Uzun zamandır yurt dışında olduğu için yaptığı eserden, eserinin devlet içindeki bazı kırmızı gözlü, demir tırnaklı, şeytan bakışlının iştahını kabarttığından habersiz olan Mutahhar Şerif, “evlatlarım” diye sarıp, sevgiyle ıslah altına aldığı mahkûm çocuklarının Erzincan depreminde gösterdiği insanlık terbiyesi ile bir kez daha akla düşer. Ancak epeydir ortalıkta görünmeyen ruhu devrimci çalışkan müfettişin esrarengiz sessiziliği çok da hayra âlamet değildir. Alçakgönüllü biri olduğundan mı yoksa başka bir nedenden mi görünmez ortalıkta acaba? Konusunda dünyanın sayılı uzmanlarından kabul edilen Mutahhar Şerif’in bu dönemdeki yokluğunu her zamankinden çok merak ettik. Öyle ya, ortaya koyduğu sistem, kendisini hapse atan savcıyı enkazdan kurtaracak kadar namuslu mahkûmlar yaratmış, teknik ya da ekonomik kazanımlar bir yana insancıl değerlere dair muhteşem hikâyeler yazılmaya başlanmıştır. Nedir bu işin sırrı?
Biz bu büyük gücün kaynaklarını deştikçe, şaşkınlığımız kat be kat arttı.
Mutahhar Şerif Başoğlu, henüz 24 yaşında olduğu 1934 yılında, Cezaevleri Genel Müdür Yardımcısı olarak atanmadan ya da başka bir söyleyişle, dünya tarihine geçen İmralı Sosyal Sanatoryumu’nu kurmazdan, adı sanı duyulmazdan bir yıl önce yani, Mülkiye İçtimaî İlimler Mecmuası’nda konusuna ne kadar hâkim olduğunu bildiren, “Taknine Umumi Bir Nazar” başlıklı iddialı bir yazı yayınlar.
Başoğlu; “Mütekâmil insan topluluklarında beşerî münasebetleri tanzim eden kaideler ne kadar iyi anlaşılırsa anlaşılsın, ne kadar iyi hazmedilmiş, hattâ bir tabiatı seniye haline gelmiş olursa olsun, yine bin bir cepheli cemiyet hayatında bunlar taknin edilmedikçe suistimallere çok daha müsait bir zemin hazırlanmış olur. Bu tehlike bilhassa cemiyet tekâsüf ettikçe, zaman ilerledikçe, hayat karıştıkça daha bariz bir şekil alır” diye başlayan yazısında, toplum sözleşmelerinin tarihini incelemektedir.
Fransızca “Codification” sözcüğünün karşılığı olarak kullandığı “Taknin” sözcüğünü; “insan ilişkilerini düzenleyen toplum kurallarının yazılı bir şekilde ortaya konması” olarak değerlendiren Mutahhar Şerif, hukuk tarihinde bir geziye çıkarır okuyucusunu. Şöyle anlatır:
“Taknine gelinceye kadar hukuk tarihinin tekamül safahatında şöyle bir seyir görüyoruz: “Fas” (İradei ilâhiye), “Mos” (Kavanini örfiye) ve “Jus” (Mahkeme kararları)… İlk mukannen ahkâm o zamana kadar devam edegelen âdetlerden pek başka bir şey değildir. Faraza “On İki Levha Kanunu” Roma’nın geniş manada içtimaî bünyesinden doğan âdetlerin taknin edilmiş bir şeklidir. Aynı vakıaya (Milattan 2100 sene evvel) “Hammurabi Kanunu”nda da şahit oluruz. Hammurabi Kanunu’ndan 14 asır sonra meydana gelen ve fakat ondan çok mülhem bulunan Tevrat ve onu bir asra yakın bir zaman sonra takip eden “Book of the Law” Beniisrail telakkilerinin ve bu telakkilerden doğan âdetlerin tekamül safhalarını gösterir.
Hindu kanunlarının ekseriyeti daima kavaidi örfiye (*Geleneksel Kurallar) şeklinde kalmıştır. “Manu” kanunu, “Manava Drahma Shastre” milattan 400 sene evvel vaz’ı zamanından çok evvelki asırlardan mevcut olagelen âdetleri ihtiva etmektedir.”
Mutahhar Şerif, Çin tarihindeki “Mançu Yasalarına” değindikten sonra, İslam âleminin şeriat kanunlarını da bu sınıfta değerlendirir.
Yazısının ikinci bölümünde, modern zamanlarda bu geleneksel kanunların yetersiz kaldığını ve karşılık bulamadığını, değişen ve kalabalıklaşan insan kütleleri için yeni ve koşullara göre değişiklik gösteren esnek ve yeni bir kanunun gerekliliğini savunur Başoğlu. Artık “Code” ya da diğer söylemle “taknin” için başka bir tanımlamanın yapılması gerekliliğinden söz eder:
“Büyük bir yığın halinde bulunan mevzuatı bir sıra dahilinde tanzim etmek, onları karanlık, şüphe ve tenakuzlardan kurtarmak, aralarında sadet harici hiçbir şey bırakmamak, tekerrürlere zemin vermemek ve bu suretle hacmini küçülterek, mütaleasını kolaylaştırarak umumileştirmek ve tatbikini teshil etmek!”
“Hukuk tarihine baktığımzda” der Başoğlu, “hukuk tarihine baktığımızda bugünkü “code”un anlamına en yakın yapıyı, Justinian’ın “Digest” olarak bildiğimiz kanunlarında görürüz.” Ancak hemen ekler: “Yalnız şunu hemen ilave edelim ki, “Digest”le, “Code” arasında çok mühim bir fark vardır. “Code”un en mühim evsafından biri olan ilmî tasnif “Digest”te görülmez.”
İlk medeni kanunun Roma İmparatorluğu döneminde yapıldığını işaret eden Başoğlu, ardından bu sürecin gelişimini anlatmaya başlar.
“Roma mevaddı kanuniyesinin (Corpus Juris’in) ilk taklidini on üçüncü asır ortalarında İspanya’da, yedi kitaptan oluşan Alfonso’nun ünlü “Siele Partidas”ında görürüz. Bunlar sırasıyla: Dini ahkâm, amme hukuku kaideleri, şahıs hukuku, borçlar, aynî haklar, mahkeme usulleri ve deniz hukuku!
Justinian kanunlarının batı Avrupa’da ilk etkileri bu kanunların Bizans İmparatorluğu’nda neşredilmesiyle başlar. Sırbistan Kralı Stephan Dushan’ın miladi 1349’da neşrettiği kanunda Bizans kanunlarının esasları kuvvetle mahsustur. Keza Bohemya Kralı II. Ferdinand’ın miladi 1627’de neşrettiği kanunda Roma hukukunun birçok doktrini hâkimdir (…) Roma hukukunun Rus mevzuatı üzerindeki tesiri de dikkate şayandır: Çar Alexi’nin miladi 1649’da neşrettiği “Büyük Nizamname” pek bariz bir şekilde Justinian’ın “Novellea”sinin esaslarına istinat eder.
Batı Avrupa’da ilk “Code” fikrinin başladığı yer olarak İskandinavya’yı görürüz. Danimarka Kralı Beşinci Christian’ın 1683’te neşrettiği “Danske Law” birbiri ardınca toplanan bir seri komisyon tarafından ihzar ve tertip edildikten sonra neşrolunmuştur. Beş kitaptan mürekkeptir (…) 1686 yılında İsveç hükümeti (de) bir encümen toplayarak memleketin kanunlarını taknin etmiştir.”
Hukukçuların bile anlamakta güçlük çekeceğini düşündüğümüz birçok isimve anlayışı karşılaştırmalı olarak değerlendirdikten sonra yazısını şöyle sürdürür 24 yaşındaki Türk hukukunun altın çocuğu:
“Şimdi muassır kanunların pek çoklarında esas malzeme olarak kullanılmış olan “Code Napoleon”a kısa bir nazar atfedelim. Fakat her şeyden evvel şu noktayı derhal söyleyelim ki, (…) zamanında en yüksek ve mükemmel bir şahika olan bu kanun bugün ihtiyarlamış ve ilmin yeni feyizlerinden mahrum bulunmaktadır. Napolyon kanunları sırasıyla: 1804 / “Code Civile” (Medeni Kanun), 1806 / “Code de Procédure Civile” (Hukuk Mahkemeleri Usulü), 1807 / “Code de Commerce” (Ticaret Hukuku), 1808 / “Code d’instraction Criminelle” (Ceza Kanunu Usulleri) ve 1810 / “Code Penal” (Ceza Kanunu)…
“Code Civile” daha intişarı senesinde Belçika tarafından iktibas edildi. Sonra sırasıyla ; 1825’te Luisiana, 1831’de Bolivya, 1864’te Romanya, 1866’da Kanada-Quebec, 1867 yılında Portekiz ve 1885’te de İtalya (bu kanunu) medeni kanun olarak kabul etti.”
Yazısının son bölümünü, 1900 yılında uygulamaya konan Alman medeni kanunu “Gezetsbuch”a ayırır Mutahhar Şerif. “Almanya’da hukuki bir vahdet doğuran büyük millî arzunun en kuvvetli delili” diyerek övdüğü kanunun, önce Japonya tarafından taklit edildiğini, sonra da (1912 yılında) İsviçre medeni kanununa ilham verdiğini bildirir.
(Meraklısına not: Bilindiği gibi Türk Medeni Kanunu da 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu’na dayandırılarak şekillendirilmiştir. Bu durumu Başoğlu yazısında şöyle niteler: “Bizim kanunu medenimiz de 1926 da İsviçre medeni kanunundan iktibas edildiğinden yeni genç Türkiye’nin mevzuatı arasında mühim ve şerefli bir mevki kazanmıştır.”)
(Mülkiye Aylık İçtimaî İlimler Mecmuası, Eylül 1934, Yıl: 4, Sayı: 42, Neşriyat Müdürü: Hasan Şükrü, ss. 33-37)
Sadece bir yazıya dayanarak kesin bir kanaate varamayacağımızı bildiğimizden arşivimizdeki belge yolculuğumuza devam ettik. Bu devrimci ruhun başladığı yeri, beslenme kaynaklarını kurcaladıkça, son derece şaşırtıcı bir yazıyla daha karşılaştık. Anladık ki, her devrimci gibi; Mutahhar Şerif Başoğlu da, özellikle cezaevleri ıslah programı ve iş esasına dayalı sistemi uygulamaya koymadan çok çok önce etüd yapmış, konuyu enine boyuna hesaplamış ve dünyadaki ıslah programı adına yapılan ne varsa hepsinin üstüne cesaretli bir tavırla korkmadan gitmiş, öğrenmek için çok çalışmış. Hem de ne çalışma! Özellikle az sonra özetleyeceğimiz yazısını okuduğumuzda yaptığı hiçbir şeyin şans eseri olmadığına dair görüşümüz demir gibi kuvvetlendi.
Elen Ceza ve Islah Sistemi
Mutahhar Şerif, birçok ülkede, konusu olan cezaevleri ıslah programları hakkında inceleme ve gözlem çalışmaları yapmıştır. Bu ülkelerden biri de Yunanistan’dır.
Mutahhar Şerif’in Yunanistan’daki çalışmaları sırasında, büyük yardım gördüğünü söyleyerek özel teşekkürle andığı kişilerden biri, Atatürk’ün de yakın dostu olan gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın’dır. (1892-1959)
Ünaydın, 1918 yılında; Atatürk’le yaptığı “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat” adlı eseriyle Mustafa Kemal’i ilk kez Türk ve dünya kamuoyuna tanıtan kişidir. Millî Mücadele’ye de fiilen katılan Ruşen Eşref, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün genel sekreterliğini yapmış, daha sonra da Afyonkarahisar’dan milletvekili olmuştur. Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunda da yer alan gazeteci, daha sonra diplomat olarak görev yapmıştır. İşte tam da bugünlerde, 1930’ların ortalarında Mutahhar Şerif Atina’dayken Ünaydın, Türkiye’nin Yunanistan Büyükelçisi’dir.
Başoğlu’nun, 1940 yılında, Adalet Bakanlığı’nın yayın organı olan Adliye Ceridesi adlı dergide bir yazısı yayınlanır: Elen Ceza ve Islah Sistemi! Derginin 18 ve 34. sayfaları arasında yayınlanan bu uzun yazısında Mutahhar Şerif, Türkiye’de kurduğu sistemin beslenme kaynakları adına Yunanistan’daki deneyleri inceleyerek, kurduğu sistemle ilgili önemli ipuçları vermektedir. Anlattıkları arasında üstüne titrediği cezaevleri ıslah programı da vardır.
“Yazının hülâsası: 1823’te başlayan cezaî mevzuat hareketleri - Meriyette olan 1834 ceza kanununa göre cezalar - 1834 kanununu tamamlayan mevzuat - Hürriyeti bağlayan bazı cezaların paraya tahvili kanunu ve bu kanunun tatbikattaki neticeleri - Hapishanelerin Islahat hareketleri tarihçesi - Bugünkü Yunan devlet kurumu ve teşkilâtı içinde Adliye Nezareti’nin yeri ve teşkilât şeması ve umumî olarak mahkûm, mevkuf mevcudu…”
Hayli ayrıntılı olan yazıda ilginç bölümler vardır. Ama biz daha çok, Mutahhar Şerif’in Yunan hapishanelerindeki ıslahat programları tarihçesini anlattığı bölümde kalacağız. Özetle:
“Hapishanelerin ıslahı lüzümunu idrak ederek fiilen bu yolda adım atılması Yunanistan’da oldukça eski bir maziye dayanır; ve bîhakkın denilebilir ki, Balkan memleketleri arasında bu sahada ilk ciddi harekete geçmiş olan memleket Yunanistan’dır.
1882’de Charilaos Tricoupis Hükümeti Yunan hapishaneler ıslahatı için tanınmış hapishanecilerden Belçika Hapishaneler Müdürü ve Umum Müfettişi Jean Babtiste Stevens’ı memlekete davet ederek kendisinden bir ıslahat projesi istemiştir (…) Stevens dört teklifi ihtiva eden bir ıslahat projesi vermiştir.
1- Hücre usulünün tatbiki; ve bu esasa göre yeni hapishanelerin inşaası (*Bu teklif, Yunan iklimine ve karakterine uymadığından uygulanmamıştır.)
2- Islahı nefseden mahkûmlara meşruten tahliye usulünün kabulü ve tatbiki (*Bu teklif dikkate alınmış ve yıllar sonra uygulanmıştır.)
3- Çocuklar için ıslahhaneler kurulması (*Bu teklif, bütçelendirme sorunu yüzünden son dönemlere kadar uygulanamamıştır.)
4- Hastalıklı olan ve hüsnü hali görülen mahkûmlar için açık hava müesseselerinin kurulması (*Bu teklif dikkate alınmış, ancak yıllar sonra uygulamaya konmuştur.)
İkinci büyük ıslah hamlesinin 1912 yılında, Elefterios Venizelos Hükümeti zamanında yapılmış olduğunu görüyoruz. Bu hamle, Paris Santé Hapishanesi Müdürü M. Leon Barthe’nin Yunanistan’a davet edilmesi ve kendisine Yunan Hapishaneler Umum Müfettişliği verilmesiyle olmuştur. Barthe, Atina Sygros Hapishanesi’ne yerleşmiş ve en hayırlı işi de Gardiyan Mektebi kurmak olmuştur. Bundan başka asrî hapishanelerin inşası, iş hayatının mevkuf ve mahkûmlara geniş surette teşmili; idare personelinin yetiştirilmesi, kalem işlerinin tazmini gibi projeler bırakmıştır.”
Bu saptamalardan sonra Mutahhar Şerif görüşlerini bildirir:
“Hapishaneciliğin esas noktalarına temas eden bu hareketten çok daha mühim ve müsbet neticeler doğabilirdi. Harbî Umumi (*Dünya Savaşı) onu takibeden Anadolu’daki Yunan hülyası ve hezimeti epeyce bir zaman mes’ul makamları ve işleyen kafaları bu mevzu üzerinde durmaktan uzak bulundurmuştur. 1925’ten sonra siyasi vaziyetler nisbeten durulunca Yunanistan’da tekrar hapishanecilik meselesine dönülmüş, bu sefer şu farkla ki; artık hariçten ıslahatçılarla değil, tam manasıyla milli bir bünye mevzuu olan cürüm, ceza, ıslah işleri Yunanlı ellere tevdi edilmiştir.
On, on dört senelik bir zaman zarfında epeyce sendelemelere rağmen ziraî hapishanelerin kurulması ve son yıllarda gayet esaslı teftiş ve teşkilât kanunlarının çıkarılması, mahpusların iaşe, ilbası vaziyetlerinin ıslahı, veremli mahpuslara mahsus çok güzel bir sanatoryumun inşası, birtakım suistimallerden sonra tecrübeye ve bilgiye dayanarak esaslı muhasebe nizamatının vaz’ı, mahkûm kadınların çocuklarına tahsis edilen cidden mükemmel bir (Yuva)nın kurulması… ve nihayet ıslahat işinin yürüyebilmesi için lüzümlu olan varidat menbaalarının teminini sağlayan mevzuat vücuda getirmek gibi elde tutulur işler görülmüştür.” (Adliye Ceridesi, Sene: 31, Sayı: 1, 1940, Ankara Yeni Cezaevi Matbaası, ss. 18-34)
Mutahhar Şerif Başoğlu’nun başardığı şeyin, büyük bir emek sonucu,olağanüstü bir çalışkanlık ve bilgiye dayandığını görmek ya da onun yaptıklarını överek anlatmak kendi yetersizliğimizi ortaya koymak mıdır yoksa hadi bir daha, bir daha yapabiliriz çığlığı atmak mıdır, siz karar vereceksiniz!