Güzel bir insan: Mutahhar Şerif Başoğlu - 29

Mutahhar Şerif’in Mahkûm Çocukları Erzincan Depremi’nde - 2

Abone Ol

Erzincan depremiyle ilgili her haberde Mutahhar Şerif Başoğlu’nun yeni bir kimlik kazandırdığı mahkûmlardan söz edilmektedir. Bir de bu insanlık sınavından sonra her birinin özgürlüklerine kavuşturulması gerektiğinden!
İkdam gazetesinden!
“Erzincan felâketzedelerinin tahliyesine fiilen yardım edenlerin en başında İmralı mahkûmları geliyorlarmış. Felâketzede vatandaşların enkaz altından çıkarılmalarında ve harabelerin temizlenmesinde canla başla çalışmışlar. 
Bizim Hafız’a havadisi okudum da: “Vallahi mükemmel!” dedi ve ilave etti: 
-    Can kurtaranlara can bağışlanır. Bunlara da bu hizmetlerinden ötürü hürriyetleri bağışlanmalıdır. 
Fena teklif değil. Hatta, Erzincan’da iskânları ve evli barklı edilmeleri bile düşünülebilir. Bin İmralı mahkûmu birkaç yıl içinde hem binler olurlar, hem de mükemmel müstahsil!” (İkdam-Sabah Postası gazetesi, A. Şefik imzalı yazı, 6 İkincikanun (*Ocak) 1940, Cumartesi, Yıl: 1, Gazete Yayın no: 145-218)
Aynı günlerde Mutahhar’ın mahkûm çocuklarının bu özverili çalışması başka yayın organlarına da haber olur. “Zelzele mıntıkasında enkaz kaldırma işi” başlıklı bir haberde denir ki:
“İmralı adasındaki mahkûmlardan 65’i zelzele mıntıkasına gönderildi. Enkaz kaldırma işlerinde çalışmak üzere zelzele mıntıkasına gitmekte olan 65 mahkûm dün İmralı adasından İzmit’e gelmiştir. Bunlar İmralı’da bulunan 40 mahkûm tarafından felâketzede kardeşlerimize teberrü edilmiş bulunan 15 bin kilo İmralı soğanıyla, 172 çadırı mahalline sevkedilmek üzere İzmit Yardım Komitesi’ne teslim etmişlerdir.” (Akşam gazetesi, 16 İkincikanun (*Ocak) 1940, Salı, Yıl: 22, Gazete Yayın no: 7629)
Bu haberden dokuz gün sonra aynı gazetede, bu kez Robert Koleji Direktörü Doktor Rayt’ın, Erzincan deprem bölgesi izlenimleri yayınlanır. Rayt’ın yazısı yürek burkan ama gururlu bir yazıdır.
“Erzincan felâketinin büyüklüğü karşısında Türkiye’nin bir dostu ve bir insan sıfatıyla bir vazifem olduğunu düşündüm. Felâketi en canlı bir şekilde Amerikalılara anlatmaya karar verdim (…) Zelzele yerlerinde felâkete karşı elbirliğiyle çalışan, elden geleni büyük bir fedakârlıkla yapan bir millet buldum (…) Sıcak bir odada oturup şunu bunu tenkit etmek kolaydır. Fakat Erzincan’daki felâket o ölçüdedir ki, insan kıyamet gününü bile bundan korkunç tasavvur edemez.”
Doktor Rayt, yazısının bir yerinde İmralı mahkûmlarından da söz eder:
“Bir sabah, polisin çalıştığı çadırı ziyaret ettim. O sırada İmralı mevkufları o civardan geçiyorlardı. Polis komiseri bunları bana mezunlarını tanıtan bir mektep müdürüne mahsus iftihar hissiyle gösterdi. Cemiyetin kendi arasından kovmak zaruretini duyduğu bu adamlar, İmralı’da öyle vatandaşlık dersleri öğrenmiş olacaklar ki, Erzincan’da fedakârlıkla çalışmak hususunda en ön safta gitmişlerdir. İmralı tecrübesinin ne netice verdiğini merak ediyordum. Bunu Erzincan’da öyle bir şekilde gördüm ki, İmralı adasını ziyaret suretiyle aynı kanaate varamazdım. Erzincan’da bir hapishane yapmak üzere İmralı’dan Erzincan’a elli mevkuf gönderilmesi, bunlar bir tahta barakada yaşamaları dolayısıyla zelzeleden zarar görmemeleri ve kerpiç bir binada bulunan muhafızlarının ölmesine rağmen kaçmayı değil, derhal felâket görenlerin yardımına koşmayı düşünmeleri çok hayırlı bir tesadüf olmuştur.” (Akşam gazetesi, 25 Kanunusani (*Ocak) 1940, Perşembe, Sene: 22, Gazete Yayın no: 7635, s. 4)
Çok geçmez, yardım etmek için kendini deprem bölgesine atmaya çabalayan başka İmralı mahkûmlarının haberleri de görülür gazetelerde:
“İmralı adasındaki mahkûmlardan 50 kişilik bir grup gönüllü olarak Erzincan’da çalışmak üzere ve bir memur refakatinde İzmit tarikiyle Erzincan’a hareket etmiştir. İmralı mahkûmları ayrıca bu arkadaşlarıyla birlikte felâketzedelere 5 bin kilo soğan, 146 takım çamaşır, 146 çorap ve birkaç yatakla, muhtelif eşya göndermişlerdir.” (Cumhuriyet gazetesi, 29 İkincikanun (*Ocak) 1940, Yıl. 16, Gazete Yayın no: 5643, s. 5)
Yaptıklar hem fiziksel yardım; arama kurtarma, hem de giyecek yiyecek yardımlarını yeterli görmeyen İmralı mahkûmları, depremden 45 gün sonra bile bölgeden ayrılmamış, son enkaz kalkana kadar büyük bir özveriyle çalışmışlardır. 
Deprem bölgesindeki ölü, yaralı ve hastanede tedavi görenlerle ilgili İstanbul Valisine verilen sağlıkla ilgili bir raporda da Mutahhar Şerif’in mahkûm çocuklarından söz edilir.
“Şehrimizden zelzele mıntıkasına giden sıhhî heyet âzalarından Ferit (Bey) İstanbul’a dönmüştür. Bugün Valiyi ziyaret eden Ferit (Bey), Sertabip Operatör Rıfat Hamdi (Bey)in bir raporunu kendisine vermiştir. Ferit; Erzincan’da bilhassa İmralı’dan gelen 300 mahkûmun büyük bir feragatle çalıştıklarını, İstanbul ekibinin kurduğu 1000 yataklı hastanede elyevn 90 hasta ve yaralı bulunduğunu söylemiştir. ‘Erzincan’da her gün zelzele hissolunmaktadır. Zelzeleden sular mecralarını değiştirmişlerdir’ demiştir.” (Son Telgraf gazetesi, 13 Şubat 1940, Salı, Sene: 8, Gazete Yayın no: 1054)
Bu çaba sonucu, bölgede felâketzedelerin yardımına koşan mahkûmların affı konusu, TBMM gündemine gelir. Erzincan Milletvekilinin yaptığı hizmete koşan mahkûmların tümden serbest bırakılmaları doğrultusundaki önerisi kabul edilmese de; 19 Nisan 1940 tarihli 3804, 14 Nisan 1941 tarihli 3999 ve 26 Aralık 1941 tarihli 4162 numaralı özel af kanunlarıyla toplam 277 mahkûmun hapis cezalarında, beşte dörtlük bir ceza indirimi yapılır. 
(Meraklısına Not: İlk kanunda 241, ikinci düzenlemede 32 ve son düzenlemede de 4 mahkûm; toplamda 277 mahkûm bu kanuni düzenlemelerden yararlanmıştır.)
19 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen ve 26 Nisan 1940 tarihli 4494 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 3804 numaralı kanunun sadece 4 maddesi vardır:
27 Kanunuevvel (*Aralık) 1939 tarihinde ve müteakip günlerde vukubulan zelzelede felâkete uğrayanların kurtarılmasında fevkalâde hizmetleri görülen bazı mahkûmların cezalarının affı hakkında kanun / Kanun no: 3804 / Kabul tarihi: 19 Nisan 1940
Madde 1: Bağlı listede adları ve soyadları yazılı 241 mahkûmun mahkûmiyet müddetlerinin beşte dördü ve hukuku amme ve tazminat kabilinden oluşan para cezaları affedilmiştir. Bunların muhakeme masrafları ile iaşe bedelinden olan borçları da terkin olunmuştur.
Madde 2: Bu kanunun inzibatî cezalara tesiri yoktur.
Madde 3: Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 4: Bu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur. (24/4/1940)
Peki, kaçmak yerine canhıraş çaba harcayan mahkûmlar için, ‘derhal’ bir kanun çıkarılmasına karşın, neden aynı konuda iki kere daha kanun düzenlemesi yapılmıştır?
Çünkü… 
Affedilmesi Unutulan 82 Numaralı İmralı Mahkûmu
“Bir insanın Allah hürriyetini alacağına, cannı alsın daha iyi! Hürriyet kadar mukaddes bir şey yokmuş meğer! Fakat benim çilem daha bitmemiş, arkadaşlarım affolundular, ben listede yokum!”
Bu sözleri; hastalığı dolayısıyla mahkûmiyeti 6 ay tecil edilen, deprem felâketi sırasında Erzincan’da bulunan İmralı cezaevinin 82 numaralı mahkûmu Yusuf oğlu Mehmet söylemektedir. Mehmet,  mağdur edildiği bu haksız durumu gidermek için, elinde bayatladığı için beş tanesi 5 kuruşa satılan taşlaşmış simitlerle, Son Posta gazetesinin tanınmış muhabiri Nusret Safa Coşkun’u ziyaret eder ve son derece acıklı bir hikâye anlatır muhabire:
“Nasılsa beni unutmuşlar beyim! Çünkü Erzincan’daki o korkunç felâket sırasında müddeiumumiyi kurtardıktan sonra ağır ceza reisinin evine koşanlar arasında ben de vardım. Reisin ev enkazını kaldırmaya çalışırken göçük oldu ve ben altında kalarak ağır yaralandım. Beni Ankara’daki Numune Hastanesi’ne göndermişler. Gördüklerim karşısında ruhen de bitmiş olduğumdan beni birçok yerde tedavi ettiler. Mahkûmiyetim 6 ay tecil edildi.
Ben, beyim, ben namuslu, karıncayı ezmekten korkan bir adamdım. İyi bir aileye mensuptum. Karım… karım fena oldu, (yoldan çıktı anlayacağınız). Onu bu halde bırakmaktansa, kendimi bu hale getirmeyi tercih ettim; öldürdüm onu! 15 sene hüküm giydim. Yedi sene hapishanede yattım. İmralı’ya gönderilince, mahkûmiyetimin yarısı daha gitti. Bir sene de meşruten tahliyeden kazandım. 3 senelik bir cezam daha kalmıştı. Biz Erzincan’a 24 arkadaş gitmiştik. Hepsini serbest bırakmışlar… fakat benim adım aralarında yok!”
Yusuf oğlu Mehmet’in iki derin kuyuya benzeyen gözleri dolu dolu olur:
“Acaba ben hastanede olduğum için mi unutuldum?.. Kızımı, beyim, kızımı babamın yanına bırakmıştım. Dönüş pek acı oldu. Babam ölmüş, kızım birinin yanına evlatlık verilmiş… Ellerimi görüyor musun; bunları Çanakkale Harbi’nde şarapneller parçaladı. İstiklâl Harbi’nde “Bombacı Mehmet Çavuş” diye ün saldım. Utanmasam, mahkûm elbisemin üzerine İstiklâl Madalyamı takacağım. Ben insanların içine tekrar dönecek yüzü olan bir adamım. Derdimi yazsanız, beni unutmuşlarsa da, adımı listeye koysalar! Ha beyim, yazacak mısın anlattıklarımı gazetende?”
Nusret Safa Coşkun, önce ne diyeceğini bilemez, boğazına dizi dizi düğümler sıralanır. İmralı ve deprem bölgesine giden mahkûmların kahramanca mücadele ettiklerinden söz eder. Sonra da aşağıdaki satırları yazar:
“Onu üstündeki yıpranmış elbiseden, İmralı mahkûmlarının kahverengi-siyah parçalı elbisesinden tanımıştım! İmralı’da, Erzincan’da muhtelif zamanlarda gördüğüm bu üniformayı arkadaşlarım yadırgadılar ama ben tanımakta müşkülat çekmedim. Onları Erzincan’da durup dinlenmeden, yemeden, içmeden enkaz altından insan çıkarmaya uğraşırlarken, ikinci gidişimde de yeni Erzincan’ı kurmaya çabalarken daha iyi tanıdım. 
Günahlarının kefaretini ödemek, adaletin alınlarına vurduğu damgayı, alın terleriyle silmek için hepsi birçok insandan daha fazla insanlaşmışlardı. Bu ‘İmralı insanlık fabrikasının’ mamûlatından olan mahkûmların zelzeleyi müteakip gösterdikleri gayret hâlâ her yerde bir destan gibi dillerde dolaşmaktadır. 
Hükümetin âtıfeti yerinde oldu. Bu insanlık rüştlerini ispat eden sabık günahkârlar bugün tekrar cemiyetteki yerlerine döndüler. Fakat Yusuf oğlu Mehmet nasılsa unutulmuş… Yusuf oğlu Mehmet’in arzusu ne derece is’af edilebilir, bilmiyorum. Bunu sayın Adliye Vekili Okyar’ın dikkati nazarına arzederek, acaba diyorum, bu bîçare insana da emsallerine yapılan muameleyi tatbik etmeye imkân yok mudur? 82 numaralı mahkûm, arkadaşlarının kavuştuğu saadeti, müktesep bir hak olarak değil, hâlâ günahkâr addedilmekten hastalandığı için istiyor.” (Son Posta gazetesi, 21 Mart 1940, Perşembe, Sene: 10, Gazete Yayın no: 3463, s. 1 ve 2)
Gazetecinin yazdığı yazı ne kadar etki etti bilmiyoruz ya; Yusuf Oğlu Mehmet ya da namı diğer 82 numaralı mahkûmun affedilip affedilmediğini merak ederek, 241 kişilik listeyi inceledik ve katilden affedilen on mahkûmdan birinin Yusuf oğlu Mehmet (Okutan) olduğunu gördük. Nedense yavru bir kuş gibi içimizde tuttuğumuz nefesimizi yavaşça bıraktık. Sanki avucumuza sığacak kadar küçük bir kırlangıç ilk kez kanat çırparak gökyüzüne yükselir gibi oldu.
Katilden affedilen 10 mahkûmun adları şöyle: Mustafa oğlu Ferhat Ataman, Mehmet oğlu Mustafa Uzun, Musa oğlu Âdem Topaz, Mehmet oğlu Hikmet Firanş, Mehmet oğlu Refik Özcan, Süleyman oğlu Hasan Tufan, Necip oğlu Sabit Öcel, Gazi oğlu Selim Özdemir, Salim oğlu Arif Daşpınar ve Yusuf oğlu Mehmet (Okutan)!
“Ay karanlık, ölüm kanat gerdi / Çok soğuk var, su dondu, sisli kıyı / Açın! Allah için açın kapıyı!” (Halit Fahri Ozansoy’un dizeleri)   
Erzincan depremi o kadar şiddetli ve yıkıcıdır ki, sarsıntıdan etkilenmeyen hiç kimse yoktur. Mahkûmların hikâyeleri böyleyken; en çok yardım, henüz 18 sene önce, birileri varlığına varlık katsın diye, milliyetçilik mavalıyla birbirimize düşman olduğumuzu örgütleyen çirkin siyaset yüzünden karşı karşıya, hatta boğaz boğaza geldiğimiz Yunan halkından gelir. 
“Erzincan zelzele felâketi, bütün Türkiye ile beraber dost memleketleri de müteessir etti. Onlar da felâketzedeler için derhal yardıma koştular. Bilhassa dostumuz Yunanistan’da çok geniş mikyasta bir yardım komitesi kuruldu ve halk arasında rozetler takarak iane toplandı.” (Yedigün Haftalık Resimli Mecmua, 27 Şubat 1940, Salı, Sene: 7, No: 364, Cilt: 14)
Yurt dışında bizim felâketimize can diyerek koşan insanlar varken, içimizdeki felâketten çıkar sağlamaya çalışanlar da vardır anlaşılan. Yoksa, gencecik yaşta kaybettiğimiz ünlü karikatüristimiz Cemal Nadir, kendisi kadar ünlü “Amca Bey” köşesinde bu konuda neden bir karikatür bandaleti yayınlasın ki?  Bandaleti sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Bir adam Amca Bey’le yürürken ona sorar:
-    Bir taraftan hamiyet yarışı devam ederken bir tarafta da edebiyat yarışı aldı yürüdü Amca Bey! Bir muharrir yüreği ile kesesi arasında bir facia yaratmaya çalışırken, bir muharrir: “Felâket mıntıkasından koşa koşa gelen tren soluya soluya istasyona girdi”  diye bir dram sahnesi çiziyor. Başka bir muharrir de “Ölüler arasında bir gece” diye bir facia rekoru ilan ediyor.
Amca Bey’in yanıtı son derece mânidardır. Sanki içimize taş oturur:
-    Yeni bir edebî cereyan! Fakat okuyanlar zelzele felâketini unutup, edebiyat felâketine ağlayacaklar diye korkarım.” (Akşam gazetesi, 6 Kanunusâni (*Ocak) 1940, Cumartesi, Sene: 22, Gazete Yayın no: 7619)
Siz ne düşünürsünüz bilmiyoruz ya; bandalete dikkatle baktığımızda, dördüncü karede; arkada ölülerin ayakları görünürken,suratını ekşitip yazı yazan, sivri saçlı, kaşlarını kaldırmış, yuvarlak beyaz gözlüklü ‘muharrir’, bize tanıdık gelen bu çok tipik özellikleriyle, bugün çocuklarımıza ‘millî edebiyatçılarımızdan’ diyerek okutulan birini hatırlattı. 
Neyse… 
Dosyamızın bu bölümünü, artık herkesin kafasına kazınmış olan, Erzincan depremi mağduru yaşlı bir kadının, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün göğsüne başını yaslayıp ağladığı o unutulmaz fotoğrafa yazılmış olan kuvvetli bir şiirle kapatalım istiyoruz:
“Daya bîçare kadın bağrına yorgun başını / Ona anlat yıkılan yurdu, ölen yoldaşını / Ebedi milletinin sevgisi kaynar orada / Bu mukaddes ateş üstünde kurut gözyaşını!”
Birbirine kenetlenmiş iktidar ve millet birliğini / samimiyeti vurgulayan bu şiir parçası neden içimizde büyük bir kedere, de ki feci bir utanca yol açtı acaba?