıyönetim hududu dahilindeki illere girmesi ve bu illerde basılıp satılması yasaktır.
Sıkıyönetim Komutanı / Korgeneral Asım Tınaztepe”
Aynı haberin devamında ise dosyamızı yakından ilgilendiren bir ayrıntı vardır:
“İçtimaî nizamı bozmaya çalışan 40 kişi tevkif edildi. Bunların arasında iki parti lideri, Dr. Şefik Hüsnü (Deymer) ile Esat Adil (Müstecaplıoğlu) da var.”
Türkiye Komünist Partisi kültüründen gelen Dr. Şefik Hüsnü’yü biliyoruz da, henüz birkaç yıl önce İnönü’nün imzasıyla, Türk hukuk dünyasının altın çocuklarından biri olarak İmralı Cezaevi Müdürülüğü’ne atanan ceza hukukçusu Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun tutuklanması, ABD’nin Marshall yardımı adını verdiği işgalin İmralı’ya düşen gölgeleri ve tarihe, “DTCF’nde sol temayyüllü akademisyenlerin kıyımı” olarak geçen kurmaca mahkemede de İmralı’nın adı bir suç maddesi olarak karşımıza çıktığından… bu bölümü yazmak istedik, yazıyoruz; çünkü yazmazsak dosyamız sanki eksik kalacak gibi geliyor bize.
Önce dönemin en hararetli tartışmasına neden olan Mareşal Fevzi Çakmak’ın büyük polemiklere yol açan açıklamasından söz edelim isterseniz. Bu, dönem iklimini anlamamıza yardımcı olacaktır.
1947 yılının ilk günlerinde, asker kostümünü çıkarıp sivil siyasete atılan Mareşal Fevzi Çakmak’ın gazete üzerinden yaptığı kafa bulandıran bir açıklaması, sözün tam karşılığıyla ortalığı birbirine katar. Mareşal açıklamasında birçok şey söylese de, bunlardan bir tanesi ülke gündemine bomba gibi düşer::
“Avrupa’ya silah mübayaasına giden ve onun hesabını vermeyen iki kişi biliyorum ki, bugün bir tanesi Halk Partisi’nde nüfuz sahibi bir zattır. Diğeri de ölmüştür. Bunları divanıharbe sevketmiştim. Fakat sonra mebus seçildikleri için haklarındaki takibat durduruldu.” (6 Şubat 1947, Vatan gazetesi)
Mareşalin sözünü ettiği iki kişinin kim olduğu herkesin merak konusu olur. Bu siyasi skandala karşı , gündem bir anda iki cepheye ayrılır ve bu konuda yazılmış yazılar doldurur gazeteleri. Çok değil, üç gün sonra birçok gazete gibi Vakit gazetesinin de neredeyse bütün sütunları bu konuya ayrılır. Birinci sayfanın ana manşetlerinden biri şöyledir: “Almanya’dan silah kaçakçılığı Mareşalin emriyle yapılmış, işin hesabı o zaman açıkça verilmiştir.” Bu sözleri söylenen kişi, eski Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’dır. Bakanın yaptığı açıklama, gazetede tam sayfa yayınlanır:
“Mareşalin işbu cümle ile kastettiği iki kişiden biri benim, öteki de Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili iken vefat eden rahmetli Nuri Conker’dir.”
Sonra da olayı ayrıntılarıyla ve ortaya belgeler koyarak anlatmaya başlar Saffet Arıkan.
“1920 yılının Aralık ayında, yani henüz Birinci İnönü Savaşı bile yapılmamışken, Sovyetler Birliğinden yardım istemek için oraya gönderilen bir askeri heyette, ben de askeri ateşe olarak görevlendirilmiştim. Ancak, o zaman Milli Savunma Bakanı olan Mareşal Fevzi Çakmak bana, Sovyetler Birliğinden Almanya’ya geçerek, oradan kaçak olarak silah ve cephane getirmemi istedi. Söyleneni yapmak için ancak sahte pasaportla Almanya’ya girebildim. Nuri Conker de Ankara Hükümetini temsilen Berlin’e gelmişti. Vazifemiz çetindi. Çünkü o zaman elimizde bulunan Alman tüfeklerinin cephanesini yalnız ve ancak Almanya’da bulmak mümkündü” diyerek devam eder anlatmaya Arıkan.
Zor şartlar altında yaptıkları anlaşmalardan birinde, mutemed Brühl denen bir kişi tarafından dolandırıldıklarını ancak işin peşini bırakmadıklarını ve bu kişinin mahkemeye çıkarılıp ceza aldığını anlatır. Tüm bu olanlar sırasında Celal Bayar ve Saruhan Milletvekili Sabri Toprak’ın Berlin’e gözlemci olarak geldiklerini ve gördüklerini TBMM’ye bir raporla sunduklarını söyleyip, bu belgenin kayıt numaralarını verir: Türkiye Cumhuriyeti Başvekâlet Kalemi Mahsus Müdüriyeti, 6/1961 sayılı ve 18 Nisan 1341 tarihli tezkere! Bu tezkerenin mecliste okunduğunu kendilerinin bu durumdan sorumlu olmadıkları sonucunun onaylandığını belgelerle ortaya koyar. Yazısının sonunda ise basit bir soru sorar Saffet Arıkan:
“Almanya’nın o zamanki şartlarını bizim kadar bilmesi lazım gelen, bahusus her ne pahasına olursa olsun memlekete harp malzemesi yetiştirmek direktifini vermiş olan Mareşalin aradan 22 sene geçtiği ve bu müddet zarfında ağzını açmadığı ve bu bapta hiç talep ve teklifte de bulunmadığı halde bugün bu tarzda konuşması acaba ne ile tefsir edilebilir?”
Siyaset, rüzgârda asılı bir çarşaf gibi bir yerde bir göktedir artık. İş burada kalmaz, günden güne renk değiştirmeye, gerçek karın ağrısının nedeni ortaya çıkmaya başlar. Bu kez Hasan Âli Yücel çekilir bu kaos ortamına. Mareşale ithafen kaleme aldığı bir mektuptan, Yücel’in hangi nedenlerle bu çamurlu alana çekildiğini anlarız. Eski bakan bazı sorular sorar Mareşale.
“Yayınlanan beyanatınızın içindeki “Ben daha işbaşındayken eski bir milli eğitim bakanının bu faaliyeti destekleyen harekâtından dolayı hükümeti resmen ikaz ettim. Kimse kulak asmadı ve sonra da Hamidiye Köy Enstitüsü’ndeki komünistlik yuvasından bahsettiler” cümlesinde adı söylenen bakanın ben olduğum, Bay Hikmet Bayur’un beyanatınızın hemen altında bulunan “Samimiyetsizlikler” yazısında adımın geçmesiyle sarih olarak anlaşılmaktadır. Hepimizin en yüksek ve kutsal vasfımız olan Türk vatandaşı sıfatımla, gene aynı namuslu Türk vatandaşlığınız sıfatınıza hitap ederek sizden şu noktaları bütün vatandaşlar huzurunda soruyorum:
1- Beyanatınızda eski eğitim bakanı dediğiniz hakikaten ben miyim?
2- Desteklenen komünistler kimlerdir ve nasıl desteklenmişlerdir?
3- Bu hususta hükümeti yazı ile mi ikaz ettiniz? Sözle ise kime, ne zaman ve ne suretle söylediniz?” (Vakit gazetesi, 9 Şubat 1947, Pazar, Yıl: 30, Gazete Yayın no: 10537, s. 1)
Ortalık yangın yerine dönmüştür. CHP içinden kaynamakta, Türk tarihinin iki mareşalinden biri, neredeyse Demokrat Parti’nin programlarını destekleyen açıklamalarda bulunmaktadır. İş o boyuta gelir ki, Mareşal Çakmak’ın, Demokratların parti başkanı adayı olduğu bile söylenmeye başlar. DP’in kurucularından Hikmet Bayur’un bir yazısında dediği şey aslında olup biteni çok net biçimde özetlemektedir:
“Eğer Mareşali ayrıca tanımamış olsaydık dahi onu derinden derine severdik. Atatürk’ün Türk ileri gelenleri arasında siyasi ve askeri mütalaalarına en çok önem verdiği kişi Fevzi Çakmak’tır ve böyle bir varlığı küçültmeye çalışmak iyi bir şey değildir (…) Beş on sütübozuk komünist müsveddesi ‘Milliyetçiler bizim yüzümüzden birbirine düşüyor’ diye sevinmesinler. Biz şu, bu noktada belki anlaşamayız; hatta birbirimize düşer gibi oluruz amma, milliyetçilik Türkiye’de en kutsal gerçektir. O konuda her dürüst Türk beraberdir.” (Akşam gazetesi, 3 Şubat 1947, Pazartesi, Sene: 29, Gazete Yayın no: 10164, s. 1 ve 2)
Bu konu uzar gider. Ama bu dönemin ayrıntılarını, araştırma yapmak ve okumaktan korkmayanlara bırakıp, biz asıl konumuza gelmek istiyoruz.
Mareşalin sözünü ettiği ikinci kişi olan Nuri Conker kendisini bu asılsız suçlamaya karşı savunamaz; çünkü 1937 yılında kalp krizi geçirerek ölmüştür. Onun yerine, sadece “Atatürk’ün Bütün Eserleri” serisinin 29. Cildinin, 119. sayfasında yer alan, Nuri Conker’le ilgili bölümü paylaşmak istiyoruz.
“Çocukluk arkadaşıydı. Ona “Kemal” diye hitap eden - Latife Hanım’la beraber - tek insandı. Selânik’te mahalle arkadaşı, sonra Askeri Rüştiye’de, Manastır İdadisi’nde, İstanbul Harbiye Mektebi’nde, Harp Akademisi’nde okul arkadaşlığı ettiler. Selânik’te Üçüncü Ordu, Hareket Ordusu, Arnavutluk Harekâtı, Afrika’da Trablusgarp ve Bingazi Muharebeleri, Çanakkale Anafartalar ve Conkbayırı Muharebeleri, Doğu'da Muş Cephesi, İstiklâl Harbi ve inkılâplar devrinde hep birlikte görev yaptılar. Anlatılanlara göre ölüm haberi geldiğinde "Ah Nuri, bizi nasıl bırakıp gidersin" diyip hüngür hüngür ağlamıştı Atatürk. Sonra ise arabasına binip dolaşmış, saatlerce haber alınamamıştı kendisinden. Atatürk yaşadığı üzüntüyü, Afet İnan’a yazdığı bir mektupta, “Hatay üzüntüsüne Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin” cümleleriyle dile getirmiştir.”
Tüm ülke kaynamaktayken, belli ki bir şeyler bir daha geri gelmemecesine değişmek üzeredir. Sanki denizler yaklaşmakta olan fırtınanın büyüklüğünden korkarak dibine yapışmış, dağlar zirvesinden yuvarlanacak kendi taşlarından nasıl korunacağının derdine düşmüş, herkes bir ağızdan konuşmaya başladığı için kimse kimseyi duymaz olmuştur. Tırnaklar demir çengel, sesler yılan ıslığı, ayaklar baş, başlar taş olmuş bir kara masalın sayfaları bir bir çevrilirken, biz bu sevimsiz, dokunduğumuz için elimizi kirleten masalın, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesindeki ‘sol temayüllü hocaların mahkeme bölümünü’ okuyalım şimdi.
8 Ekim 2024 / Devamı var