Güzel bir insan: Mutahhar Şerif Başoğlu - 26

Abone Ol

Kolumuza ısırgan otu değmiş gibi…

İki hikâye anlatmak istiyoruz size. Anlatmak istiyoruz; çünkü bunlar kitabımızın dramaturji dosyasını hazırlarken okuduğumuz ve okuduktan sonra unutamadığımız, sadece aklımıza değil, kalbimize de takılan hikâyelerdir. Kolumuza ısırgan otu değmiş gibi, paslı bir telin bacağımızı çizmesi gibi bir duyguya kapılarak okuduğumuz bu hikâyeleri siz de bilin isteriz.

Bu hikâyelerden biri,  1 Eylül 1938 günü İmralı’ya yapılan inceleme gezisinde mahkûm kolonisinin berberi Ahmet’in berber koltuğunda boncuk boncuk ter döken bir gazetecinin, diğeri de daha önceki bölümlerde tragedyasını yazdığımız Kunduracı Abdullah’ın, Abdullah Kelekçioğlu’nun, üç arkadaşıyla birlikte İmralı’dan Ankara hapishanesine jandarmasız olarak giderken, ziyaret ettiği başka bir gazeteciye anlattıklarının hazin hikâyeleridir.

Hikmet Feridun Es, Saraçoğlu’nun ilk İmralı ziyaretinde onun yanında olduğu gibi, son ziyaretinde de bakanla birlikte adaya giden gazetecilerden biridir. İmralı’daki değişim ve gelişmeleri en iyi anlatan kalemlerden biri olduğunu düşündüğümüz için ilk olarak onun hikâyesini anlatmak istiyoruz.

Hikmet Feridun, Eylül 1938’de adaya giderken acele etmiş olacak ki, sakal tıraşı olamamıştır. Adayı gezip, mahkûmlarla konuşurken Berber Ahmet’le karşılaşır ve onunla söyleşi yapmaya başlar. Sonra da “Tıraşın gelmiş bayım, hadi istersen otur şu koltuğa da seni bir tıraş yapayım” diyen Ahmet’in berber koltuğuna oturuverir. Oturur da; berberin hikâyesi, yüzünde hışır hışır bir aşağı bir yukarı gidip gelen ustura kadar keskindir. Gazeteci, soluğunu tutarak şu hikâyeyi dinler berber Ahmet’ten:

İmralı’nın Berberi Ahmet’in Hikâyesi

“Denizliliyim. Bana Berber Ahmet derler. 1335 (*1919) senesinde çitlembik gibi bir sevgilim vardı. İsmi Fatma idi. Beni de çok severdi. Lâkin biraz para canlısı bir kızdı. Fatma’nın Ayşe adında bir arkadaşı vardı. Bu Ayşe çok bilgiç bir kadındı. Baştan çıkmıştı. Fatma’yı hep doldurur, benden soğutmaya çalışırdı. Sevgilime: “Ne yapacaksın bu beş parasız adamı. Bırak bunu, zengin birine var!” diyordu.

Bir gün Fatma’nın evine gittiğim zaman sevgilimi bulamadım. Haber aldım ki, arkadaşı Ayşe bizim Fatma’yı Süleyman adında birine kaçırmış. Bu Süleyman da Koca Mustafa isminde bir eşkıyanın yanında imiş. Koca Mustafa o zamanın en belli başlı haydutlarındandı. Denizli civarı ondan titrerdi.

Sevgilim Fatma’nın Ayşe’nin teşvikiyle kaçtığını biliyordum. Ayşe’ye karşı içimde büyük bir kin uyanmıştı. Bir gün köye dönerken bir tarla kenarında Ayşe’ye rastgeldim.

-          Söyle… Fatma nerede?

Ayşe güldü:

-          Nerede ise nerede? Sana ne! Fatma gibi güzel bir kız senin gibi züğürt bir adamla yaşar mı ki?

Benim hiddetlendiğimi görünce yanıma sokularak yaltaklanmaya başladı:

-          İlahi Ahmet, Fatma kaçtıysa yeryüzünde başka kadın yok değil ya!

Onu ittim ve bağırdım:

-          Sen bana Fatma’nın nerede olduğunu söyle!

Cevap vereceğine fıkır fıkır gülmeye başlamasın mı? Tepem döndü. Bazen öyle olurum. Başımdan bir şeytan geçer. Hemen usturamı çıkardım, üzerine atıldım. Beraber yere yuvarlandık. Nasıl oldu bilmem, ustura Ayşe’nin gırtlağına saplandı.”


Hikâyenin bu yerinde soğuk soğuk terlemeye başlar gazeteci. Şöyle anlatır hissettiklerini:

“Berber Ahmet bu eski, korkunç hikâyeyi anlatırken boğazımı tıraş ediyordu. Elindeki ustura titremeye başladı. “Ahmet, heyecanlandın. İstersen biraz dinlen!” dedim. “Yok, yok bayım… Artık bunlar geçti. Sana başımdan geçenlerin sonunu anlatayım, dinle!

Mahkemeye verildim. Müddeiumumi idamımı istedi. Hâkimler idamıma karar verdiler. Fakat yaşım küçüktü. On sekizinde idim. Cezam 25 seneye tahvil edildi. Denizli hapishanesine girdim. Hapiste 11 gün yattım. Bu 11 gün içinde kendi kendimi yedim:  Gittim de budala gibi Ayşe’yi öldürdüm. Halbuki sevgilimi kaçıran, sevgilimi elimden alan Süleyman hâlâ yaşıyor.

Karar vermiştim, Süleyman’ı öldürecektim. Fakat 25 sene hapishaneden çıkamayacaktım. Nihayet hapishaneye girdiğimin on ikinci günü büyük bir çivi buldum. Sabaha kadar uğraştım. Denizli hapishanesinin duvarını deldim. Hemen delikten dışarı fırladım. Deli gibi koşuyordum. Kendimi dağda buldum. Günlerce dağda ot yiyerek dolaştım.

Bir gün uzaktan bir takım atlılar gördüm, korktum, kaçmaya başladım. Fakat atlılar beni yakaladılar. Bunlar meşhur eşkıya Koca Mustafa’nın çetesi idi. Sevgilimi kaçıran Süleyman da bunların içindeydi. Bu tesadüfe son derece memnun oldum. Eşkıya reisi Mustafa’ya yalvardım: “Beni de çetene al!”

Mustafa beni yanına aldı. Tam on ay dağ dağ dolaştım, eşkıyalık yaptım. Sevgilimi kaçıran Süleyman ile ahbap olmuştuk. Yazıdağı’nda pusu kuruyorduk.

O zamanlar idarei örfiye (*Sıkıyönetim)  ilan edildi. Jandarmalar bizi fena halde sıkıştırmaya başladılar. Günde 3-4 defa jandarmayla müsademe (*Çatışma) ediyorduk. Nihayet bir gün jandarmalar bütün Yazıdağı’nı sardılar. Ekmeksiz kaldık. Açlıktan ölecektik.

Eşkıya reisi, “İki kişi köye gidecek, bize ekmek bulacak” dedi. Reis bu iş için benimle, sevgilimi kaçıran Süleyman’ı seçti. Dağdan indik. Gece binbir tehlike içinde jandarma kordonundan geçtik. Öğleye doğru köye girdik. İki kişi dokuz ev bastık. Somun somun ekmekleri aldık. Ben o gece Süleyman’ı öldürmeye karar vermiştim. Bir aralık ona dedim ki: “Süleyman ekmeği bulduk. Bizim reis bal sever. Köyden biraz bal götürelim ona .”

Bir evin bahçesinde arı kovanları görmüştüm. “Hah” dedim “işte şuraya girip bal alaım. Ama ben arıdan korkarım. Kovanlardan balı sen çıkar. Ben de gözcü durayım.” Süleyman hiçbir şeyden habersiz, “Peki” dedi. 

Bahçeye atladık. O bir arı kovanına elini sokarak bal alıyor, ben de üç dört metre uzakta gözcülük ediyordum. Onun bana arkası dönüktü. Mavzerimi kaldırdım, tam başına nişan aldım. Tetiği çektim, patlamadı. Bir daha çektim, yine patlamadı. Tam beş kere tetiğe davrandım, silah ateş almadı.

Parmaklarım tetiği çekiyor, kalbim çekmiyordu. O zaman aklıma bir fikir geldi. Madem benim silahım patlamıyordu, Süleyman’ı kendi silahıyla öldürecektim. Yanına vardım, gülerek sordum:

-          Bal var mı?

“Var” dedi… Baktım, bal peteklerine eğilmiş. Bir peteğin üzerinde de baş parmağının izi kalmış. Süleyman’a belli etmeden yavaşça yerde duran silahını aldım, geri geri çekildim. Bağırdım:

-          Dön buraya hırsız!.. Sen benim sevgilimi kaçırdın!

Deli gibi geriye döndü. Gözleri korkudan fincan kadar büyümüştü. Tetiği üst üste beş kere çektim. Kanlar içinde yere yuvarlandı. Hemencecik öldü.

-          Yalnız bir şey soracağım Ahmet, bu sevgilini kaçıran Süleyman senden hiç korkmuyor, hiç şüphelenmiyor muydu?

-          Bana ehemmiyet vermiyordu. Azılı bir eşkıya 19 yaşında bir çocuktan korkar mı hiç? O benimle alay bile ediyordu. Süleyman eşkıya reisi Mustafa’nın eli ayağıydı. Bu yüzden Mustafa’nın bana düşman olacağını biliyordum. Bir daha onun yanına dönmedim. Dağlarda dolaştım, 11 kişi buldum. Bunlarla beraber eşkıya Mustafa’yı öldürmeye karar verdim. Günlerce eşkıyayı takip ettik. Nihayet bir gece onları bulduk. Sabaha kadar müsademe ettik. Efebaşı Mehmed’i, Mustafa’yı öldürdüm. Sabahleyin cesetlerini dere içine çektim, başlarını kestim. Bundan sonra en azılı eşkıyabaşı Selim Efe, Süleyman Efe’yi de öldürdüm. Onların da başlarını kestim.

Usturanın altında bu hikâyeleri dinlerken berbere dik dik bakıyordum. Bu sırada fotoğrafçı resmimizi çekti. Berber, “Ahh” dedi, “elimde ustura ile resim çıkartmak istemiyordum.”

-          Sebep?

-          Artık elime usturayı yalnız insanları tıraş etmek için almaya yemin ettim. Birisinin yüzünü kessem de biraz kan çıksa fenalaşıyorum. Size yalan, bana gerçek bugün balık avına bile çıkmayı yüreğim kaldırmaz. Ben balığa gidemiyorum.

Ahmet usturayı yüzümden kaldırdı. Şimdi balık avına çıkamayan fakat vaktiyle kaç insan kellesini vücudundan ayıran bu adama baktım. İmralı mucizesine candan inandım.” (Sedat Simavi’nin Yedigün Dergisi, 13 Eylül 1938, Sene: 6, No: 288, Cilt: 12, ss. 8-9)

Adanalı Kunduracı Abdullah Kelekçioğlu’nun Hikâyesi

İkinci hikâyemiz, 18 yaşında babasının katillerini öldüren ve 24 seneye mahkûm olan Adanalı kunduracı Abdullah’ın hikâyesidir!

“Kapımın önünde lüks bir faytondan ince yapılı bir adam indi. Cebinde dürülmüş bir Cumhuriyet gazetesinin bulunduğuna bakarak onun okur yazar biri olduğunu tahmin ettim. “Cumhuriyet muhabiri Musa Ataş siz misiniz?” dedi. “Evet” cevabımı bir bölük emininin tekmil haberi kadar uzun süren şu zincirleme kelimeler takip etti:

-          Ben katilden 24 seneye mahkûm Adanalı Abdullah Keleçkioğlu’yum. İmralı’dan Ankara’ya gidiyorum. Yanımda üç arkadaşım daha var. Cezamızın geri kalanını Ankara’da geçireceğiz. Görüyorsunuz ya, jandarmasız olarak yalnız başımıza serbestçe geziyoruz. Cumhuriyet hükümetinin bu yüksek hareketine, temiz kalplerimizden kopan şükranlarımızı sizin vasıtanızla Cumhuriyet gazetesine yazdırmaya geldik.”

Cumhuriyet gazetesinin Bursa muhabiri Musa Ataş bu beklenmedik ziyaret karşısında çok şaşkındır. Ama mahkûm Abdullah’ın dediği şeyi yapmak, bu ilginç karşılaşmayı da gazete sütunlarına taşımak istemektedir. Sorar:

-          Anlat o zaman, başına nasıl bir felaket geldi?

-           Henüz Adana’da orta mektebin yedinci sınıfında ve 18 yaşında idim. Babam Hüsmen Kelekçi’yi bir arazi meselesinden gözümün önünde öldürdüler. Beni de yaraladılar. Yaralandıktan üç saat sonra düşüne düşüne deli gibi olmuştum. Yarama rağmen yerimden fırladım. Beni vuran ve babamı öldüren Karakâhyaoğu Ali ile kardeşini bir çırpıda üst üste temizleyiverdim. Üçüncü kardeşleri de şimdi Paris’te kaçak bulunuyor. 15 senedir Adana, Niğde ve İmralı cezaevlerinde yatıyorum. Şimdi 35 yaşına girdim. Beş senelik mahkûmiyetim affedildi. Daha 22 ayım kaldı. Onu da Ankara’da çektikten sonra dünyaya yepyeni bir insan olarak geleceğim.

Abdullah, konuşmasını bitirince cebinden bir fotoğraf çıkarır. Gözleri nemlidir. İmralı’dan Mudanya’ya çıkar çıkmaz rastladığı iki çocuğu kucağına alarak bir fotoğraf çektirmiştir.  O fotoğrafı gazeteciye uzatır: “15 senedir hasret olduğum yavrular!” …

-          Senin çocukların mı Abdullah?

-          Hayır. Evli değilim ki çocuğum olsun beyim. Baharını kaybetmiş bir insan olarak böyle yavrulara hasret olduğumu yanarak anlıyorum.

Gazeteci Ataş, zor duyguların altında kalır bir an. Sonra kendisini toplar ve teselli vermeye çabalar:

-          Zararı yok, daha genç sayılırsın. Artık günlerin de sayılı nas’lolsa! Çıkar çıkmaz evlenirsin, senin de çocukların olur.”

Sonra uzunca bir süre susarlar. Ama ne gürültülü, ne uğultulu bir susmaktır bu! Sonra İmralı’dan Mudanya’ya vapurla, oradan da trenle Bursa’ya geldiklerini anlatır Abdullah. Yolculukları sırasında başlarına gelenleri dünyanın en alçakgönüllü sesiyle anlatmaya başlar:

“Trende bir sivil memur bize hüviyetlerimizi sordu. ‘Bizim hüviyetimiz yok ki sana verelim! Asıl sen kimsin? Sen bize hüviyetini göster’ dedim. Sivil memur yeleğinin altındaki polis rozetini gösterince, İmralı’dan ayrılırken bize verdikleri yolculuk vesikasını ibraz ettim. Polis çok şaşırdı. “Siz mahkûmsunuz demek! Nasıl oluyor da böyle serbest gidebiliyorsunuz?” dedi. Sonra da “Cumhuriyet hükümetine dua edin, sakın yanılıp da başka şeylere sapmayın!” diye de uyardı bizi.

Herkes bize bakıyordu. İmralı’da bize verilen yarısı gri, yarısı siyah şapka ve aynı renklerde giysilerimize garip garip bakıyorlardı. Aralarında fısıldaşanlar oldu. Duyduk; olup biteni dakika dakika izleyen bir kadın sessizce polise sordu. “Kuzum memur efendi, bunlar Japon mudur yoksa Çinli mi? Polis cevap verdi kadına: “Hayır, onlar ne Japondur, ne de Çinli. Sadece mahkûmdurlar. İmralı’da mahkûmlar işte böyle serbest yaşarlar.”

Tren istasyonda durunca, soru soran kadın bize öteberi ikram etti. Dedi ki; “Buyurun kardeşlerim! Madem ki siz mahkûmsunuz, inşallah çabucak kurtulursunuz diyecektim sizlere ama siz zaten serbestsiniz!”

Musa Ataş, Abdullah’ı yalnız görünce diğer arkadaşlarının nerede olduğunu sorar.

“İstasyondan doğruca cezaevine gittik. Müdür Tahsin Akıncıoğlu’na vesikalarımızı imzalattıktan sonra şehre gelerek müddeiumumi Tahsin Tuzer’i ziyaret ettik. Tuzer bize baba gibi davrandı. Bu gece burada misafirimiz olun, yarın gidersiniz diyerek cezaevini telefonla aradı. Ben de arkadaşlarımı orada bırakarak sizi bulmaya geldim beyim.”

Gazeteci Musa Ataş, ne diyeceğini bilemez bir halde kunduracı Abdullah’a bakıp dururken, gözleri bulutlu, sözleri paslı mahkûm, “Dediklerimi yazacaksınız değil mi beyim?” diye sorar. Yanıtı beklemeden de ekler:

“Gazeteye yazın bunları beyim! Hatta çok iyi olmasa da, yapabilirseniz İmralı için yazdığım şu öksüz şiiri de koyun yazıya!

İmralı’nın ovaları, dağları / Yeşermiş ekinleri, bağları / Açılmış bahçesinde gonca gülleri / Neler yaptık İmralı’da / Görün biz mahkûmları / Yaşasın Cumhuriyet, varolsun millet / Ada bizler için büyük bir nimet / İmralı adası, Marmara Denizi / Kurtardı Cumhuriyet zindandan bizi / Çalışırız gece gündüz adada / Neler yaptık görün biz İmralı’da” (Cumhuriyet gazetesi, 26 Haziran 1939, Yıl: 16, Gazete Yayın no: 5431