1 Eylül 1938 Perşembe günü, suç ve ceza konusunda söz sahibi olan devlet erkânı, konuyla ilgilenen yabancı bürokrat ya da gazeteciler, akademisyenler, doktorlar, savcılar ve milletvekillerinden oluşan 150 kişilik bir insan topluluğu, Şükrü Saraçoğlu’nun önderliğinde ikinci kez İmralı Sosyal Sanatoryumunu ziyarete giderler. Bir tek, bütün bu işleri hale yola koyan Mutahhar Şerif Başoğlu yoktur orada. Çünkü aynı günlerde İtalya’da inceleme gezisi yapmaktadır çalışkan müfettiş. Gazetelere, “786 mahkûmun 3 jandarma muhafazasında çiftlik hayatı yaşadıkları ada” manşetiyle haber olan bu ziyaretin ayrıntıları için dönem gazetelerini taradığımızda hayli ilginç ayrıntılarla karşılaşırız.
“Dün, Büyük Millet Meclisi Adliye Encümeni azâlarıyla birçok hâkimler, saylavlar, gazeteciler, avukatlar, tabipler, Adliye Vekili Şükrü Saraçoğlu ve İstanbul Müddeiumumisi Hikmet Onat tarafından yapılan davet üzerine İmralı’ya gitmişlerdir.
İmralı’da kurulan modern cezaevinin memleket içinde ve memleket dışında her gün bir parça daha artan şöhreti, davet edilenlerin hemen hepsini sabahleyin çok erkenden Kalamış vapuruna koşturmuştu. Vapur sabah saat 8.20’de hareket etti. Hava çok güzeldi (…) Vapur İstanbul ve Kadıköy yakalarını geride ve adaları iskele bordasında bırakıp son süratle İmralı rotasında dümen tutarken Kalamış büfecisi Nazif sandviçlerini ve güzel kokulu çay bardaklarını dolaştırmaya başladı.
Saat ona doğru gazetecilerin ricası üzerine Saraçoğlu, Cumhuriyet adliyesinin bu güzel eseri hakkında umumi bir beyanatta bulunmayı kabul etti ve şunları söyledi:
Prensibimiz şudur: Bize gelen adamları bize geldiklerinden daha iyi veya daha az fena olarak cemiyete iade etmek… İstatistiklerimiz ve devamlı incelemelerimiz gösterdi ki, bizde profesyonel mücrim yoktur. Irkımızın güzel bir hususiyeti var; bizde alçak insan yetişmiyor. Hırsız, memleketin her tarafında fena adam olarak tanınıyor ve Türk ne kadar berbat şartlar içine düşerse düşsün, hırsızlık yapmıyor (…) Suçluların hemen hepsi yaralama ve öldürmeden geliyorlar. Niçin yaralıyorlar? Neden öldürüyorlar? Zira, kendi içtimai ahlâklarınca bu hadiseyi kötü sanmıyorlar. Binaenaleyh hapishanelerimizi ıslah ederken prensip olarak şunu kabul ettik: Suçlularımız ruhen bozulmamış insanlardır. Eğer kanunlarımızın umumi kaidelerini memleketin umumi ahlâkı haline sokabilirsek biz İsviçre ve Belçika’dan daha az cürüm işlenen bir memleket manzarası gösterebiliriz.
Gene tetkiklerimiz bize gösterdi ki, Türk iyi muameleden hoşlanıyor. Hakaret, tehdit, tazyik, cebir Türk’ün psikolojisine uymuyor (…) ‘Tatlı dil yılanı yuvasından çıkarır’ (ya da) ‘Güzel söz dağ devirir’ demez miyiz? Türk güzel söz söyledin mi, hemen dağı devirmeye başlıyor. Cezaevlerimizin terbiyede kabul ettiği esas “azami hürriyetle azami derecede iyi muamele” olarak tesbit edilmiştir. Geçen üç yıl bu telakkimizin doğruluğunu izah ve ispat ediyor. Üç yıl önce 50 adamla gelmiştik, şimdi burada 786 adamımız var (…) Hayvan yetiştiriyorlar, balık tutuyorlar, okuyorlar, evlerindeki hayattan bir basamak yüksek bir refah içindedirler. Adanın havası güzel olduğu için sıhhatleri yerindedir.”
Adalet Bakanı Saraçoğlu, konuşmasının bu yerinde bir soluk alır ve herkesin hayran olduğu İmralı iş esasına dayalı cezaevinin mimarı olan ama o an orada bulunamayan çalışkan ve inanmış bir dava insanından söz etmeye başlar; Mutahhar Şerif Başoğlu’ndan!
“Burasını yapmaya karar vermezden önce bir müfettişimizi memlekette 200 hapishanede tetkikler yapmaya memur ettik. Sonra kendisini muhtelif Avrupa memleketlerine gönderdik. Faraza Belçika’da tanınmadan bir küçük cürüm işlettik, hapse mahkûm oldu ve Brüksel Cezaevinde cezasını çekerek tetkiklerde bulundu. Aldığı neticelerden Belçika adliyesi bile istifade etti. İmralı’da aldığımız netice üzerine derhal Edirne, Zonguldak ve Isparta’da üç yeni merkez açtık (…) İmralı’da balıkçılığın azami inkişafı olacağını sanıyoruz. Bu yıl 100 fıçı salamura yapabildiler. Adaya makinayla gitmeyeceğiz. Yani bu hareketimizi asla ticarî mahiyette bir istismar şekline vardırmayacağız. Maksadımız mücrimi içtimai hayatına uygun bir çalışmaya teşvik etmek ve ona hemcinsini mümkün mertebe çok sevdirmektir.” (Haber-Akşam Postası gazetesi, 2 Eylül 1938, Cuma, Sene: 7, Gazete Yayın no: 2362, ss. 1 ve 10)
Bakan anlatırken, saatte 13.30 civarı olmuş, vapur İmralı’ya yaklaşmıştır. Çok geçmez, üstünde “Cezaevi-1” yazan ve bütün mürettebatı mahkûmlardan oluşan bir motor onları karşılamaya gelir. Vapura rehberlik ederek, onları sığ sulardan ustaca geçirip, beton iskeleye yanaştırır. Gelenleri karşılayan mülki amir Bursa Valisi Şefik Bey’dir. Mahkûmlarda ise büyük bir coşku vardır. Ağızlarında “Yaşa” çığlıkları, avuçlarında alkışlar...
Konuklar adaya ayak basar basmaz, öncelikle gösteriler yapılan çok amaçlı salonu gezerler, sonra yatakhaneler, ağzına kadar dolu olan kilerler, balık deposu, soğan ve buğday ambarları derken, mahkûmların kullandıkları araçlarla yaptıkları bir resmi geçit başlar. Ziraatçılar orakları, balıkçılar ağları, dokumacılar küçük dokuma aletleri, demirciler çekiçleri, hayvan yetiştirenler hayvanları, berberler de usturalarıyla gelen konukların önünden milli marşlar söyleyerek, büyük bir düzen ve vakarla geçerler.
Sıra yemek faslına gelmiştir. Menü son derece lezzetlidir ve sofraya konan her bir ürün adada üretilmiştir. Öğle menüsünde; pilavlı kuzu, patlıcan kızartması, domates salatası, yoğurt, üzüm, incir ve yemeğin üstüne ikram edilen kahve vardır.
Yemekten sonra eğlence başlar. Önce adanın davulcu ve zurnacısı kısa bir konser verir. Ardından sahne cura ve kaval sesleriyle dolar. Tekirdağlı Hüseyin ile Çoban Memed’in tutuştuğu güreş, at arabalarıyla ada turu derken…saat 15 civarı Kalamış vapuruna tekrar binilip, Meteburnu denen yeni iskeleye doğru yola çıkılır. Yolda adanın üretim bilançosu hakkında bilgiler verilir gelenlere.
“Sadece 1938 yılı içinde 150 bin kilo buğday ve 80 bin kilo soğan elde edildi. Kavun, karpuz, üzüm ve incir yalnız mahkûmlar tarafından yenilmek üzere yetiştiriliyor. Adanın metrûk kaldığı zamanlarda bozulan zeytinlerin cinsleri ıslah edilerek, 1938 yılı içinde 40 bin kilo zeytin üretildi. Çakmak Tepesi’nde çam filizleri yetiştiren mahkûmlar, bütün adayı ağaçlandırmaya hazırlanıyorlar.”
Gazeteciler haklı bir gururla bilgi verenleri dinleyip, harıl harıl not alırken, aniden “Gaaaarrrrrççççç” diye bir sesle hepsi sarsılır. Nasuhi Kaptan’ın kullandığı vapur adanın sığ olan kıyısından salına salına giderken karaya oturmuştur. Deneyimli kaptan, çifte demir atıp, tornistan yapsa da, bu bir işe yaramaz. Kalamış vapuru karaya oturduğu yerden bir milim bile kıpırdamaz.
Bursa Valisi bu sevimsiz duruma bir çare ararken, saat 18 civarı adaya yakın geçecek olan ‘Trak’ vapuruna haber vererek ondan yardım istemek aklına düşer. Eldeki tek araç, cezaevinin motorudur. Önce bakan, bürokratlar ve gazeteciler motorla karaya taşınır; ardından da geçecek olan gemiyi adaya getirmek için mahkûmlardan oluşan Cezaevi-1 ekibi rotasını Trak’a çevirirler. Ancak motorun hızı sınırlıdır ve Trak’ı yakalayamadan geri dönerler.
Akşam inmektedir yavaş yavaş. Gemi karaya mı oturmuş, mahsur mu kalınmış, kimsenin umurunda değil gibidir. Çünkü Karacabey Boğazı ile İmralı arasındaki sakin denize şiir gibi bir güneş kızıllığı vurmuştur. Vali Bey’in çabasıyla yemek getirilir: Karnıyarık, pirinç pilavı ve salata. Ancak gelen yemeğe iştahla yumulanlar sonradan biraz kederlenecektir. Çünkü, eğer Kalamış vapuru karaya oturmamış olsaydı da, Meteburnu’ndaki iskeleye çıkabilselerdi, mahkûmların kendileri için şahane yemekler hazırladıklarını görebileceklerdi: Bol ve çeşitli balıklardan oluşan bir tabak, bol limonlu, soğanlı , mis gibi kokan zeytinyağlı bir salata ve istakoz!
Bu ziyarette bazı yabancı konuklar da vardır. Amerikalı ve Belçikalı konunun uzmanı olan kişilerle, Paris Soir gazetesinden bir muhabir!
Bu ziyaretin ardından, 3 Eylül 1938 tarihli Yeni Asır gazetesinde gördüğümüz bir haberin manşeti oldukça heyecan vericidir: “Ecnebî Ceza Mütehassısları Hayrette”
“Adliye vekili, İmralı adasındaki asrî cezaevi tetkiklerinden memnun kalmıştır. Vekil ile birlikte giden ecnebî gazeteciler ve bilhassa Paris Suar (*Soir) muhabiri hayrette kalmış ve takdirlerini izhar etmiştir (…) Mahkûmlar arasında tetkikler yapan bir Amerikalı ceza mütehassısı Adliye vekilimizi tebrik etmiş ve "Bizi geçtiniz” demiştir. Bir Belçikalı ceza mütehassısı da takdirlerini izhar etmiştir.” (Yeni Asır gazetesi, 3 Eylül 1938, Cumartesi, Yıl: 44, Gazete Yayın no: 9954, ss. 1 ve 3)
Adaya yapılan bu geziye, dönemin neredeyse bütün ünlü gazetecileri de gitmiştir. Nadir Nadi’den, Nusret Safa Coşkun’a, Nizamettin Nazif’ten, Halit Fahri Ozansoy’a, Hikmet Feridun Es’ten, Niyazi Ahmed’e kadar herkes!
Nadir Nadi’nin o her zamanki iktidar yanlısı ve her şeyi abartan yazılarından da söz edebiliriz ama biz Hikmet Feridun Es’in adada yaşadığı bir anısının daha yazılabilir olduğuna karar verdik:
“Adaya girerken ceketimi çıkarmış ve bir kenara koymuştum. Sonra ada içinde saatlerce dolaştım. Bir aralık üşür gibi oldum. Ceketimi aradım. Eşkıyalık etmiş bir haydut uzaktan elinde ceketim, koşa koşa geliyordu. “Buyur!” diye ceketi bana uzattı. Ne yalan söyleyeyim; aklıma ceketin ceplerini, cüzdanımı muayene (etmek) bile gelmedi. Karşımdaki adamlar bende o derece itimat uyandırmıştı.Bu sırada gözüme pek nazik tavırlı bir adam ilişti. Kendisine sordum: “Sizin çıkmanıza ne kadar müddet var?” Gülümsedi: “Benim mahkûmiyetim bitti.” Şaşırdım. “Peki, burada ne arıyorsunuz?” “Cinayet mahkûmu idim. Müddetimi burada geçiriyordum. O zaman içimden ‘Mahpusluğum bitse de şehre dönsem…’ diyordum. Müddetim bitince, ne yalan söyleyeyim, şehre dönmekten adeta utandım. Mazimi unutturmadan insanlar arasına karışmak istemiyorum. Halbuki çalışmaya da karar vermiştim. Adliye Vekiline bir mektup yazdım. Ben iyi inşaat ustasıyım, burada inşaat ustası olarak kalmak istedim. 45 lira maaşla Adliye Vekili beni buraya usta yaptı. Şimdi tıpkı eskisi gibi yaşıyorum. Mahpusluk zamanında yaptırdığım karyolada kalıyorum. (Aynı) saatte kalkıyorum. Mahpusluk zamanındaki saatte yatağıma giriyorum.
- Şehre iniyor musun?
- Aklıma bile gelmiyor.
O zaman İmralı’daki mahkûmlara gösterilen şefkatin büyüklüğünü anladım. Burada herkes hayatından memnundu. Mahpuslar başka hapishanelerdeki mahkûmlardan nasıl bahsediyorlardı, biliyor musunuz?
- Biz rahatız Allah’a şükür! Ama zavallı öteki mahkûmlar hapishane köşelerinde hayatlarını geçiriyorlar.
İmralı’daki mahkûm, bu adayı hapishane addetmiyordu.” (Akşam gazetesi, 5 Eylül 1938, Pazartesi, Sene: 20, Gazete Yayın no: 7144, s. 7)
Bu ziyaretten sonra yazılan ve bize son derece etkileyici gelen bir diğer yazı da Uyanış-Servetifünün dergisinde yayınlanır.
“Ben hürüm diye avunuyorum, fakat hürriyetimi kullanmak istediğim zaman ne kadar aldandığımı anlıyorum (…) İmralı’nın mücrim sakinleri benim hasretini çektiğim hürriyete kavuşmuşlar. Onlar benim özlediğim gibi yaşıyorlar.
Bir an düşündüm; cemiyetin cezalandırdığı, hürriyetini tehdit ettiği ben miydim, yoksa bu adadaki cezalı mücrim mi? Ben, temiz hava alabilme hakkına bile malik değilim. İşim ve bana iş veren beni o kadar sıkı bağlarla bağlamış bulunuyor ki, çam kokulu havayı ciğerlerime doldurmaya fırsat bile bulamıyorum. Bu adada oturan mahkûm nasıl adasından ayrılamıyorsa, ben de öylece işimin başından ayrılmak imkânını bulamıyorum. Ben çalışıyorum, kazanıyorum, fakat başkasına da, patronuma da kazandırmak şartıyla! Eğerböyle yapmazsam bu işi de bulamayacağım, aç kalacağım.
Fakat cezalı ada sakini böyle değil. Çalışıyor, kazanıyor, kazandığını kendisi yiyor. Artanını da biriktiriyor. Başkasını kazandırmak mecburiyetinden azâde!
İnsan bir bakıma ada sakinlerine gıpta ediyor. Onlar benim özlediğim hürriyet havasını teneffüs ediyorlar. Fakat bundan o kadar usanmışlar ki… “Ah” diyorlar, “bir kere müddetimizi doldurabilsek…”
- Neden? Buradan şikayetiniz mi var?
- Şikayet değil. Değil ama hürriyete kavuşmak başka şey. Bak siz dönüp gideceksiniz. Halbuki biz müddetimiz dolmayınca, izin verilmeyince şuradan şuraya bir adım atamayız.
Gafil çocuklar; sanki bize izin vermeseler aranıza gelebilir miydik? Sanki burada bıraksalar bu geceyi aranızda geçirmez miydik? (…) Tıpkı biz de sizin gibiyiz. Sizden bir tek farkımız var. Siz cezalısınız, biz değiliz. Ve sizin hürriyet telakkilerinizle bizim hürriyet telakkimiz değişiyor.
“İnsanı itiyatlarından mahrum etmekle cezalandırmalı” derler. Demek şimdi bu sistem tatbik ediliyor. Kayıtlı, şartlı hürriyetle yaşayanları, kayıtsız, şartsız ve hudutsuz bir hürriyet vererek cezalandırıyorlar.” (Uyanış-Servetifünün, 8 Eylül 1938, Perşembe, Sait Kesler’in “İmralı Adasında” başlıklı yazısından alıntı, Yıl: 48, Cilt: 84-20, No: 2194-509, ss. 244-45-46-47)
Adayı “Yarısı suda, yarısı karaya uzanmış bir timsaha” benzeten Nusret Safa Coşkun’un da yazısı dolu dolu bir yazıdır. Onun yazdığı bir tümcenin, 1938’in 1 Eylülünde yapılan İmralı ziyaretine dair, konuklarda kalan etkiyi anlatan en güzel tümcelerden biri olduğunu düşündüğümüzü de söylemek isteriz: “İmralı’nın ziyaretçileri muhakkak bugünü kafalarının içindeki hatıra vitrinini hemen el yordamıyla bulunur bir yerinde saklayacaklardır.” (Son Posta gazetesi, 3 Eylül 1938, Cumartesi, Sene: 9, Gazete Yayın no: 2908, ss. 9 ve 10)
Az daha unutacaktık: Karaya oturan Kalamış vapurunun, oturduğu sığ zeminden, gecenin ileri saatlerinde denizde olan gelgitler sayesinde kurtulup, yolcularıyla birlikte sabaha karşı İstanbul’a döndüğünü de söylemezsek yazımız tamam olmayacaktı sanki?
Bu ziyaret anılarını, ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda değişik kalemlerden anlatmaya devam ederiz ama dikkati dağılan okuyucu için genel bir toparlama yapmak istiyoruz şimdi.
Daha proje aşamasından beri başarılı olması için büyük çaba harcayan Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu, yanına aldığı 150 kişiye hakedilmiş, gururlu bir gösteri yapmak için İmralı’ya gitmiş olsa da, bu onun adaya son gidişi olacaktır. Çünkü Ödemişlilerin ön aldığı bu mucizevi programı gerçek kılan ekibin en başındaki kişi olan Saraçoğlu, 24 Mayıs 1933 günü Yusuf Kemal Tengirşenk’ten aldığı Adalet Bakanlığı görevini, 11 Kasım 1938 günü Hilmi Uran’a devrederek, Dışişleri Bakanlığı’na atanacaktır. Yani ikinci İmralı ziyaretinden sadece 41 gün sonra!
Mutahhar Şerif ne yapacaktır bu durumda? Onu da zaman gösterecektir. Hele bir ülkeye dönsün de…