Güzel bir insan: Mutahhar Şerif Başoğlu - 20

1935 yılında İmralı Sosyal Sanatoryumu’nda uygulanan Ceza Islah Programı’nın ülkedeki diğer cezaevlerine etkisi - 3 (Edirne Yanıkkışla)

Abone Ol

İmralı duvarsız hapishane girişiminden olağanüstü sonuçlar alan Adalet Bakanlığı, iş esasına dayalı ceza sistemini hızla diğer hapishanelere de uygulamak için kolları sıvar. Bu sistemle cezaevleri ve mahkûmların devlete olan yükü ortadan kalktığı gibi, mahkûmların ahlâk yapılanması da tahminlerden çok öte bir iyileşme gösterir. Bu sonuçlardan sonra; bir yandan ıslah programının lokomotifi görevini gören İmralı Sosyal Sanatoryumunda kapasite artırımına gidilerek mahkûm sayısı 80’den 200’e çıkarılırken, diğer yandan bu herkese iyi gelen rehabilitasyon rüzgârı tüm ülkede körüklenir. Gazeteler gün geçmez ki, İmralı’da aniden başlayan ve bütün ülkede hissedilen vakitsiz bahardan söz etmesin!

Gazetelerin, kimselerin okumadığı “Okuyucu Köşesi” başlıklı bazı bölümleri olur ya, yazmaya çabaladığımız dosya için en küçük bilgi kırığının peşinden yaptığımız yolculuk sırasında oralara da göz attık. O sütunlardan birinde bizi gülümseten bir mahkûm mektubu gözümüze ilişti.  

“Şimdi “Antep” Cezaevinde gün doldurmakta olan bir mahkûm “İmralı” adası hakkında yazılan yazıları görmüş, arkadaşlarına da okumuş, bize yolladığı bir mektupta: “Memnun değil, müteessir olduk” diyor. Bu teessürün sebebini de anlatıyor:

Antep Cezaevinde eskiden sık sık hâdise çıkardı. Fakat yapılan muamele, ibzal edilen nasihat, verilen ders o kadar büyük bir tesir yaptı ki son üç sene içinde tek bir hâdise bile çıkmadı. Bunun neticesi olarak kanunun hükmüne göre serbest çalışmaklığımıza müsaade verildi, bugün sadece iki jandarmanın nezareti altında cezaevinden çıkıyor, kilometrelerce öteye gidiyor ve bir mektep çocuğu gibi uslu uslu dönüyoruz. İmralı dört tarafı su ile çevreli bir yerdir. Bizde iki jandarma var, orada hiç olmaması lâzımdı.” (Son Posta gazetesi, 21 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Çarşamba, Yıl: 7, Gazete Yayın no: 2236)

Sanki mektup anlaşılmıyormuş gibi, gazete tutup bir de açıklama yapar yazının altına:

“Bize mektup yazan zâtın temennisi: Bu usluluklarının, bu salâh bulmuş olmalarının kanun gözönüne alınarak cezalarının eksiltilmesinde âmil olmasıdır.”
İzmir Cezaevinden de, iş esasına dayalı benzer uygulama haberleri gelir aynı günlerde. 2 Kasım 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan minicik bir haberde denir ki: 

“Şehrimiz hapishanesindeki mahkûmlardan çiftçi olanlar İmralı Hapishanesine sevkedilecektir. Diğerlerinden 40 kişi de her gün İzmir hafriyatında çalıştırılacaktır.”  
Konu öylesine dikkat çekmiştir ki, döneminin en sözü dinlenir kalemleri bile bu oluşa yabancı kalamaz. Pedagoji ve psikoloji üzerine sayısız çalışması olan İbrahim Alâettin Gövsa bunlardan biridir.

“Hürriyetin hayat kadar kıymetli olduğunu takdir için cinayet işleyenlerin idamdan sonra uğratıldıkları cezayı düşünmek kâfidir. Ne kadar duygusuz ve kaygısız olsa da ilk zamanlarda her mahlûkun içinde yine kaybolmuş bir cennetin hasreti yanar ve gözlerine esirliğin kat kat karanlığı çökmüştür. Hatta bazı insanlar için hürriyetsizlik, ölümü tercih ettirecek kadar ağır gelir. 

Eski hukuk telakkisine göre suçlulara verilen cezalar yalnız içtimaî intikam prensibine dayanıyordu denebilir. Çünkü öldürülmeyen mahkûmlar mümkün olduğu kadar kötü ve zahmetli yaşatılırdı. Yani cemiyet kendine yapılan fenalığın hıncını mahkûmdan almaya çalışırdı (…) Hukuk telakkileri tekâmül ettikten sonra bu intikam prensibi gevşedi. Fakat eskiden mümkün olduğu kadar eziyet vermek için kurulan hapishaneler, yalnız suçluları cemiyete zarar vermekten meneden birer tembel koğuşu haline getirildi (…) Mahkûm olanlar birkaç yıl içinde hürriyetsizliği kanıksarlar, koğuşa postu serdikten sonra, sefil de olsa, kendilerine göre keyiflice bir ömür sürmeye başlarlar. 

Benim düşünceme göre hapishaneler yahut cezaevleri veya daha iyi bir tabirle “Maison de correction”lar, yani uslanma evleri, ne işkence vermelidir, ne de istirahat temin etmelidir. Orada her suçlu çok çalışarak az kazanan birer işçi gibi tembelliğe imkân bulmadan, en müessir bir nasihatçı olan işe alıştırılmalıdır. Ve her mahkûmda hürriyet hasreti daimî bir susuzluk halinde yanıp tutuşmalı ki kapatıldığı yere alışmasın ve en büyük mükâfat olan hürriyet ve istiklâle kavuştuğu zaman koğuşa bir daha dönmek ihtimalini hatırına getirmesin!” (Yedigün Haftalık Resimli Mecmua, 14 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Çarşamba, “Hürriyetsiz İnsanlar” başlıklı yazıdan alıntı, Sene: 4, No: 188, Cilt: 8, s. 12)

Ülkenin bütün aydınları söz birliği etmişçesine, iş esası ve üretime dayalı bu ıslah programının gücünü ve yararlılığını övmektedir. Bu yüksek coşkuda kuşkusuz, mahkûmların Edirne Cezaevindeki uygulamalarının da oldukça büyükbir payı vardır.

Mutahhar Şerif’in ‘Mahkûm Evlatları’ 

Ana kentin dışında, yeşillikler içinde bulunan Edirne’deki Yanıkkışla binası, Osmanlı döneminden kalan askeri bir binadır, bir piyade kışlasıdır aslında… Uzun zaman kullanılmayan gösterişli bina, 1933 yılında hapishane yapılmak üzere bir komisyon tarafından ihaleye çıkarılır. 
“Hapishaneye tahvil edilecek olan Yanıkkışla binasının tamir ve tadili Müddeiumumi (*Savcı) Edip, defterdar Faiz, belediye reisi Ekrem, başmühendis Lûtfi ve mimar Ziyaettin Beylerden mürekkep münakaşa komisyonu tarafından 288 bin 900 liraya ihale edilmiştir. Kat’i ihale için Vekâletten emir beklenmektedir. Hapishane bin 800 mahpus istiap etmek üzere yapılmaktadır. Esas bina ile müdüriyet dairesi ayrıdır. Binaya nöbetçi kuleleri ve ihata duvarları ilâve edilecektir.” (Son Posta gazetesi, 3 Mayıs 1933, s. 11)  

Yanıkkışla, uzun süren bir onarımdan sonra 1934 yılında devlet tarafından 200 bin lira civarı masraf edilerek, 2 bin 500-3 bin kişi alabilecek, tarıma dayalı bir cezaevi haline getirilir. Nasıl Ödemiş’te tütün dizen, Zonguldak’ta maden işlerinde çalışan ya da Isparta’da halı dokuyan mahkûmlar hem umut yüklenip, hem de kimseye yük olmamayı başarmışsa, buradaki uygulamada da toprak işçisi olan Yanıkkışla mahkûmları şeker pancarı tarımı yapacaklardır.
1937 yılının Kasım ayında Yanıkkışla’yı ziyarete giden Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Kadri Oğuz bakın gördükleri karşısındaki hayranlığı okuyucularına hangi sözcüklerle aktarır:

“… cezaevindeki hayat görülecek şeydir. Şimdiki halde burada muhtelif yerlerden getirilen 150 mahkûm ziraat yapmak suretiyle ceza müddetlerini doldurmaktadırlar ve koca hapishanede Avrupa’nın hiçbir yerinde görülmeyen büyük bir intizam ve disiplin (dikkat çekmektedir.)

Uyku, kahvaltı, yemek, ders, çalışma, istirahat ve eğlence saatlerini tesbit eden dahili nizamnameyi kendi kendilerine ve noktası noktasına tatbik eden bu mahkûmların yalnız bir gardiyan refakatiyle hapishane dışında kendilerine ayrılan arazide serbestçe çalıştıklarını görenler, bunların cezalı adamlar olduklarını akıllarından bile geçirmezler. Hakikat şudur: Şerefini ve talihini bilen bu adamlar, gördükleri itimat ve şefkatten büyük bir ahlâk dersi almakta ve kat’tiyen kaçma teşebbüsünde bulunmamaktadırlar. Nitekim bu geniş serbestiye rağmen bugüne kadar böyle bir hareket vaki olmamıştır. Mahkûmların karyolaları, mütelea salonları, musiki ve temsil kolları vardır. Bunlar mesai haricinde kendi aralarında çok nezih ve eğlenceli saatler yaşamaktadırlar (…) 

Uzun müddet Avrupanın en modern hapishanelerindeki mahkûmlar arasında hüviyetini belli etmeden tıpkı bir mahkûm gibi yaşayıp tetkikatta bulunan değerli hukukçularımızdan Hapishaneler Umum Müdür Muavini Mutahhar’ın tatbikatına memur edildiği bu yeni usulü, Yanıkkışla hapishanesini ziyaretimde gördüm. Vakit akşam yemeğine yakındı ve cezalılar çiftlikteki vazifeleri başından yeni dönmüş bulunuyorlardı. Biraz sonra yemek zili çaldı ve bütün mahkûmlar bir dakika içinde hapishanenin büyük koridorunda bir asker intizamıyla sıraya, biraz sonra da aldıkları kumanda üzerine yemek salonundaki uzun masanın etrafına dizildiler. Otur emri üzerine oturuldu ve bunu ‘Yemeğe başlayabilirsiniz’ emri takip etti!

Yemek gürültüsüzce ve herkes yanına ve karşısına isabet eden arkadaşıyla yavaş sesle konuşmak suretiyle yarım saat sürdü. Servis, mahkûmlar tarafından görülüyordu. Bunlar bu vazifeyi nöbetle ifa etmektedirler. Yemek bitince ne olacak diye merak ediyordum. Saat yedi buçuğa gelmişti. Bir de baktım, mahkûmlar arasında musiki dersi alanların ellerinde mandolin ve gitarlar göründü ve bunlar muhtelif havalar çalmaya başladılar. Arada çalınan bazı parçalar ve millî marşlar da hep bir ağızdan güzel bir koro ahengiyle söyleniyordu. 

Biraz sonra millî menkıbeler, masallar faslı başladı. Düzgün ve oldukça pürüzsüz bir dille söylenen bu masallar alâka ve hararetle dinlendi. Sonradan öğrendiğime göre, bu saatlerde mahkûmlar başlarından geçen en meraklı hâdiseleri arkadaşlarına anlatmakta ve en heyecanlı hâdiseyi anlatana ufak tefek hediyeler verilmek suretiyle aralarında bir nevi konuşma müsabakası da tertip etmektedirler. Şimdi hepsi okur yazar olan bu gençler, gençliklerinin, görgüsüzlüklerinin kurbanı oldukları bir suçun ceza müddetlerini doldururlarken bu modern terbiye müessesesinde beşeriyete ahlâklı, faziletli ve faydalı insanlar olarak yetiştirilmektedir.
Pek yakında Isparta hapishanesinde staj gören bazı mahkûmlar buraya halı tezgâhlarıyla birlikte getirilerek yerleştirilecek, bunu, 18 yaşına kadar olan cezalı çocuklara ayrılan çocuk ıslahanesinin kuruluşu takip edecek ve ayrıca Vilâyet Çiftliği ile hapishane yakınında bulunan Dertli Mustafa Çiftliği Vekâlet tarafından satın alınarak hapishanenin ziraat kısmı da genişletilmiş olacaktır (…) Bunlara diğer sanat şubelerinin de eklendiği gün, Edirne Yanıkkışla Cezaevi, memleketimizin tam teşkilâtlı en modern hapishanesi olacaktır.” (Cumhuriyet gazetesi, 29 İkinciteşrin (*Kasım) 1937, Pazartesi, Yıl: 14, Gazete Yayın no: 4867)
Bunca övücü sözlerin arkasında, kendine güvenen inanmış bir ekip ve onların başında karınca gibi hiç yorulmadan kendisini işine adamış çalışkan biri vardır: Mutahhar Şerif Başoğlu!

Yanıkkışla tarıma dayalı cezaevinin hizmete girmesinin her aşamasında emeği olan Başoğlu’nun bu çabaları zaman zaman ülke basınına da yansımıştır. Bir gazeteciye verdiği röportajında şöyle konuşur:

“Vekâletten aldığım emir üzerine Edirne’ye gidiyorum. Orada Yanıkkışla hapishanesi üzerinde son tetkiklerimi yapacağım. Bu hapishane esas itibarıyla ziraî olacaktır ve işe ilk parti bir kısım mahkûmla başlanacak, hapishane civarında iki bin dönüm kadar toprak işlenecektir. Burada mahkûmların daha ziyade pancar ve yabani fasulye ziraatıyla meşgul olmaları muhtemeldir. Yabani fasulye Avrupa piyasalarında çok aranan bir madde olması itibarıyla mühim ihracat da yapılacağını tahmin ediyoruz. 

Edirne’deki hapishaneye muhtelif hapishanelerden bilhassa Tokat, Turhal, Eskişehir gibi pancar mıntıkasında olan hapishanelerden mahkûm getirtilip çalıştırılacaktır.” (Son Posta gazetesi, 11 Şubat 1936, Sene: 6, Gazete Yayın no: 1986, ss. 1 ve 3) 

7 Mayıs 1936 Çarşamba günü, Tarıma Dayalı (Ziraî) Edirne Yanıkkışla Hapishanesi açılır. Çalışkan müfettiş, İstanbul Cezaevi’nden yanına aldığı 100 kadar mahkûmla birlikte Edirne’ye gider. Açılıştan sonra, gazeteciler Mutahhar Şerif’i soru yağmuruna tutarlar. Heyecanlı sorulardır sordukları.  Mutahhar Şerif’in verdiği yanıtlar, yaptığından emin birinin sözleridir:

“Edirne Cezaevi’ne diğer hapishanelerimizden üç yüz mahkûmun nakli için çalışmalarımız başlamıştır. Edirne’ye kabul edilecek mahkûmların zürra (*Çiftçi) olmaları şarttır. Orada pancar ziraati yapmak isteğindeyiz. İzmir Cezaevi’ndeki zürra mahkûmlara tevzi edilmek üzere fişler hazırlanmıştır. Mahkûmlar bunları doldurarak en kısa zamanda bakanlığa göndereceklerdir. Bunlar arasından Edirne’deki cezaevine nakledilecek mahkûmları seçeceğiz.” (Yeni Asır gazetesi, 8 Mart 1936, Pazar, Gazete Yayın no: 9184, Sene: 41, s. 2)

İmralı’dan sonra Edirne’de de akılları zorlayan gelişmeler olurken, toplumun ilgili çevreleri de, endişeler taşısa da, gazete anketleri üzerinden ıslah reformuna destek vermektedir.

Ahmet Emin Yalman’ın başyazarlık yaptığı Tan gazetesinin konu hakkında yaptığı bir ankete verilen yanıtlar, bizce toplumun bu konudaki duyarlılığını göstermesi adına önemli kayıtlardır.

Soru çok açıktır: “Suç işlemeyi itiyat haline getirmiş olan suçluları, cemiyete zararlı olmaktan kurtarmak için ne yapmalı?”

Doktor Fahrettin Kerim’in hayli ilginç düşünceleri vardır: “(Bu konuda) Almanya’da alınan tedbir kısırlaştırma ameliyesidir. Ben buna taraftar değilim. Kanaatim şudur: Birçok defelar suç işleyen kimseleri, mahkûmiyetlerini bitirdikten sonra da serbest bırakmamalı ve bunları hâkimin tayin edeceği müddet zarfında açık havalı bir yerde, macburî çalışmaya tâbi tutmalıdır. İmralı adasında kurulan serbest hapishane, bu nevi suçlular için en münasip yerdir. İleride böyle birkaç müessese daha kurulursa iş şümullendirilmiş olur.”

Avukat Haydar Rıfat Bey’in daha akılcı bir önerisi vardır: “Suçluları yeniden suç işlemekten kurtarmak için işlerin açılması lâzımdır. Kötülüğü membaından kurutmalıyız. Mesela her gözüm ağrıyor diyen adama göz ilacı verilmez. İhtimal ki göz ağrısı midesinin, kanının bozukluğundan da ileri gelebilir. Evvela midesi, kanı düzeltilerek arızanın tedavisine çalışmak, şüphe yok daha kestirme olur. Suçlular için de aynı şeyi düşünmeliyiz: Bir mahkûmun tekrar tekrar hapse girmesi, çok defa iş bulamamaktan ileri gelir. İş sahalarını genişletmeliyiz.”

Doktor Nâzım Şakir Bey’in düşünceleri neredeyse ırkçılığa varmaktadır: “Suç işlemeyi itiyat edinenlerden çoğu anadan doğma suçludurlar. Bunların eski Lombroso nazariyesine göre gayrımesul sayılmaları icap eder. Ancak biz bu nazariyeye dayanarak böyle bir hüküm veremeyiz. Bence ıslahaneler açmak en kat’î tedbirdir. Müteaddid suç işleyen mahkûmlar, cezalarını bitirdikten sonra bu ıslahhanelerde ömürlerini geçirmelidir. Evlenip çocuk yetiştirmeyecekleri için, bu kötü jenerasyon da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.”

Ceza Avukatı Rifat Bey de endişeli düşüncelere sahiptir: “Suç ifa etmeden buna istidadı vardır diyerek bir adamı hürriyetten mahrum etmeye eldeki kanunlarımız müsait değildir. Yapılacak şey şudur: Zabıtamız, kuvvetli teşkilât sahibidir. Bunlar suçluları tanır. Bunlar, suçlarının derecesine göre, kısım kısım şiddetli nezaret altında bulundurulmalıdır. Bilhassa hapishaneden yeni çıkmış olanlar üzerinde çok dikkatle ve hassas davranmak lâzımdır.” (Tan gazetesi, 11 Şubat 1937, Yıl: 2, Gazete Yayın no:654)