“Karpuz kökeninde kanlanır / Civcivin sahibi çıkmazsa / Elbet şahinin tırnağında sallanır”
İmralı Hükümlü Gazetesi’nde tiyatro ve sinema haberleri – 2
İmralı Sosyal Sanatoryumu’nu tarihe geçiren uygulamalarının başında hiç kuşkusuz, mahkûm adasında kitaba / sanata verilen önem gelir. Bu konudaki en belirgin izleri, sistemin kuruluşunda en önde değerlendirilen tiyatro çalışmalarına özen gösterilmesi ilkesine sadakat belirlemiştir. Mutahhar Şerif Başoğlu, adadaki görevinden ayrıldığında bile, yaralı ruhları terbiye etme konusunda en değerli ilaç gibi görünen tiyatro çalışmaları sürdürülmüştür.
İmralı gazetesinde adada yapılan tiyatro çalışmalarının izini sürdüğümüzde, dönemi içinde ülkenin her yerinde sahnelenen oyunların İmralı’da da sahnelendiğini farkettik. Ulusal tarihimizi konu yapan, milli duyguları yücelten oyunların yanında,- özellikle - hapishane hikâyeleri ve adalet temasını içeren oyunların da sahnelendiğini gördük. Şimdi kısa kısa da olsa oyunları tanıtalım istiyoruz.
Elimizdeki ilk kayıt, Reşat Nuri’nin yazmış olduğu “İstiklâl” adlı oyundur.
“İstiklâl”, bir haydut olan Adalı Hüseyin’in, buyruk altında ve borçlu yaşamaktansa, idam edilerek öldürülme pahasına Türk olmayı savunması üzerine kurulu bir oyundur. Oyunu kısaca hatırlayalım mı?
Adalı Hüseyin o gece idam edilecektir. Kasabanın ileri gelen yöneticileri ve Hüseyin’in oğlunu öldürdüğü yaşlı bir adam, hapisane müdürünün odasındadır. Bu sıra işgal kuvvetlerinden bir binbaşı ve çevirmeni gelerek, kapütülasyanlar gereği başka bir ülkenin vatandaşı olarak görünen Hüseyin’in Türkiye’de idam edilemeyeceğini bildiren bir valilik yazısıyla, Adalının kendilerine teslim edilmesini isterler. Düşman zırhlılarının yönü kasabaya çevrilmiştir. Eğer Hüseyin’i teslim etmezlerse, kasaba topa tutulacaktır. Türk yöneticiler durumu kabullenip, Hüseyin’i serbest bırakmaktan başka bir yol olmadığını düşünürken; Hüseyin, Türk olduğunu, bu serbestiyi kabul etmeyeceğini söyleyerek idam edilmek istediğini haykırır. Oğunu öldürdüğü yaşlı adam, serbest kalması durumunda Adalıyı bıçaklamak üzere bir plan içindedir. Bu çıkışından sonra, Hüseyin’e sarılır ve onu öz evladı yerine bağrına basar.
Reşat Nuri Güntekin’in tek perdelik kısa oyunlarından biri olan “İstiklâl”; ilk olarak, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü anısına, Cumhuriyet Halk Fırkası Kâtibiumumiliği tarafından, 1933 yılında, Ankara’da, Hakimiyeti Miliye Matbaası’nda basılmıştır. 20 sayfalık oyun, sadece 8 kişiden oluşmaktadır ve oyun kişilerinin hepsi erkektir. Tek sahnede olup biter her şey…
Bu oyundan sonra adada oynandığını saptadığımız ikinci oyun; 1948 yılının Mayıs ayında sahnelenmiştir: “Kanun Adamı”!
Vedat Ürfi (Bengü)’nün yazmış olduğu “Kanun Adamı” iki perdelik bir tragedyadır. 44 sayfalık oyun, ‘Cumhuriyet Halk Partisi Gösterit Yayını’ üst manşetiyle, 1938 yılında, Ankara Yeni Cezaevi Matbaası tarafından basılmıştır.
Temel olarak; Müddeiumumî (*Savcı) Selim Bey, yanında büro elemanı olarak çalışan 23 yaşındaki oğlu İhsan, başka bir büro elemanı olan Nihad Bey, Başkomiser ve Uşak’tan kurulu oyun, Selim Bey’in adliyedeki odasında geçer. Oyuncuların tamamı erkektir.
Naciye Ruhsar adında, hakkında çok da iyi şeyler söylenmeyen bir hayat kadını öldürülmüş, dosya Savcı Selim’e gönderilmiştir. Selim dürüstlüğü, adalete olan bağlılığı ile bilinen bir görev adamıdır. Yanında çalışan oğlu İhsan ise geceleri evine gitmeyen, kumar oynayıp borçlarını babasına ödeten evli ama hayırsız biridir. İşine sürekli geç kaldığı için babasının utancı durumundadır.
Naciye Ruhsar cinayeti, günden güne kamuoyunun dikkatini çekmeye başlamıştır. Çünkü, cinayetin işlendiği evde, çekmecede tomarla para olduğu halde el sürülmemiştir. Davanın peşine düşen Savcı Selim, evin uşağını sorguya çekmek için adliyeye çağırtır. Asıl şaşkınlık da bu sahnede yaşanır.
“Selim - … sen Naciye Ruhsar’ın ölümü hakkında çok şey biliyorsun.
Uşak – Biliyorsam ne olacak?
Selim – Söyleyeceksin!
Uşak – Ya söylemezsem?
Selim – Hakkında gereken muameleyi yaparım.
Uşak – Yani?
Selim – Seni tevkif edeceğim.
Uşak – İşine gelirse!
Selim – Ne dedin?
Uşak – Sen beni güç tevkif edersin!
Selim – Naciye Ruhsar’ın uşağı cenapları bir kanun adamına ders mi vermeye yelteniyor?
Uşak – Bir şey yapamazsın… Ortada bir şeref var.
Selim – Hangi şeref?
Uşak – Şerefin!” (Ürfi, 1938, s. 35)
İyice şaşkına dönen Savcı Selim, bu olayın kendi şerefiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu, oğlunun Naciye Ruhsar’a yazmış olduğu mektubu Uşak kendisine uzatınca anlar: “Benimle artık oynama. Yalnız benim olmaklığın gerek. Aklım ve muhakemem kalmadı. Elimden kötü bir kaza çıkacağından korkuyorum. Buna mâni ol. Sözümü dinlemezsen ikimiz de öleceğiz!”
Dünyası başına yıkılan Savcı, bu dosyayı aldığından beri garip davranışlar gösteren oğlunun katil olduğunu anlamıştır. Sorguladığında bunu, aklının başında olmadığı bir zaman yaptığını söylediği oğlu ve bir katili adalete vermek arasında sıkışıp kalır. Çok düşünmez; kendi oğlunu adalete teslim eder.
“İhsan – Ne yapıyorsunuz? Unutmayınız ki teslim etmek istediğiniz oğlunuz… oğlunuzum.
Selim – Sen de unutmaki; ben hakkın koruyucusu, kanunun adamıyım. Kanun önünde yalnız seni değil, mücrim olsa kendimi de teslim ederim. Büyük Cumhuriyetin ışığında kanuna saygı gösterilir, ihanet edilmez!” (Ürfi, 1938, s. 44)
“Kanun Adamı”nın, gerek sahneleme kolaylığı ve gerekse melodrama varan duygu yüklü hikâyesi ile mahkûmlar tarafından çok beğenildiği kesin!
28 Mayıs 1948 tarihli İmralı hükümlü gazetesinde bu oyunla ilgili bir de fıkra yayınlanmıştır.
“Gel de Şaşma / Adamızın meşhur rejisörü Sarsan dostumuz “Kanun Adamı” ismindeki piyesi sahneye koymak için uğraşıyordu. Bu piyes için bir de “Uşak” rolüne çıkacak biri lâzımdı. Kitabın kabında bu rol için şunlar yazılı idi: Hain bakışlı bir tip! Fena insanlara has bir hâl! Sarsan aradı, taradı; bu tipte bir hükümlüye rastlayamadı!” (İmralı, Yıl: 1, Sayı: 17)
İmralı hükümlü gazetesinde karşımıza çıkan oyunlardan bir diğeri Mehmet Ali Çamlıca’nın, 2 perde, tek tabloluk güldürüsü “İnsan Sarrafı” adlı oyundur. Bu oyunun İmralı’da oynandığını şöyle haber yapmıştır gazete:
“Yılbaşı gecesi müessesemizde özel bir programla geçirilmiş ve bu arada “İnsan Sarrafı” temsil kolumuz tarafından muvaffakiyetle oynanmıştır.” (İmralı, 7 Ocak 1949, Yıl: 1, Sayı: 49)
“İnsan Sarrafı”; 1941 yılında, Ulusal Matbaa tarafından basılan 63 sayfalık bir oyundur. Oyun, oyunun başkişisi olan ‘Molla Çinarî’ adıyla da anılır. Cumhuriyet Halk Partisi Yeni Seri Temsil Yayınları, numara 22 numara olarak piyasaya çıkmıştır. Oyun 8 kişiden kurulmuştur ve tamamı erkek oyuncudur: Molla Çinarî, Hikmet, Adil, Terzi Apanakyan, Necati Bey, Hulûsi, Kerim ve Polis…
Oyun, polis tarafından aranan Kerim adlı azılı bir dolandırıcıya tıpatıp benzeyen eski eserler uzmanı Adil’in başına gelen gülünç talihsizlik üzerine kuruludur. Herkesi dolandıran Kerim, allem kallemle yine paçayı kurtarır, hırsız damgasıyla, dayak yiyerek karakola götürülen Adil olur.
Bu oyunla ilgili de İmralı hükümlü gazetesinin, 14 Ocak 1949 tarihli, 50. sayısında, “Kusur” başlığıyla bir fıkra yayınlanmıştır.
“İki hükümlü konuşuyorlardı:
- Arkadaşlar, “İnsan Sarrafı” piyesini çok güzel oynadılar. Yalnız…
- Evet yalnız?
- Hocanın parasını çalma sahnesini bir türlü başaramadılar.
- Tabi, İmralı adamının yalancıktan, şakadan dahi olsa başkasının malına eli uzanmaz!”
İmralı’da oynandığını saptadığımız diğer bir oyun ise, “Tarih Utandı” adlı oyundur. Oyun, adadaki Mete garnizonu çiftçileri tarafından, 1949 yılının 19 Mart günü mahkûm seyircilerin önüne çıkarılmıştır.
23 sayfalık “Tarih Utandı” adlı oyun; 1933 yılında, İstanbul’da, Devlet Matbaası tarafından basılmış ve “Mektep Temsilleri No 7 - Millî Destan” alt başlığıyla yayımlanmıştır. İki tablo / bir perdelik oyunun çift yazarı vardır: Ali Zühtü ve Müçteba Salâhattin!
Oyun, figürasyon dahil 14 kişiden kurulmuştur: Ali, Bekir, Cemal, Hayri, Recep, Birinci Düşman Zabiti, figürasyon için iki nefer, Ayşe, Ahmet Dayı, Kemal Ağabey, Bir Düşman Neferi, İkinci Düşman Zabiti ve Murat…
Kurtuluş Savaşı günlerinde, düşman işgâlindeki bir sınır köyünden, Türklerin olduğu tarafa bir mektup ulaştırılacaktır. Bu mektubun peşine düşen Düşman Zabiti, köylünün tamamını esir almış, mektubun yerini öğrenmek için hepsini sırayla kurşuna dizmektedir. Mektubu Keçideresi köyünden Kemal Ağabey’e getirecek olan Murat gecikmiş, düşman komutanı da Kemal Ağabey’in korumasındaki Murat’ın nişanlısı Ayşe’ye göz koymuştur. Oldukça hamasî repliklerle bezenmiş oyunun sonunda, mektup Türk tarafına kaçırılır ancak oldukça dramatik bir final yaşanır: Kemal Ağabey, Murat’ın nişanlısını düşman komutana vermemek için kendi elleriyle vurur. Murat yaralı da olsa mektubu köye getirmeyi başarır. Mektubun, Ahmet Dayı tarafından Türk tarafına ulaşmasını sağlamak için düşman hücumuna karşı Murat ve Kemal Ağabey, Ayşe’nin ölü yattığı odada kahramanca direnirler. Bu çatışmada her ikisi de ölürken, aynı sırada Türklerin köye girdiği duyulur.
İmralı Temsil Kolu, “Tarih Utandı” oyununu oynayarak, ülkenin birçok yerinde aynı anda sahnelenen, ülke çapında ün salmış oyunları da oynayabildiklerini göstermek ister gibidirler sanki. Tiyatroyu çok sevmişlerdir.
Dosyamızın bu bölümünü yazarken aklımıza, cezaevleri ıslahı konusunda sanatı kullanarak rehabilitasyon yapmak isteyen Mutahhar Şerif’in denemelerini daha sonraki yıllarda yapmış başka bir namuslu hukuk insanının gözlerimizi yaşartan hikâyesi düştü. Savcı Berin Taşan’ın hikâyesi!
Daha çok şair olarak bilinen Berin Taşan, birçok konuda kalem sallamış, bu arada bir de oyun yazmıştır. Bunu da Sinop Cezaevi Savcısı olduğu günlerde yazmıştır: “İçerdeki Adam”!
1968 yılında Sinop Cezaevi’nde bir uygulama başlatır ilerici savcı. Her yılın 2 Ağustos gecesi bir gece düzenlemek; bu gecede de hükümlülerin sosyal etkinliklerini halka ve bölge bürokratlarına sunmak! Buradan elde edilen gelirle de yoksul hükümlülere yardımda bulunmak! Cezaevinde bir de tiyatro oynatmak ister Savcı Berin Taşan. Ancak bir sorun vardır. Devlet ve bürokrasi nedeniyle hükümlülerin oynayacağı oyunu seçmek büyük bir sıkıntıdır. Bir gün hükümlüler Savcı Taşan’ın karşısına dikilirler. Çok isteklidirler bu gece için: “Madem ki bu geleneği siz kurdunuz Savcı Bey, sürdürmek de istiyorsunuz, bizim oynayabileceğimiz, bizi anlatan, sade, dekorsuz, içinde kadın olmayan, çalışmanın, bir işe sahip olmanın iyiliğini anlatan bir oyun bulun, böyle bir oyun yoksa oturup siz yazın!”
Yaptığı işin güzellik ve doğruluğuna inanan çalışkan Savcı, hükümlülerin samimi önerisinden etkilenir ve kolları sıvayıp işe girişir. Kısa bir sürede ortaya tek perde, dört bölümden oluşan bir oyun çıkar. Oyun, oyunu yorumlayacak insanları temsilen, bir mahkûmun gerçek hikâyesinden kurulur. Kız kaçırma, kan davası, hapiste üstünlük savaşları, cehaletin hazin sonuçları, yalancı şahitlikler yüzünden başa gelen haksızlıklar ve buna benzer kısa kısa hikâyeler, ustaca birbirine bağlanmıştır “İçerdeki Adam” adlı oyunda. 12 hükümlü oyunculuk yapacaktır: Güngör Özkan, İsmet Hastürk, Ahmet Böke, İlyas Şoris, İsmail Hakkı Ülkümen, Kılıçaslan Hotamış, Rahmi Ayar, Erdoğan Ernes, Atilla Tanzer, Mehmet Kabadayı, Muzaffer Acar ve Yusuf Özçelik.
Bu hummalı günlerde Şadan Gökovalı, dostu Berin Taşan’ı ziyarete gider Sinop’a. Şöyle anlatır oyun için yapılan heyecanlı hazırlıkları: “Sinop Kalesi’nde ayak bastığımız avlunun bir köşesinde odun kırıklarından, tahta parçalarından kotarılmış sahnede bir takım adamlar kıpraşıyor. Şaşkınlığımı gören Berin Ağabey açıklıyor: Mahkûmlar, kendileri için benim yazdığım “İçeridekiler” adlı oyunu prova ediyorlar.” ( Şadan Gökovalı’nın 5 Şubat 2017 tarihli 9 Eylül Gazetesindeki ‘Berin Taşan Sokağı’ adlı yazısından alıntı)
Şadan Gökovalı şahane bir ayrıntıdan daha söz ediyor yazısında. Diyor ki; “Yukarıdakiler” hoş bakmasa da, yurt içinde ve dışında büyük ilgi görmüştür bu girişim. Bir gün, bir telgraf alır Savcı Berin Taşan. Şunlar yazılıdır telgrafta: “İçerideki Adam’ı görmek için Sinop’a geliyorum.” Telgrafı çeken, Mevlana hayranı İtalyan Türkolog Prof. Dr. Anna Masala’dır.
Oyun, ilk olarak 2 Ağustos 1970 Pazar gecesi, Sinop Çocuk Cezaevi bahçesinde sahnelenir. Bu sıra dışı tiyatro oyunuyla ilgili yayımlanan gazete haberlerinden anladığımıza göre, 1000 kişi civarında seyirci önünde, büyük bir başarıyla sahnelenir İçerdeki Adam. Sinop’a Tercüman Gazetesi adındaki yerel basın organında, “Türkiye’nin Diğer Cezaevlerinde İsyanlar Çıkarken Sinop Cezaevinde Hükümlüler Halka Konser Veriyor” başlığıyla o geceyi yazan N. Basri Özgen adlı bir gazeteci, 3 Ağustos 1970 tarihli yazısında bakın neler söylüyor: “Sinop Cezaevi Kültür Kolu tarafından, fakir hükümlüler yararına geçen Pazar günü akşamı Çocuk Cezaevi Bahçesi’nde bir konser verilmiştir. Gece geç saatlere kadar devam eden konseri bini aşkın davetli ilgi ile izlemiştir. Her yıl Sinop Festivali’nin 2. nci günü Cezaevi Kültür Kolu tarafından düzenlenen ve anane haline gelen bu konserlerin ilki 1968 yılında verilmiştir. Bu yıl festival yapılmamasına rağmen Cezaevi Kültür Kolu bu ananeden vazgeçmemiş ve Cezaevi Savcısı Berin Taşan’ın önderliğindeki bir buçuk aylık olağanüstü çalışmalar sonucu unutulmaz bir konser hazırlamışlardır. Önce Savcı Berin Taşan’ın yazdığı (İçerdeki Adam) adlı piyesi oynayan hükümlüler kendi yaşantılarını dile getirmiş ve adeta profesyonel sanatçılara taş çıkartırcasına temsili baştan sona kadar başarı ile oynamışlardır. Hemen akla şöyle bir soru geliyor. Peki kendilerinden ıslah olmaz diye ümit kesilen bu azılı hükümlüler nasıl oluyor da burada, Savcı Berin Taşan’ın tabiriyle kuzu gibi oluyorlar? Bu üzerinde hassasiyetle durulacak bir husustur. Burada Berin Taşan’ın insancıl tutumunun ve telkin kabiliyetinin çok mühim rolü vardır.”
Sadece bu mu? 14 Ağustos 1970 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, “Savcı Yazdı Mahkûmlar Oynadı” başlığıyla Hasan Pulur da o geceyi köşesinde yazar, toplanan paranınsa bin 800 TL olduğunu bildirir. 16 Ağustos 1970 günü “İçerdeki Adam” Cumhuriyet’te haberdir bu kez. Ardından Tiyatro 70 dergisinin Eylül 1970 tarihli 7. sayısında da Berin Taşan’ın tiyatro üzerinden sanat aydınlığını cezaevine soktuğu tüm ülkeye duyurulmaktadır.
Oyunun yaşam gerçeğinden beslendiği ya da duyguları sömürmekten uzak sesi, en çok “Halı Atölyesinde” adlı final bölümünde belirginleşir. Halı atölyesine gelene kadar uğradıkları haksızlıklara karşı intikam sözü eden, her akşam firar planları yapan Ali ve Cemal adlı hükümlüler, üretimin gücü karşısında, üzerinde yapraklar ve kuşlar olan bir halıyla sembol edilen umudu keşfederler. Barışı, kardeşliği, affetmeyi, direnmeyi ve vazgeçmemeyi!
“-Biz bu halıyı dokur muyuz Ali sen bana onu söyle?
-Dokuruz elbet. Bu halıyı en güzel biz dokuruz. Biz yatıyoruz kan gütmeden.Tabancadan, bıçaktan biz yatıyoruz. Bir avuç toprak için bizi vurdular. Bizim sevdiğimizi aldılar elimizden. Bu halıyı dokumadan çıkmayız.
- Gücümüz yeter mi buna dersin?
- Yüz kişi birden başlarız dokumaya, yüz kişi bir tezgâhta.
- Halay çeker gibi, horon teper gibi, düğün alayına gider gibi yüz kişi bir arada, yüz kişi aşkla, severek, umutla, hırsla, bir anda yüz ilmek, düşün bir kere yüz göz, yüz yaprak, yüz kanat, bitecek Ali bu halı bitecek...”
Sizi bilmem ama biz bu yazıyı yazarken, ulu bir çınara aşağıdan bakan bir çocuğun şaşkınlığı içindeydik hep. Sahip çıkılırsa nelerin başarılabileceğine hayretle inancını artıran bir çocuğun coşkulu şaşkınlığı içinde! Hani Berin Taşan’ın bir şiirinde anlattığı şey tam da bu olmalı diye düşünüyoruz: “Karpuz kökeninde kanlanır / Civcivin sahibi çıkmazsa / Elbet şahinin tırnağında sallanır.”