Göçün ardındaki kölelik: Türkler Almanya’da (2)
Almanya’daki çalışma bant sistemi ile yürür ve bantlar bütün işçilerin iş esnasında birbirini denetlemesini sağlar. Y...
Almanya’daki çalışma bant sistemi ile yürür ve bantlar bütün işçilerin iş esnasında birbirini denetlemesini sağlar. Yazara göre, insanlar bantları değil; bantlar insanları yönetmektedir
Almanya’daki çalışma bant sistemi ile yürür ve bantlar bütün işçilerin iş esnasında birbirini denetlemesini sağlar; yani fabrika ortamında yavaş çalışmak mümkün değildir. Herkesin belli bir sürede yetiştirmesi gereken bir iş vardır. Yazara göre, insanlar bantları değil; bantlar insanları yönetmektedir. Yüce, evine buzdolabı aldığında ise bantların gündelik hayat üzerine etkisini şöyle tanımlar:
Bantlar her şeyi seri ve muntazam bir şekilde yaptırırken, insanları yıpratıyor fakat buna karşılık, onlara her şeyi ucuz ve sağlam sunuyordu. Böylece yeni bir yaşama şekli çıkıyordu bu durumdan: Bant kölesi olan insanlar, hiç olmazsa başkalarının kölesi olmazlar. Keza, yorulmadan yaşamak isteyen topluluklar ise, insanoğlunun kölesi olurlar. Tıplı evde oturup, kocasının getireceği ekmeği bekleyen kadının satılmışlığı gibi…(s. 86)
Türklük her yerde aynıdır ya, Almanya kanunlarının etkili olmadığı bir alan olan Türk konsolosluğu romanda da Türk toplumunun ve yönetim alışkanlıklarını Almanya’ya taşımıştır. Yüce, eşinin pasaportundaki mühür eksikliği için Türkiye’ye dönecektir. Ancak her şeyin muntazam yürüdüğü Almanya’da Türk konsolosluğu önünde oluşan kuyruklarla kendini belli etmektedir. Konsoloslukta bekleyen bir işçinin sözü durumu özetliyor:
“Şu ihtiyar halimle Almanya’da çalışmak beni bitirmedi de, buraya git gelden yıldım doğrusu…” (s.93)
Yüce, eşinin pasaport işlemleri için İstanbul’a yola çıkar. Almanya’ya girişte Türk işçilerinin bavullarını didik didik eden Alman gümrükçüleri dönüşte keyifli bir şekilde Türkler’in Türkiye’ye götürdükleri elektronik cihazlara bakar. Hiçbirine karışmazlar. Çünkü Almanya’nın Markları olduğu gibi Almanya kasasında kalmıştır. Yüce, Almanya’nın çalışma düzeninin verdiği alışkanlık ve disiplinle İstanbul’a vardığında farklı karşılaştırmalar yapacaktır. Bunların en ilginci İstanbul’da gördüğü kalabalıktır.
Bu arada, İstanbul caddelerindeki kalabalığı da yadırgıyordum. Almanya’da iş gününde kazara bir şehrin ana caddesinde dolaşılsa, ancak emekli, harp malulleri, doktora giden veya doktordan gelenler, iş bulma umuduyla kurumuyla ilgilenenler, yani iş arayanlarla iş saatleri dışındaki alışverişini sağlayacak insanları veya talebeleri görürsünüz. (…) Oysaki İstanbul’un caddelerindeki kalabalık bambaşkaydı. Sanki işyerlerindeki insanlar, sokaklara dökülmüş, alacak verecek için birbirlerini kovalıyorlardı.(…) (s.132-133)
UMUT DÜNYASI İÇİNDEKİ YANILGI
Eşiyle birlikte dönüş işlemleri için İş ve İşçi Bulma Kurumu’na giden Yüce, burada yığılan kalabalığı görür. Burada düşündüğü şeyler Türk işçisinin umut dünyası içindeki ‘yanılgısını’ da anlatır:
İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda bulunan işçi adaylarına göre, Almanya’da hazmedemeyecekleri bir problem bekliyordu. Yabancı oldukları için her zaman haksız sayılacaklardı…Bu bakımdan hiçbir zaman kendilerini savunamayacaklar, haklı oldukları konularda bile Almanlar. “Öyleyse neden geldiniz?” diyerek suratlarına bir sus şamarı indireceklerdi. Böylece bu insanlar en sonunda anlayacaklardı ki, vatanında haklı olamayan, başkalarının vatanında hiçbir zaman haktan bahsedemez. (…) (s.138)
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Almanya göçü makine satışıyla kapitalist dünyadaki yerini sağlama almaya çalışan bir ülkeye çağdaş köleler sunmuştur. Hem de gündelik yaşamda hak ve hürriyetten bahsedemeyen geri bir işçi sınıfı…
Yüce’nin Almanya’dan Türkiye’ye gelirken trende tanıştığı Henning adlı Alman ile yaptıkları sohbet de romanın önemli kısımlarından. Diyaloglarda Türkiye ve Almanya’nın toplumsal, tarihsel ve ekonomik farklılıkları ortaya dökülür. Henning İstanbul ve Anadolu kentleri arasındaki derin farkı Yüce’ye sorar. Yüce İstanbul’u şöyle tarif eder:
“Gördüğünüz memleket Cumhuriyet’le idare edilmekle beraber, eski bir imparatorluğun kalıntıları üzerine kurulmuştur. İstanbul bu imparatorluğun başşehri, bütün gelir ve imkanların toplandığı merkezdi. İmparatorluk yapısı icabı, sömürgendi. Her fırsatta başka ülkeleri ve kendi ülkesini sömürüyordu. Alıyor, vermiyordu. Ve aldıkları şeyler işte İstanbul’u yarattı… Anadolu da tükendikçe tükendi… Cumhuriyet’e rağmen bu farkı kapatamıyoruz.(…)” (s.141)
Yazar, tarihsel olarak imparatorlukla ilgili önemli bir tespit yapıyor. Yazımızın sonraki kısımlarında belirteceğimiz üzere Yüce, bu tarihsel bakış açısıyla ters düşecektir. Ama burada ifade ettiği tarihsel tespitin üzerinde durulması gerekir.
Henning, Almanya’da tercümanlık yapan; ülkesindeki tekdüze hayatın farkında olan bir ‘okumuştur’. Türkiye’yi tanımaya çalışmaktadır ve özellikle Asya ile ilgili araştırmalarının neticesinde Türkiye’yi şöyle tanımlıyor:
“(…) Türkiye’ye yeni bir dünya aramak bulmak için geliyorum. Fakat maddi yönüyle Türkiye’yi beğenmedim. Çünkü Türkiye Almanya’ya benzeme çabası içinde. Hem de öksüz büyüyen çocuk gibi…Bu bakımdan er geç bize benzeyecek bir memleketin emekleme çağında, onlara katılmak istemiyorum. Oysaki ben daha önceleri, Asya’nın öz karakterine sadık kalarak kalkındığını sanmıştım. Halbuki sizler bizi taklit ettiğiniz için yapıcı değil, ancak kendi öz benliğinizin yıkıcısı oluyorsunuz. (…)” (s. 148)
Henning’in tespitleri 200 yıllık batılılaşma çabası güden Türkiye için yerindedir. Ancak yarım asır önceki bir ilişkiyi anlatan bu satırlara bugünden baktığımızda Türkiye ne Almanya’ya ne başka bir batı ülkesine benzemiştir. Benzemek bir yana Türkiye Henning’in ifade ettiği gibi öz benliğini yıkarak bu çağa gelmiştir.
BAYRAM KÜLTÜRÜ
Yüce, Almanya’ya dönüşünde bir hafta sonra Almanya’nın bayramı nedeniyle beş günlük tatil başlar. Almanya’da bayramlarda her yerin kapalı olduğunu ifade eden Yüce, Türkiye ile kıyaslamayı da yapar:
(…) Zira Almanya’da resmi bir tatil oldu mu, her yer kapanır ve herkes tatilden istifade eder. Bizdeki gibi bir araya gelememek beceriksizliği yoktur onlarda. Mesela bizde, dini bayramlarda ilericiler, milli bayramlarda da gericiler birbirleriyle tamamen kaynaşmaz, aynı duyguları aynı derecede hissedemez, değerlendiremezler. (…) (s.182)
Burada da yazar, ülkesindeki vatandaşların aidiyetiyle ilgili bir sorgulamayı yapar. Bayram olgusu üzerinden gidecek olursak; dini bayramlar Türk toplumlarının bin yıllardır kutladığı bayramlardır. 1960’larda henüz 40 yaşına bile girmemiş bir Cumhuriyet ülkesinin milli bayramlarını kutlayanlar yazara göre ilericidir. Burada, ‘ilerici’ ‘gerici’ tanımlarını sorunlu bulmakla birlikte meselenin asıl kaynağına yazarın inemediği görülmelidir. Türkiye’yi kuran kurucu önder ve kadrolar ideolojik unsurları halka benimsetememişlerdir. Milli bayramlar ise bu elit kadronun etrafına toplanan kesimin alkışladığı bayramlardır.
Yazar, roman boyunca Türk işçilerinin araba sevdasından söz etmektedir. Roman boyunca gördüğümüz Garip Recep de bu işçilerden biri. Roman, köyüne gidip arabayla hava atma hevesindeki Garip Recep’in ölümüyle sonuçlanır. Yazar, bu ölümden yola çıkarak bir çok konuyu aktarır. Bu acıyı ve çelişkiyi anlatmak için tarihe sığınır ama; bu sefer de kendisiyle çelişir:
Bir teselli arayarak, tarihe kulak kabartıyorum: Avrupa’da at oynatan atalarımızın nal sesleri geliyor. Ferahlıyorum. Fakat o ses, o şahlanış, yavaş yavaş kayboluyor, uzaklaşıyor hatta düşünülemez, tasavvur edilemez şekle giriyor.
Çünkü şimdi biz, Avrupa’da ancak ellerimizi açabiliyoruz.
Ve başımı önüme eğiyorum. (s. 194)
Osmanlı Devleti’ni, sömürgen, kendi ülkesini ve başka ülkeleri sömüren bir yapı olarak gören Yüce, romanın sonunda ‘Avrupa’da at oynatan atalarından’ teselli arıyor. Oysaki Orta Asya’dan ve Anadolu’dan giden süvariler kendi çağlarının kölelerini sömürdü. 20. yüz yıl kapitalist dünyası sömürüyü bantlarla yapıyordu. Arada bir fark yoktu.
SONUÇ
Türkler Almanya’da yazarın ilk romanı olması itibariyle bir çok teknik sıkıntıyı da taşımaktadır. Diyalogları yeteri kadar iyi kullanamayan yazar, gözlemlerini de diyalogları da bir makale havasında aktarıyor. Buna rağmen 200’den az bir sayfada Almanya’daki Türklerin hayatını çok yönlü ele alıyor. Romandaki anlatının yazarın diğer öykü ve romanlarına kaynaklık ettiği ortadadır. Diğer kitaplarını ele aldığımızda bunu çok daha rahat göreceğiz. (BİTTİ)